Sayfalar

31 Aralık 2011 Cumartesi

Enver Gökçe

Kendi Diliyle Özyaşamı

Gurbet yurdumuzdur bundan böyle:

1920 Yılında Doğmuşum:
Ankara'ya gelişimiz çok soğuk, hemen hemen kışın yeni başladığı bir zamana rastlar. O zaman dokuz yaşındayım. Yağmurlu bir gün­de köyden ayrıldık. Arapkir'e, oradan da Hekimhan, Kangal yoluyla Sivas'a kadar kara yoluyla ve kış vaktinde yolculuğumuzu sürdürdük.

Ulaşım yolları iyi değildi. Hatta o koşullarla zor ilerliyorduk. Ve hayvanlarla geliyorduk. Hanlarda yata yata. O zaman uzun bir yolcu­luktan sonra, on bir günde Ankara'ya gelebildik.

Ankara yeni kurulabilen on beş bin nüfuslu küçük bir kasaba gö­rünümündeydi. Şehir bugünkü Ulus ve Ulus'taki heykel çevresinde ve Samanpazarı denen yer etrafında, Ankara Kalesi'nin çevresinde top­lanıyordu. Bundan böyle burada yaşayacaktık.

Okul yaşamı başlıyor:
Derken '929 yılında o zamanlar, Ankara'da Hüseyin Avni is­minde bir zatın yönettiği hususi bir ilkokul vardı. Oraya paralı gi­rip okunuyordu. Okullar yeni başlamıştı. Ben gecikmiştim zaten. Bu okula kayıt oldum. İlkokulu burada okudum ve bitirdim. '935 ve '936 yıllarında Cebeci Ortaokulu'na devam ettim. Lise tahsilime gene Ankara'nın Gazi Lisesi denen ünlü okulda devam etmiştim. '939 yı­lında öğrenimimi tamamladım.

Bu yıllarda yeni yeni okuyor, tat alıyor, gelişiyor ve kendi­mi yetiştiriyordum. Ta ilkokuldayken bu sevgi içimize atılmıştı. Celalettin Tevfik Bey adlı bir öğretmenimiz vardı. Bu öğretmen bana kendi derslerinde eski şairlerden (N. Kemal ve başka şairler­den) ünlü şiirleri okur ve okuturdu. Bana şiirin güzelliklerini anla­tırdı. Bu öğretmene karşı, bana okuma sevgisi aşıladığı için, saygım büyük olmuştur. Yine Gazi Lisesi'nde edebiyat derslerine Feyziye Abdullah ve İsak Refet gelirlerdi. İsak Refet edebiyat hocamız oldu.

Bu hocalar beni yönlendirdiler edebiyata. Ben de mümkün mertebe faydalandım. Bu hazırlıklarla üniversite yaşamına başlamış oldum. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nde Türkoloji adlı bir bölüm vardı. Burayı seçtim.

Devrimci düşünce ve derneklerle ilişkiler: 
İşte üniversiteye devam etmem sırasında, daha doğrusu devrimci fikirlere olan yakınlığım dolayısıyla, fakültenin ilk yıllarından itiba­ren, bazı derneklere ve yayınlara yöneldim. Bunlarla bağlantı kurdum.

"Ülkü" dergisi adlı ünlü Halkevi dergisinde çalışmaya başladım. Görevim düzeltmenlik ve dergi çıkarma tekniği üzerindeydi. O za­man dergiye Ahmet Kutsi Tecer ve Bedrettin Tuncel yön veriyorlardı. İdare kısmında Ahmet Serdaroğlu adlı sevdiğim bir insan çalışırdı.
Dergiye, Nurullah Ataç, Ahmed Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi Tecer zaman zaman uğrarlar, ve konuşurlardı.

Ben bu arada, gene Ankara' da çıkan bir dergide, bir şiir yayınla­mıştım. Bu şiir Ahmet Kutsi Tecer tarafından görülerek beğenilme­miş, (bu şiir, "Köylülerim" adlı ve "Dost Dost İlle Kavga" adlı kita­bımda yayınlanan şiirdir) bana Ahmet Kutsi Tecer tarafından şiirin çok kötü olduğu söylendi. Benim şiiri bırakarak düzyazı yazmam is­tendi. Ben de o zaman, Ahmet Kutsi Tecer'e "ben daha kötüsünü de yazarım" diye güya esprili olarak cevap vermiştim.

Sanat yaşamında yeni arkadaşlar:
"Ülkü" de birkaç yeni arkadaş tanıdım. Bunlardan bir tanesi Sefer Aytekin'di. O zamanlar çok devrimci bir rol oynayan Sefer Aytekin, hayatımda unutamadığım insanlar arasındaydı.

O zamanlar Ankara'da bulunan Arif Damar (Arif Barikat) ve bugün de edebiyatımızın bilinen kişilerinden Mehmed Kemal de benim ilk edebiyat arkadaşlarımdır. Mehmed Kemal'le aynı mahal­lede otururduk. Benim ilk arkadaşlarımdan birisidir. Yine Ceyhun Atuf Kansu da daha ilkokul çağında, belki de ilk tanıdığım en eski arkadaşlarımdan birisidir. Kendisiyle hususi bizim mektepte beraber okumuştuk. Bu arkadaşlardan sonra şair Niyazi Akıncıoğlu'nu tanı­dım. Bunlar "On Beşinci Yıl" isimli kahvenin devamlı sakinlerindendi.

Öğretmen öğrenci ilişkileri:
Belirli hocalar dışındaki hocalarla ilişkimiz her şeyden önce bir talebe hoca münasebetinin dışına çıkmazdı. Yani siyasi bakımdan yahut diğer yönlerden herhangi bir fikir alışverişinde bulunmak ol­mazdı. Yalnız devrimci hocalarımızdan Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Niyazi Berkes ve karısı Mediha Berkes'le aramız gayet iyiydi.

İşçi arkadaşlar:
O sıralarda gene dergi ve gazete çıkarırken birçok matbaacı, mü­rettip işçi arkadaş tanıdım. Bunlardan bir tanesini hiç unutamam. Bu Hasan isimli bir işçidir. Ve sonra adına Mürettip Hasan isimli şiiri yazdım. Çok iyi, Anadolu halkından bir gençti Hasan. Hasan'la daha sonra '951' de büyük tevkifatta da karşılaştık. Onu da tutup ge­tirmişlerdi. Zavallı Hasan beş seneye mahkum olmuştu ve veremdi de. Sonunda çok yaşamadı zaten.

Dergicilik yılları ve kararlı bir tavır:
O zamanlar gençtik, sıhhatliydik tabii. Her işi benimseyerek ya­pıyorduk. Bu yüzden bizim derginin çıkışında mesela "Ant" dergi­sinin çıkışında, ortaya getirilişinde büyük yararlarım olduğu doğru­dur. Ve bu işleri hiçbir şey beklemeden, kendiliğinden ve tabii olarak yapıyorduk.

Sanatçılık ilişkilerimiz gelişmeye başladı.

Ben gençliğimde de kesin olarak içki taraftarı değildim. Bu yüz­den o zamanki ünlü Ankara meyhanelerinden hiçbirine gitmedim, gitmezdim. Ve arkadaşlarımı da bu yerlere gitmekten men ettim.

Yine bu devrede ünlü halk ozanları, Aşık Ali İzzet, Aşık Veysel, Habib Karaaslan gibi temiz şairlerin hepsiyle teker teker tanıştım, ilgilendim. Onların gerçekten temiz bir halk yüzleri vardı. Ve bu ta­raflarıyla az çok ilgilendim ve temaslar kurdum.

O gün iki şey vardı ortada benim için. Bir yanda Garip hasta sanat anlayışı diğer yanda dinamik halk edebiyatının yüzü. Bunlar karşı karşıya getirilince, ben elbette ki kendi sınıfımdan gelme halk ozanlarından taraftım. Bu yüzdendir o devrede bu şairlerin yanında olmam. Nitekim halk ozanları bu işte gerçek yerlerini göstermişler ve her zaman doğrunun, güzelin yanında olmuşlardır.

Biz tavrımızı belirlemiştik.

'945 yılında, yani Garipçilerin edebiyatımıza egemen oldukları bir çağda dergi yayınlamaya ihtiyaç duymuştuk. Bu devre henüz toplumcu akımı güçlendirmeye çalıştığımız bir devreye rastlar. Orhan Veli ve ar­kadaşları o zaman devrimci şiirleri yoksayan ve yozlaştıran bir çalışma içindeydi. Ve bu sebeple biz "Ant" çevresinde, küçük bir topluluk da ol­sak, devrimci sanat sorumluluğunu üstlenmiştik. Daha evvelden "Yeni Edebiyat" dergisi tarafından yürütülen akımın mümessili olarak karın­ca kaderince çalışmalarımızı sürdürüyorduk. Bu devrede biz, bir avuç devrimci genç tarafından ele alınan anti-faşist ve devrimci bir gençlik ve onun devrimci sanatı etrafında yeni bir akımın mümessili toplumcu sanatı ortaya çıkarmayı amaçlayan gençlerdik denebilir.

Bizim varlığımız aslında önemsizdi, küçüktü, ama doğruydu. Biz bu doğrudan dolayı bir aradaydık.

Burjuvazinin sanat silahşörleri:
Bu sırada Nurullah Ataç ve arkadaşları bizim bu tumumumuzdan habersiz gibi görünüyorlardı. Bizim adımızı yok saymak için ellerin­den geleni yapıyorlardı. Rahmetli Nurullah Ataç yalnız kendi dar çevresinde ve Orhan Veli etrafında yaygara koparıyordu.

Bu devredeki edebiyat çalışmalarımızın yararlı olduğu kanısında­yım. Buna rağmen onların bu tavrı yüzünden birçok yetenekli genç körelip gitti. Hatta denebilir ki Nurullah Ataç ve arkadaşları bu dev­rede bizim bu sınıfsal karşı koymamıza, güçlenmemize, bilemeden yardım etmişlerdir.

O günkü tavrımızın sadeliği ortadır.

Türkiye Gençler Derneği kuruluyor:
'948 yılında, o zaman anti-faşist bir dernek kurmuştuk. Türkiye Gençler Derneği davası denildi bu davaya. Bu derneğin yüz elli kadar üyesi olmuştur. Ve harp sonrası devresinin bir parçasıdır.
Dernek her türlü anti-faşist ve demokratik fikirli genci bir araya getiriyordu.

Derneğin Ankara Denizciler Caddesi'nde bir ahşap evde merke­zi vardı. Faaliyetleri arasında halka her türlü yardım vardı. Örneğin, halkın hasatına bilfiil iştirak etmek, katılmak gibi faaliyetler bunlar arasındaydı.

Hatırladığıma göre, o zaman dernek, içlerinde ben de olmak üze­re, sekiz on üyesi İstanbul Ankara arasında bir yürüyüş tertip etmişti. Bu Ankara İstanbul yolculuğu beş altı gün sürdü ve tamamlandı.

Turancılar rahatsız oluyorlar:
Derneğin birçok yapıcı işe yönelmesi, Ankara çevresinde bulunan ırkçı Turancıları rahatsız etmeye başladı. Dernek fakülte ve Ankara çevresinde yaygınlaşmaya başlamıştı. Bu nedenle ırkçı Turancılar derneğin gidişine karşı birtakım eylemlere giriştiler. Gösteri yapmaya başladılar. Derneğin yıkılması etrafında tehditler çoğaldı.

Biz o zaman safça, yirmi otuz kişi, bir odacık yerde toplandık ve elimizde sopalarla gelenleri bekledik.

Turancıların etkinliği çoktu o zamanlar:
Turancılar saldırdı. Dernek yıkıldı, birkaç saat içinde. Kitaplar yırtıldı. Sokaklara atıldı. Dernek üyelerinden yakaladıkları birkaç ki­şiyi dövdüler. Fakat dernek faaliyetine devam etti. Dernek etrafında birtakım provokasyonlar aldı yürüdü.

Dernekçilik tutuklulukla sonuçlanıyor:
Sonucunda dernek üyelerinden iki kız arkadaş, biri Melahat Kürşal, diğeri Nural ve ben, Mehmed Kemal, Şevki Akşit tevkif edildik. Gerekçe olarak dernek üyelerinin komünizm propogandası yaptıkları ileri sürülüyordu. Bu yüzden tutuklandık. Ankara cezaevi­ne götürülüp tıkıldık.

Üç ay devam eden sorgudan sonra hiç kimseyi mahkum edemedi­ler. Hepimiz beraat ettik. Böylece üç ay boşu boşuna geçti.

Yaşayan anıların şiirleri:
Bu devre hapishanede birkaç tane şiir yazdım. "Görüşmeci" isimli şiir bu devrenin mahsulüdür. Görüşmeye arkadaşlarım, kendi ailem­den kız kardeşim gelirlerdi. Bu şiiri daha sonra "Görüş Günü" adıyla yayınladım.

Görüş Günü
Bugün görüş günümüz
Dost kardeş bir arada
Telden tele
Mendil salla el salla
Merhaba!
İzin olsun hapishane içinde
Seni
Senden sormalara doyamam
Yarım döner cıgaramın ateşi
Gitme dayanamam

Gene bu devrenin anısı olarak "Fakültenin Önü" adlı şiir, bu gös­terilerden sonra yazılmıştır.

Fakültenin Önü
Fakültenin yanı demirden köprü
Fakültenin önü bir sıra kavaktı
Biz bir garip yiğit kişiydik
Bütün hürriyetler bizden uzaktı
Faşistler camlara yürüdüler
Kürsüleri kırdılar, höykürdüler
Tığ taber şahı merdan
"Tanrı dağı kadar Türktü bunlar
Hıra Dağı kadar müslüman"
Ve de kanlı bıçaklı düşman
Gökler ışıyordu yer yer
Ortalık ala şafaktı.

Bu şiir de olayları günü gününe yansıtan en iyi bir şiirimdir.

Yüz Umut:
Bu sırada memlekette büyük bir umut başlamıştır. Demokrat Parti memleket için büyük bir ümittir. Ve Türk halkı da Demokrat Parti madrabazlarının peşinden gitmektedir. Benim kişisel durumumsa, fakülteyi bitirmişim, iş arıyorum. O zaman Milli Eğitim Bakam olan Tahsin Banguoğlu benim üniver­siteden hocamdır. İş için müracaat ediyorum. Bana verilen cevap bir sürü bahaneden sonra yine de beklememdir. Nihayet işten ümidimi keserek başka bir ekmek parası kazanmak için yeniden çeşitli işlere girişiyorum.

Bu arada İstanbul'da Yurtlar Müdürlüğü'nde bir işe talibim. Neticede Yurtlar Müdürlüğü'nde yönetim memurluğu işini alıyorum.

Memurluğa girer girmez:
Yurtlar Müdürlüğü'nde görevime 1950 yılının içinde, Ekim ayına doğru başladım. İlk görevim Çarşıkapı öğrenci yurtlarındaydı. Daha sonra çalışmalarım beğenilmiş olacak ki, birçok yurtların kuruluşun­da görev aldım. Çarşıkapı'dan sonra Yıldız Teknik Okulu yurdunda yeni görevime başladım. Bu arada kısa bir müddet için Denizcilik Yurdu'na ve tekrar Kadırga Öğrenci Yurdu'na atandım. Bu devre be­nim hayatımda çok önemli bir devredir.

'951 Büyük Tevkifatı:
Bu devre '951 Tevkifatı'nın başladığı devredir. '951 Tevkifatı İstanbul' da Ekim ayında başlatıldı.
Gazetelerde okuduğumuza göre Sevim Tarı isminde bir kadın Paris'e giderken yakalanmış. Bunun üstünden bir süre geçti. Bundan sonra, buna dayalı olarak Tevkifat başlamıştı. Ben de birkaç öğren­ciden sonra Eylül'e doğru tutuklandım. O zaman Kadırga Öğrenci Yurdu'nda bulunuyordum. Daha önce yurt binasında kaldığım odanın arandığını, didik didik her tarafın araştırıldığını görmüştüm. Bu ola­yın üzerinden bir hafta geçti ki, tutuklanma günüm geldi.

Devrimciler bir bir tutuklanıyor:
O zamanlar İstanbul 1. Şubesi gelip geçici hapishane olarak kulla­nılıyordu. Teker teker o günün devrimcileri ve demokrat fikirli genç­leri alelacele tutuklanıyordu.

Aşağı yukarı tevkifat için bütün hazırlıklar bitmiş olacak ki, bü­yük darbe indi. TKP Tevkifatı denilen meşhur '951 Tevkifatı olayı başlamış oldu. Bu tevkifatta alışılmamış birçok yıldırma yöntemleri uygulandı.

Gene tabutluklar, falakalar ve her türlü insanlık dışı işlemler ya­pıldı. Ve sonuçta yüz altmış sekiz insan askeri mahkemede yargılandı. Gereği şekilde hepsi de cezalandı. Ben şahsen bu davada hiçbir fayda görmediğim için avukat bile tutmadım. Ayrıca birçok, gene hapisha­neden tanıdığım insanlar da savunmalarını kendileri verdiler. Epeyce direndik. Fakat sonuç olarak şunu söyleyeyim, yüz altmış sekiz kişi bu davada hepsi hüküm giydiler. Bunların isimleri ve aldıkları cezalar yayınlanmıştır.

Ben savunmamı kendim yaptım. Hatırladığıma göre o zaman çok iyi bir savunma hazırlamıştım. Yapılan isnatları reddettim. Bazı arka­daşlarımla olan temaslarımın kanuni olduğunu, gizli bir örgüt tara­fından yönetilmediğimi iddia ettim. Fakat kaale alınmadı.

Ben savunmamın özünde Marksizmi istediğimi beyan etmiştim. Mahkeme bildiğini okudu. Sonuçta yedi seneye mahkum edildim. Ayrıca bu cezanın üçte bir bölümlük kısmı kadar da sürgün cezam vardı. Böylece mahkeme sonuçlandı ve herkesi cezaevlerine dağıttılar.

Mapushaneler ve sürgün:
İlk toplandığımız yer İstanbul 1. Şubeden sonra Harbiye Cezaevi'ne, tekrar İstanbul 1. Şubesine ve Yıldızdaki Güvercinlik adı verilen eski bir binada tutuklu kaldık. Böylece iki yıl 1. Şube bir yıl da................

İleri cezaevleri statüsüne göre bütün Türkiye hapishanelerine da­ğıtılmış olduk. Son parti Adana cezaevine gönderildik. l. Şubede kal­dığım zaman içinde işkence yapıldı. Havasız ve hatta ekmek ve su bile verilmediği günlerde iki yıl 1. Şubenin ünlü odalarında gün geçirdik.

Bu arada içerde, birçok kanunsuz işlemlerin yapıldığı doğrudur. O sırada ruhi depresyon geçirenlerin ve intihara yeltenenlerin sayısı da oldukça kabarıktır.

Adana'ya kadar parmaklarımızdan ve ellerimizden kelepçeli ola­rak getirildik. Siyasi koğuşa yerleştirildik. Adana'da Zeki Baştımar, Mihri Belli, Şevki Akşit de bulunuyordu.

Yedi yıl Adana'da tamamlandı. Adana cezaevinden sürgün yeri­me gönderilmek üzere salıverildim. Sürgünü geçireceğim Çorum'un Sungurlu kasabasına geldim.

Her gün Sungurlu'nun bir karakolunda ispat-ı vücut ediyorduk, kendimizi gösteriyor ve imza atıyorduk. Kalacak yerimiz yoktu, iş yoktu. Halimiz Allaha kalmıştı. Böylece sürgünümüz günlerce de­vam etti.

Neden sonra oradan başka bir yere, iş bulabileceğim bir yere nak­limi yaptırmayı istedim. O zaman Sungurlu mahkemesine başvurarak Ankara'ya naklimi istedim. Böylece sürgünün bir kısmı Ankara' da geçti.

Mapushanede günlerimiz:
Hapishanede herkes kendine göre bir işle meşgul olurdu. Günlük hapishane hayatının dışında benim işim gene sanat oldu. Şiirle uğraşıyordum. Bu arada benim önemli yapıtlarımdan birisi olan Yusuf ile Balaban'ı yazmaya başladım. O devrelerde böyle bir şiir ça­lışması yapacağım belliydi. Birtakım sıkıntılar başlamıştı ve şiirin ilk mısraları dökülmeye başladı. Ve; "Zaman akar, zaman geçer/ Zaman zindan içinde" dizeleriyle başlayan şiir kafamda şekillenmeye başladı. Ve sonuçta otuz şiirlik bir destanı kısa bir müddet içinde, zannederim bir ay içinde bitirmiş oldum. Destan böylece tamamlanmış oldu. Ben de rahatlamıştım ama, asıl iş bu parçaların dışarıya çıkarılmasıydı. Neticede o işi de başardım. Destan sağsalim dışarıya çıktı. Fakat daha sonra aynı titizlik destanın saklanmasında gösterilemedi. Ve eser ta­mamen bugün elimden çıktı. Kayboldu. Bugün destanın elimde kalan parçaları arasında sonradan, "Başlangıç", "Uy Kirpi Kız Kirpi", "Bu Balabanın Dünyadan Göçtüğüdür," ve "Kirtim Kirt" adlı Son Bölüm kalmıştır.

Destanı birçok arkadaşım okumuştur. Dışarda da okunmuştur. Elden ele geçtiğini de öğrendim hatta. Destanı, Ahmed Arif de okumuştur.

Hapishanede günlük çalışmalarımın arasında Fransızca da önemli bir yer tutar. Orhan Suda ile o zaman aynı ranzada kalıyorduk. Bana dil bakımından çok yararları dokunmuştur. Orhan Suda ile her gün aynı ranzanın etrafında günümüzü geçirirdik. Ve çalışmalarımız bi­tince akşamları volta atardık. Böylece günler akıp geçti.

O zamanlar edebiyatla uğraşan Hilmi Akın, Arif Ünal (Ahmed Arif) ve ayrıca saz çalışmalarına devam eden Ruhi Su ve devlet tiyat­rosundan şimdi rahmetli olmuş Ulvi Uraz ve Kemal Bekir gibi ünlü sanat adamları bulunuyordu. Şükran Kurdakul da o zamanlar tutulup getirilmişti: Sonuçta o da üç sene sekiz aya hüküm giydiği için ceza­sını geçirmeye çalıştı aynı hava içinde. Değerli bir gençti.

İstanbul ve 27 Mayıs öncesi:
Süleyman Ege ile İstanbul sokaklarını, Beyazıt'ı karış karış her gün gezer dolaşırdık. Adnan Menderes'e karşı yürütülen miting ve göste­rileri izlerdik. İşte tam bu sırada yani 28-29 Nisan' da Beyazıt'ta bir­takım gösteriler yapıldı. Aynı gün de Turan Emeksiz'in öldüğü yahut ta ertesi gün Beyazıt Meydanı hınca hınç doluydu. Turan Emeksiz herkese gösteriliyordu. Benim bu olayı anlatan "Turan Emeksiz" adlı şiirim bu devrede yazılmıştır.

Bu gösteriler her gün devam ediyordu.

Bizler de birkaç işçi arkadaşla habire Beyazıt Meydanı'nın etrafın­da dolanıp duruyorduk.

Yeniden sürgün:
Bir gün evimden alınarak götürüldüm. Olaylardan korkan eski yöneticiler ve Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı bir liste yapmış. Bu listede adımız vardı. Tutuklandık. Bizim kendi istediğimiz bir yere ama sıkıyönetim dışında herhangi bir bölgeye gitmemiz teklifi yapıl­dı. Ben o zaman, kendi memleketim diye, bildiğim ülke diye ve bun­ca uzun süren hapislik ve sürgünlükten sonra biraz nefes alırım diye Erzincan'ı seçmiştim. Zaten Ankara, İstanbul ve İzmir dışında bir yer seçmemiz gerekiyordu. Böylece Erzincan'a gitmeye karar verdim. Uzun bir yolculuktan sonra Erzincan'a geldim. Birkaç günüm şurda burda gözaltında tutularak geçti. Yollarda bir değişiklik olmadığı için köyüme çok zahmetli gelebildim.

O zamanlar köyden birkaç kişi bu işten sevinmez göründülerse de, çoğunlukla kendi halkım tarafından gayet iyi karşılandım. 21 Mayıs devrimi başladı. Köyün radyosundan devrimin yapıldığı okun­du. Menderes'in de yakalandığı okundu: Bundan sonradır ki, şuraya buraya sürülen arkadaşlar da özgürfüklerimize kavuşmuştuk. Böylece ikinci sürgün de bitince hayat kavgasının içinde kaldık.

Küçük bir gazetede düzelticilik:
Eskiden beri tanıdığım Fethi Giray bir günlük gazete çıkarmaya başlayınca ben de iş için müracaat ettim. O zamanlar için küçük bir parayla gazetenin düzeltmenlik görevine başladım.

Bu gazete küçük tirajlı bir reklam gazetesiydi. Bir ara İsmail Gençtürk isimli genç bir delikanlı da bize yardımcı olarak yanıma verildi. İsmail Gençtürk her haliyle bir memleket çocuğu olduğu belliydi. Biz onunla altı ay kadar beraber çalıştık. Nihayet gazete '963 yılına doğru kapandı.

Bu arada bozulan sağlığımın tedavisi için kaplıcalara gittim. Haymana, Kızılcahamam ilçelerindeki kaplıcalardan şifa aradım. Gazete kapanınca yeniden işsiz kaldık.

Dünyanın büyük ozanlarından biri Neruda:
Pablo Neruda çevirilerini sürdürüyordum. Neruda, bilindiği gibi dünyanın en büyük şairlerinden birisidir. Şiirle uğraşmam dolayısıyla Neruda'ya eğilimim gün geçtikçe artıyor­du. Neruda çarpıcı ve büyük bir ozandır. Dünyayı ve insanları seven birisi. Başından da büyük olaylar geçmiştir. Gizli yaşadığı, sürgün­de kaldığı yıllar olmuştur. Büyüklüğü biraz da buradan gelmektedir. Benim ona ilgim de bu bazı yakınlıklardandır.

Yeniden İstanbul'un arkadaşlığı:
İstanbul'a gittim. Daha önceleri de gitmiş olmama rağmen, İstanbul'u pek tanımıyordum. Yerleştim. Hatta Menekşe'den bir ev de tuttum. Birçok çalışmam olacaktı. Çevirileri de hızlandırmıştım. Ant dergisiyle de bir ara ilişkim oldu.

Bir spor dergisinde de düzeltmen olarak çalışıyordum.

Bu dönemde en önemli iş diyebileceğim çalışmam, Meydan Larus'taki çalışmamdır. Bu işi bana Yaşar Kemal bulmuştu. Yaşar Kemal eski bir dosttu. Çevresi de şimdi genişti. Bu iş beni çok rahatlattı. Bu iş kısa sürdü. Sakıncalılığımızdan dolayı dergiyle ilişiğimiz kesildi. Bu kararı bana o zaman derginin önemli bir yönetmeni olan Günay Akarsu isimli arkadaş tebliğ etti.

İstanbul'da çocuk yayınları yapan bir yayınevi vardı. Bu yayınevi­nin Dünya Masal ve Efsaneleri adlı bir dizisi vardı. Çin, Hint, Eski Mısır gibi dünya uluslarının masal efsane kolleksiyonlarını çevirdim. Yedi sekiz kitap tutuyordu. Basılmak üzere hazırlıklar yapılmıştı.Ekonomik sıkıntılar başgösterince, kendi köyüme yerleşmem ge­rekiyordu. İstanbul'a veda ederek kendi köyüme yerleştim. Kitapların basılıp basılmadığı konusunda bilgi alamıyorum. Bir kazık daha atı­lıyor bize.

Her yıl kış aylarında köyümde bulunuyordum. Yazları gezebile­ceğim zamanlarda dışarı çıkıyordum. Ankara, İstanbul gibi şehirlere geliyordum. Bu arada şiir üzerindeki çalışmalarım ve çevirilerim devam etti.

Ben sanattan ne anlıyorum:
Ben sınıf edebiyatı yapıyorum.

Türk halkının hayatın her dönemde aktif olan, güzel olan, büyük olan bu halkın sanatını yapmaya çalışıyorum.

Bence sanat her şeyden önce bu sınıfın yaşam kavgasındaki gücü­nü kudretini ortaya koymasındadır. 1940 yılına gelinen zamanlarda Türkiye' de çeşitli sanat görüşle­ri varolmuştur. Bilhassa endüalist sanat biçimine karşı ve toplumcu yanı olan cereyanlar bu devrede etkili olmuştur. Gayet tabii olarak bu toplumcu yanı kuvvetli olan akımın içindeydim. Ve içinde olacağım. Hani eski bir söz vardır:
İnsan nasıl yaşarsa öyle düşünür. Bu çok doğrudur. Yani düşüncesini, yani bilincini onun sosyal hayatı, sosyal pratiği belirler. İnsana kendi çevresinde olan ilişkiler gene diyalektik bir bakışla açıklanabilir. Sanat ise daha karmaşık bir olaylar zinciri­dir. İyi, başarılı bir eseri meydana getirebilmek için önce sosyal bir içerik, sonra da estetik bir kılıf zorunludur.

Sosyal içeriği ve estetik yönü kuvvetli eserler ancak başarılı olur. Ben büyük sanatçılarda bu içeriği ve estetik yanın kuvvetli olduğunu görmüşümdür. Örneğin, Nazım'da ve Neruda'da bu sosyal ve estetik yönler bir bütün halinde ortaya konmuştur. Güzel ve kuvvetli olmak burdan gelmektedir.

Bir sanatçının doğru, devrimci bir yönde bir şeyler verebilmesi için, pratik ve teori arasındaki işbirliğini daima göz önünde tutması gerekir. Dünyayı ve olayları ancak diyalektik metodun ışığında kav­rayıp yorumlayabiliriz.

Sanatta, bilinçle duyarlık arasında tam bir uyum olmalıdır. Ne salt bilinç ne salt duyarlık tek başına yeterli değildir. Bir sanat eserinden, devrimci sanattan söz ettiğimizde, devrimci bir görüş açı­sından hareket ediyoruz. Yani dünyamızı insanca yaşanacak bir hale getirmek için şiiri ve sanatı sosyo-politik bir mücadelenin tanımlayıcı araçları olarak görüyoruz.

Baştan bakıldığında asıl mesele, insanın görüşlerinde karar­lı olmasını meydana getirmiştir. Sadece namuslu olmak da yetmez. Sonuna kadar hem namuslu hem de sapına kadar bilinçli olmak şart­tır. Gerçek sanatçı, pazarlıkların, küçük hesapların insanı değildir ve olamaz da.

Şimdi benim yapmak istediğim bir iş var. '951 Tevkifatını yaz­mak. Eğer sağlığım el verirse, ömrüm vefa ederse, '951 Tevkifatının destanını yazacağım. Bunun için kafamda bazı tasarılarım vardır. Eğer bu işi başarabilirsem çok mutlu olurum.

Genç sanatçı arkadaşlar:
İyi bir sanatçı olmak için önce, kendi halkını sevmesi daha doğru­su bu halkın içinden, bu halkın en devrimci sınıfına bağlılık göster­mesi; içtenlikle bunu yapmak şarttır. Hayatı tüm yönleriyle seveceksiniz.

İyilik kötülükleriyle, pisliğiyle, fakat seveceksiniz. Suyunu, dağını, toprağını, çevreyi de kendisi kadar her şeyini se­veceksiniz. Bunu sevdiğiniz bir sürede, bunları yapıtlarınıza geçire­bildiğiniz ölçüde büyük ve yol gösterici olacaksınız.

Ben, Türk halkının içinden çıkmış, halkımızın özelliklerini ya­pıtlarında yansıtmaya çalışan genç sanatçı arkadaşlarımı şimdiden kutlarım.


Enver Gökçe
Ankara, 1977-1980

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder