Şiir, Sadece: 2012-04-08

13 Nisan 2012 Cuma

Roses And Rue

Could we dig up this long-buried treasure,
Were it worth the pleasure,
We never could learn love's song,
We are parted too long.


Could the passionate past that is fled
Call back its dead,
Could we live it all over again,
Were it worth the pain!


I remember we used to meet
By an ivied seat,
And you warbled each pretty word
With the air of a bird;


And your voice had a quaver in it,
Just like a linnet,
And shook, as the blackbird's throat
With its last big note;


And your eyes, they were green and grey
Like an April day,
But lit into amethyst
When I stooped and kissed;


And your mouth, it would never smile
For a long, long while,
Then it rippled all over with laughter
Five minutes after.


You were always afraid of a shower,
Just like a flower:
I remember you started and ran
When the rain began.


I remember I never could catch you,
For no one could match you,
You had wonderful, luminous, fleet,
Little wings to your feet.


I remember your hair - did I tie it?
For it always ran riot -
Like a tangled sunbeam of gold:
These things are old.


I remember so well the room,
And the lilac bloom
That beat at the dripping pane
In the warm June rain;


And the colour of your gown,
It was amber-brown,
And two yellow satin bows
From your shoulders rose.


And the handkerchief of French lace
Which you held to your face -
Had a small tear left a stain?
Or was it the rain?


On your hand as it waved adieu
There were veins of blue;
In your voice as it said good-bye
Was a petulant cry,


'You have only wasted your life.'
(Ah, that was the knife!)
When I rushed through the garden gate
It was all too late.


Could we live it over again,
Were it worth the pain,
Could the passionate past that is fled
Call back its dead!


Well, if my heart must break,
Dear love, for your sake,
It will break in music, I know,
Poets' hearts break so.

But strange that I was not told
That the brain can hold
In a tiny ivory cell
God's heaven and hell.


Oscar Wilde

Tuba

Güneşli mavi ellere yelken açar
Beyaz kanatlı, altın yüklü gemiler,
Ve uçup giden hülyamızda ağaçlar,
Çeşmelerinden abıhayat akan yer.

Beyaz kuşlarla ve günlerce yolculuk;
Sihirli Hind'e doğru açılan diba,
En sonunda bereket akıtan oluk,
Olgun yemişleri yere değen Tuba.


Orhan Veli
(1936/Varhk,15.7.1937)









Uyku

Üzerinde beni uyutan minder
Yavaş yavaş girer ılık bir suya,
Hind'e doğru yelken açar gemiler,
Bir uyku âlemine doğar dünya.

Sırça tastan sihirli su içilir,
Keskin Sırat koç üstünde geçilir,
Açılmayan susam artık açılır
Başlar yolu cennete giden rüya...


Orhan Veli
(1936/Varlık. 1.6.1937)









Masal

Çocuk gönlüm kaygılardan azade
Yüzlerde nur, ekinlerde bereket;
At üstünde mor kâküllü şehzade;
Unutmaya başladığım memleket,

Şakağımda annemin sıcak dizi,
Kulağımda falcı kadının sözü,
Göl başında padişahın üç kızı,
Alaylarla Kafdağına hareket.


Orhan Veli
(1936/Varlık. 1.8.1937)









Dar Kapı

Nedir bu geceyle gelen birsam?
Duyuyorum serzenişlerini.
Karanlıkta ağzının yerini
Arıyor deli gibi hafızam.

«Yanıyor unutulmuş buhurdan
Yine gecenin içinde sessiz»
Hâtıralarla kabaran deniz,
Doluyor ruhun oluklarından.

Işık yağıyor doğan geceden.
Nasıl diriliş bu, neden sonra?
Bu rüya gibi geceden sonra
Gidecek mi o maziden gelen?

Seziyorum senelerce susan
Ruhumda taptaze bir geriniş,
Sonuna vardığım çölden geniş
Ayaklanma açılan umman.

Bütün mevsimlerimin üstüne
Geriliyor bembeyaz bir kanat.
Gelip durdu artık işte hayat
Bana hep onu vadeden güne.

Artık ebedî huzur deminin
İçebilirim sırlı tasından,
Girmek üzereyim dar kapısından
O eski rüyalar âleminin.


Orhan Veli
(Aralık1938/Varlık, 15.1.1937)







11 Nisan 2012 Çarşamba

Sonsuz Şiir

Çağdaş bir müzede 
Eski bir sinagogda 
Sinagogun içinde 
Ben 
Kendi içimde 
Yüreğim 
Yüreğimin içinde 
Bir müze 
Bir müzenin içinde 
Bir sinagog 
İçinde o 
Ben 
Kendi içimde 
Yüreğim 
Yüreğimin içinde 
Bir müze 


Yehuda AMICHAI

Bu Yüzyılın Ortalarında

Bu yüzyılın ortalarında birbirimize döndük 
Yüzlerimizin yarısı ve dolu gözlerle 
Eski Mısır'dan bir sahne gibi 
Bir an, öylece. 

Saçlarını okşadım 
Geldiğin yöne doğru, 
Çağırdık birbirimizi, 
Bilinmez kentlerin adını söyler gibi 
Yol boyunca 
Kimsenin uğramadığı kentler. 

Şarap gibi 
İnsanları içiyor dünya, ve sevilerini, 
Unutmak için. 
Unutamıyor 
Ve Filistin tepelerinin etekleri gibi 
Huzur bulamayacağız hiçbir zaman. 

Bu yüzyılın ortalarında birbirimize döndük, 
Beni bekleyen vücudunu gördüm gölgelerin arasında 
Daha o zaman sıkılıyordu sırtımda 
Uzun bir yolculuğun deri kayışları. 
Ölümlü kalçalarına övgüler düzdüm, 
Geçici yüzümü övdün sense, 
Saçlarını okşadım gideceğin yöne doğru, 
Sonunun peygamberi derine dokundum 
Uykusuz ellerine dokundum 
Belki bir gün şarkılar söyleyecek dudaklarına dokundum. 

Çölün tozları kapladı 
Üzerinde yemeye zamanımız olmayan masayı, 
Fakat parmağımla 
Adının harflerini yazabildim tozlara 


Yehuda AMICHAI

Auschwitz'ten Sonra

Auschwitz’ten sonra teoloji öldü:  
Vatikan’ın bacalarından, beyaz dumanlar yükselir-- 
kardinaller tarafından seçilmiş bir Papa’nın işareti.
Auschwitz’teki krematoryumdan, kara dumanlar yükselir-- 
Tanrılar Meclisinin seçmediği 
Seçilmiş Ulusun işareti.

Auschwitz’ten sonra teoloji öldü:
İmha edilecek sâkinlerin bileklerinde
Tanrı’nın telefon numarası
Ama numara cevap vermiyor bir türlü
Ve şimdi bağlantı kuramıyor hiçbiri.

Auschwitz’ten sonra yeni bir tanrıbilim var:
Shoah’ta ölen Yahudiler
Onların Tanrısı gibi oluyor şimdi,
O Tanrı hiçbir şeye benzemez ve yoktur gövdesi.
Ölenler de hiçbir şeye benzemez ve yoktur onların da gövdesi.


Shoah: İbranice’de, İsrail dışındaki Musevilere uygulanan
vahşeti ifade eder. 
 
 
Yehuda AMICHAI

Ehram

Ey aşılmaz dağların ardında,
Ulaşılmaz beldelerden uzak,
Hasretin dallarım tutan sak,
Mavi, sonsuz bir takın atında!

Ey gülüşü sabahlardan güzel,
Dünyası düşüncelerden geniş!
Ey göğsünde ilâhî geriniş,
Rüyalarıma hükmeden güzel!

Nerde eğilen dalından yere
Portakalların düştüğü çardak,
Kadehe doyarak değen dudak,
Sevgiyle bakan göz, gecelere.

Yanmış ruhu titreten ilâhi,
Yapraklarda billûrlaşan seher,
Nerde çam kokan tahta testiler.
Geyik sesiyle çınlayan vadi?

Yaldız dallarda çiçek yerine
Yıldız açmaz mı artık ağaçlar?
Yanmaz mı bin rüya ile saçlar
Kapanıp günün eteklerine.

Ey gülüşü sabahlardan güzel,
Dünyası düşüncelerden geniş!
Ey göğsünde ilâhi geriniş
Rüyalarıma hükmeden güzel!

Hakikate olmaz mı acep ram
Yıllardır beslediğim düşünce?
Çıkılmaz dağlardan da mı yüce
Hasretlerin tırmandığı ehram?


Orhan Veli
(Aralık 1936/Varlık, 1.1.1937)

Son Türkü

Kaybolmak üzre suya düşen bilezik
Bak bütün kırışıklar silindi sudan.
Son saatimde mi uyandım uykudan,
Neden boş geçen yıllardan içim ezik?

Durdu beni ölüme götüren kervan.
Eski bir şarkı söyleniyor rüzgârda.
Duydum ki sevmeyi bilen dudaklarda
Benim ilâhilerim hâlâ okunan.

Sevgilim... ellerime dokunaraktan...
Beni çağıran bir eda var sesinde.
Bu muydu insanlara son nefesinde
Görüneceğinden bahsedilen şeytan?

Sular çekilmeye başladı köklerde
Isınmaz mı acaba ellerimde kan?
Ah! Ne olur bütün güneşler batmadan
Bir türkü daha söyleyeyim bu yerde.


Orhan Veli
(Ekim 1936/Varlık,15.6.1937)

Odamda

Ben miyim bu şeylerin sahibi?
Kafamda bir çocuk var meraksız,
İç âlemim oyuncaktan farksız.
Odam, içime bir ayna gibi.

Bir ışık oyunu var tavanda
Gölgeler seslerle birleşiyor
Ve bir karga beynimi deşiyor
Azaplar kemirdiğim bu anda.

Kardeşini öldürüyor Kaabil,
İçimde bir yanlızlık duygusu,
Ölüm kadar uzun yaz uykusu,
Sıkıntı ile geçilen sahil.

Bağlanıyor bir iple, bir sürü
Düşünce köyleri birbirine,
Çöküyor her şeyin üzerine
Hülyam boyunca kurduğum köprü.

Ve doluyor sessiz, ordularım,
Durmadan, dinlenmeden odama.
Urbam içinde yatan adama
Hayretle bakıyor dört duvarım.

Kardeşini öldürüyor Kaabil,
İçimde bir yalnızlık duygusu,
Ölüm kadar uzun yaz uykusu,
Sıkıntı ile geçilen sahil.

Ve delirmenin tatlı vehmini
Sessizlik odama dolduruyor.
Kargam hâlâ başımda duruyor
Bulmak'çün beyin cehennemini.

Düşüp yatağın dalgalarına
Günlerce sürüyor bu yolculuk.
Durmadan akıtıyor bir oluk
Korkuyu sükûtun mezarına.

Kardeşini öldürüyor Kaabil,
İçimde bir yalnızlık duygusu,
Ölüm kadar uzun yaz uykusu,
Sıkıntı ile geçilen sahil.

Dünyaya tek gelen insan gibi
Atılıyorum bir Hint dağına.
Giriyor kafamın darlığına
Kimsesiz dünyaların sahibi

Gidip gidip gelmede aynı his,
Ulaşmıyor iskeleye çıma.
Ansızın dikiliyor karşıma
Boynum kalınlığındaki ceviz.

Kardeşini öldürüyor Kaabil,
İçimde bir yalnızlık duygusu,
Ölüm kadar uzun yaz uykusu,
Sıkıntı ile geçilen sahil.


Orhan Veli
(Ekim 1938/Varlık, 18,12.1936)

Zeval

Örtüldü hafızanın örtüsü
Tasalarımın bittiği yerde.
Yükseliyor şimdi perde perde
«Geri gelen saadet» türküsü.

Devri tamam oldu pervanenin
Gökten bir beklediğim kalmadı.
Tükendi artık içimde tadı
Yıldızlı küreler düşünmenin.

Ne çıkar karşıma çıksa ecel,
Bu boşluk ondan daha mı iyi?
Başka bir âlemden beklediği
Olmayan kula zeval ne güzel!

Beklememek, beter beklemeden;
Geldi yolunu gözlediğim yâr.
Al bu başı sen artık ey rüzgâr
Ve sus artık sus artık ey beden!


Orhan Veli
(Ekim 1936/Varlık, 15.5.1937)

9 Nisan 2012 Pazartesi

Kurt

Ah! artık benim de benzim sarı,
Damar kanımı dolaştırmıyor.
Hiçbir kıyıya ulaştırmıyor,
Beni Şehrazad'ın masalları.

Anlamıyorum dilinden artık
Geceyi saran güzelliğin,
İçim, kör bir kuyu gibi derin,
Ve sonsuz rüyasında yalnızlık.

Susmak istiyorum, susmak bugün.
Susmak, hiçbir üzüntü duymadan,
Büyük bir kuş iniyor semadan.
Sükût, bu indiğini gördüğün.

Artık tırtılları beslemiyor
Bahçemin orta yerindeki dut.
Başıma kondu ebedi sükût.
Gün, yeniden doğmak istemiyor.

Kuşla oldumsa da senli benli,
Beynimi kurcalayan bir kurt var:
Anlamak istiyorum, ne yapar
Rüzgârı boşalınca yelkenli?


Orhan Veli
(Ekim 1936/Varlık, 1.1.1937)

Ave Maria

Rüzgâr tersine esiyor..
Niçin? Eski günler geri mi gelecek?
Kımıldıyor kozasında böcek
Bildiği hayata doğmak için.

Neden içimize doldu vehim?
Ah ümit., ümit, yollar boyunca.
Düşünmez miydi akşam olunca
Hacer'in kollarında İbrahim?

Ve gemisinde Kleopatra?
Neden yine kaynaştı havalar?
Saadet mi getiriyor rüzgâr
Dolarak erguvan atlaslara?

Elimize değen kimin eli?
Kimdir bu muammalarla gelen?
O mu, helezonlara yükselen,
Saba ellerinin en güzeli?

Sesler mi çözülüyor derinde,
Nedir durup dinlediklerimiz,
Şarkı mı söylüyor Semiramis
Babil'in asma bahçelerinde?

Omzundan örtüler kaydı yere.
Kim bu, kim alnımızdaki yazı?
Gözlerinde günahının hazzı
Gülüyor saz benizli bakire.


Orhan Veli
(Eylül 1936/Varlık, 1.2.1937)

8 Nisan 2012 Pazar

Nazım'ın Yüreği

Usanınca gerçeklerin yalanından, 
kaygan, yüzsüz baskıdan, 
tunç Nâzım'ı anımsarım 
ve sesini 
   biraz hançerimsi : 
      "Merhaba kardaşım... 
   Ne o, neden yüzün asık öyle 
      Boş ver! 
   Yoksa şiir mi takıldı bir yerde? 
      Gel, birlikte bitirelim. 
   Paran mı yok? 
      Bakarız bir çaresine, dert değil. 
Kız mı? 
      Aldırma bulunur..." 
Oysa asıl kendisinde var bir şey, 
   içini kemiren yüz çizgilerinden dehşetle akan : 
      "Hepsi iyi de, 
         şu yürek ağrısı... 
      Adam sen de 
         ağrıyadursun, yaşıyoruz ya..." 
Kimisi için şiir bir roldür, 
Kimisine bir dükkân, 
   kazançtır. 
Onun içinse ağrıdır şiir, 
   rol değil. 
Nâzım'ın yüreği de ağrıdı durdu işte. 
Üzerine titreyen doktoru bir gün, 
hani pek de güvenemiyerek, 
tenbih etmişti bana : 
   "Bakın" demişti, 
   "Keskin konulardan kaçının ki 
   ağrımasın Nâzım'ın yüreği..." 
Hey gidi doktor... 
   Hastanız gitti. 
Yaramadı çabalarınız. 
Yüreğiyse onun 
   gizli gizli çarparak 
   sürdürdü ağrısını 
      ölümünden sonra da. 
İçimdeki acı için ağrıyor, 
Türkler için, Ruslar için ağrıyor, 
kendisi gibi mapusta özgür olanlar için 
özgürlükte mapus gibiler için 
   ağrıyor. 
Hapisane acılarıyla yanan o yürek 
   - ölümden sonra bile - 
      dinlemiyor doktorları, 
korkak olduğumuz zaman 
   ağrıyor. 
neme gerek dersek ağrıyor. 
Onun gibi açık yürekle : 
   "Merhaba kardaşım..." 
   diyemezsek ağrıyor... 
Varsın ağrısın 
   hepsi için yüreklerimiz, 
   tek ağrımasın Nâzım'ın yüreği. 


Yevgeni YEVTUŞENKO

Stalin'in Mirasçıları

Mermer sessizdi.
 sessizce parıldıyordu camlar.
Nöbetçiler sessizdi,
 birer heykele çevirmişti onları rüzgâr.
İncecik tüken duman
 tabutun üstünde salınıyordu.
Ölüyü geçirirlerken anıtın kapısından
 sütunlardan akıyordu solukları.
Ağır ağır taşıdılar tabutu
  süngüler arasından.
Ölü de sessizdi -
 ölü de, o da!
  sessizdi, ölüydü.
Kaskatı sıkmıştı
 mumyalanmış yumruklarını,
ölü diye yutturuyordu kendini,
 ama herkesi gözetliyordu
  tabutunun içinden.
Kimler taşıyor kendini,
 unutmak istemiyordu:
Ryazan'lı, Kursk'lu gencecik erleri
  unutmak istemiyordu,
bir yolunu bulup kalkacaktı çünkü,
mezarından kalkmayı aklına koymuştu çünkü,
O toy delikanlıları
 kalkıp kandıracaktı.
Bir şeyler kuruyordu.
Dinlenmek için uykuya dalmıştı sadece.

Çoğaltın nöbetçileri,
 çoğaltın,
daha çok, daha çok nöbetçi dikin
  o tabutun başına,
Stalin dirilir belki,
 ve belki Stalin'le
Stalin'le birlikte geçmiş dirilir.
Kutlu, yüce geçmişimizi söylemiyorum,
Turksib'i söylemiyorum,
 Magnitogorsk'u söylemiyorum,
  Berlin'e çekilen bayrağımızı.
İyilerin bir yana itildiği günleri,
  haksız suçlamaları,
suçsuzların yakalanışını söylüyorum ben.
Güzel tohumlar ekmiştik oysa.
Maden eritmiştik,
sıralanıp yürümüştük
  onurumuzla.
Ama Stalin korktu bizden.
Uzak görüşlü değildi.
Siyaset dolapları çevirmekte ustaydı
ve kendine bir sürü mirasçı bıraktı
    yeryüzünde.
Mutlaka bir telefon vardır
  tabutunda şimdi,
şimdi Stalin
 buyruklar vermektedir
   Enver Hoca'ya.
Başka kime uzanabilir
 o tabuta bağlanmış telefon telleri!

Hayır,
 Stalin boyun eğmedi daha.
Aklınca ölümü kandıracak.
Bu anıtın içinden çıkardık onu,
    taşıdık;
Ama Stalin'in içinden nasıl çıkarıp
nasıl taşıyacağız
  mirasçılarını!
Mirasçıların bazıları gül buduyorlar
    bahçelerinde,
dinleniyorlar,
 sıranın
  kendilerine geleceğini sanıyorlar yine;
bazıları da
 küfürler savuruyorlar Stalin'e kürsülerde,
ama geceleri
 iç çekerek anıyorlar eski günleri.
Parti her şeyle ilgileneyim ister.
"Sen kendi işine bak," diyen olursa bana,
  uyuşuk olmak istemiyorum derim,
   bu da benim işimdir.
Stalin'in mirasçıları
  soluk aldıkça dünyada,
tabutunda Stalin
  pusuya yatmış
   dirilmektedir.

1962
Yevgeni YEVTUŞENKO

Öldürme Özgürlüğü

Özgürlük Anıtı'nın rengi şimdi 
Bir ölümcül donuklukla eşittir 
Kurşunlandı özgürlük, onun sevgili adı 
Sandı alındı bağımsızlığı geri - 
Amerika, kendi kendini vuran! 

Tam da öyle işte, kendi kendini! 
Sıkıysa çık dışarı bu korkulu 
Her taşına kâbuslar sinen ülkede 
Ve daha korkuncu bu gidişle 
Ormanlara kaçıp gizlenmek sonu. 

Toprakta o bildik koku 
Şu evrensel ünü olan Dallas'tan, 
Yaşamak nasıl da tekinsizlik dolu 
Ve işte senin en büyük utancın bu. 

Kim inanır masallara, hangi çağdayız 
O soylu fikir zevahirinin ardından 
Silah yağının fiyatı yükselirken 
Yaşamın düşürdüğün bedeline bak sen! 

Katillerdir cenazende yas tutanlar da 
Hissedar olmaya her karış toprağına 
-İşte yine, bir daha, hadi bir daha- 
Başaklarında kurşun tanelerinin 
Dalgalandığı Teksas tarlalarına. 

Şapkalarının altında haince 
Tarıyor gözleri karanlığı 
Senin o katil çetelerinin 
Tutmuşlar her kapıyı 
Ve işte cesedi bir ikinci Kennedy'nin... 
Amerika nedir bu, oğullarını koru! 

Ve çocukları, başka ülkelerdeki 
Ve onların kulübelerini küle döndüren 
Yakıyor tıpkı onlar gibi, ateş ve bombaların 
İnsan hakları bildirini senin de. 

Bilinci olmaya söz verdiydin dünyanın 
Şu hale bak, dipsiz utancın kıyısında 
Vurduğun, kral değil sözündür 
Onurundur, Vietnam'a attığın her bombada. 

Bir ulus çıldırıyorsa, yaptıklarını 
Mümkün müdür kınamak el kadar 
Üstünkörü barış sözleriyle. 

Tek yol senin için yine utançtır 
Tarih çamaşırhanede aklanmaz ki 
-Yok henüz, keşfedemedin 
Böyle bir çamaşır makinesini- 
Kan hiç paklanır mı Amerika! 

Nerendedir Amerika utancın senin 
Söyle nerede saklı o 
Sanki kaçan bir köle 
Kölelerin içinde. 

Tut ki Raskolnikov'dur dolaşan baştan başa 
Deliliğin kanlı baltası elinde 
Kendisini yine kendi yargılayan 
Planlı katliamlarıyla 
Canilerden geçilmiyorsun Amerika. 

Hey Abe, iyi ihtiyar 
De bana ne yapıyor ülkendeki insanlar? 
Kaçıncıdır sıralıyor tek bir gerçeği: 
Anlaşılır ancak kesildiğinde 
Yüce bir ağacın yüceliği. 

Lincoln oturuyor güneşe karşı 
Mermer sandalyesinde kanayarak. 

Aslında odur canavarların 
Bu kaçıncı kez vurduğu. 

İşte o kurşun delikleridir 
Amerika 
Yıldız diye koydukların da 
bayrağına. 

Urbası kurşunlarla lime lime 
Özgürlük Anıtı, ey sen 
O kadın, o ana yüreğinle 
Kaldır başını ölümlerden 
Aç ağzını, yum gözünü 
Toptan lanetle bu 
Kahrolası öldürme özgürlüğünü. 

Hey Özgürlük Anıtı, sen, kaldır şu 
Yeşile kesmiş yüzünü boğulduğun kandan 
Kafa tut özgürlüğün cellatlarına 
Ve ama alnından artık 
Bir damla kan akıtmadan. 

1968 
Yevgeni YEVTUŞENKO

Mizah

Krallar,
          imparatorlar ve çarlar,
tüm evrenin hükümdarları,
buyrukları altında bulundurmuşlar orduları
ama becerememişler hiç
                                            mizahı.
Ezop, yayan yürüyüp yolları
uğradığında ünlü kişilerin her gün
rahatlık içinde yüzen saraylarına,
onları dilenciden daha üstün görmemişti.
iki yüzlülerin
ayak izlerini damga gibi bastığı
evlerde, toplantılarda
Nasreddin Hoca,
                           iğneli şakalarıyla,
altüst etti
                 kafalarını
                                 kahkahalarıyla
bir dizi paytak gibi!
Kimileri
            ısmarlama
                            mizah istedi-
ama mizah parayla satın alınmaz ki!
Kimileri
            tuttu mizahı
                                 katletti
ama mizah ölmedi,
                              kaatillerine
keskin dişlerini gösterdi!
Çünkü durup ahmak ahmak
güçtür
        mizahla
                  savaşmak.
Tekrar tekrar idam ettiler mizahı
ama o,
        koltuğa alıp gövdeden ayrılmış kafayı
alay etti, savaştı.
Mumyacıların kavalları çalmaya başlar başlamaz
alaylı bir havayı,
mizah da şaştı, ve bir
meydan okuyuşla haykırdı:
          "İşte geldim geri, buradayım gene"
Keyifle, görseniz, hem de nasıl oynardı.
Tuttular tekrar hapsettiler mizahı
Şimdi o,
lime-lime olmuş eski bir palto içinde,
sarkık bir suratla
ve bir yapmacık pişman maskesiyle
siyasal bir suçlu
               hem de tutuklu
yürür
       ama özgür
                     idam sehpasına.
Dış görünüşüyle içine çekilmiş, biraz da pişman,
sanki de hayattan öte hayat olduğuna inanmış,
ama apansız
                  kayıverir
                           giydiği paltonun içinden,
ve el sallayarak
                     yağlayıverir tabanı.
Mizah şimdi taş duvarlardan, demir parmaklıklardan
dalmış içeri
onlar gösteredursun dar hücreleri,
                                                         ve zindanı
o bayağı bir insan gibi öksürüp
yürür cesurca öne doğru
                                     dudağında bir türkü,
elde tabanca, Kış Sarayının üstünden.
Alışıktır o kaş çatmalara,
çünkü bilir ki bir zarar getirmez onlar;
ve zaman olur mizaha
                                      kaş çatar
                                                 mizah.
Ölümsüzdür o,
                 Hafif ve çabuktur.
İçinden geçemiyeceği eşya
                                    ve insan yoktur.
Öyleyse-
         mizaha hem şeref dileyelim, hem şan
Çünkü-
         odur en cesur insan. 
 
 
Yevgeni YEVTUŞENKO

Küllendi Sana Olan Aşkım

Küllendi sana olan aşkım - bayatladı yaşam benzeri 
Çözüldü ölüm gibi, içler acısı bir öyküydü 
Koparıp atsam bu acımasız aşk şarkısının telini 
İkiye parçalasam gitarı - sürdürmek niye bu güldürüyü! 

Ne var ki o küçük o tüylü canavar anlamıyor 
Neden daha karmaşık yaptığımızı yalın olan her şeyi 
Ben alınca içeri koşup senin kapını tırmalıyor 
Ama benim kapımı tırmalıyor sen alınca içeri. 

Çıldırabilir insan böyle koşturmaktan, gerçekten 
Biliyorum daha çok küçüksün, küçük duygusal bir köpek, 
Ama duygusal olmaya da karşıyımdır ben. 
Neye yarar son perdeyi uzatıp işkenceyi sürdürmek? 

Güçsüzlük değil suç demeli duygusallığa aslında 
Yumuşayınca yine barışmaya söz verilir 
Sonra homurtular yeni bir gösteri için daha 
Tadı tuzu kalmamış "Aşkın kurtuluşu için" denir. 

Daha en başta tazeyken korunmalıdır aşklar 
Atmalı o aşk dolu "Daima!" ve o çocuksu "Asla!"ları, 
"Söz vermeyin!" diye bağırıyordu trenler, 
"Söz vermeyin!" diye mırıldanıyordu telefon telleri. 

Yarı çatlak ağaç dalları ve duman karası gökyüzü 
Uyarıyordu bizi, ama haberleri yoktu onların, 
İyimserliği yalnızca öğretilmemiş yalınlık gördüğümüzü, 
Ve büyük olmadığı zaman daha güvenli olduğunu umutların. 

Ayık kalmak gerekir ve tartmalıdır ayık kafayla 
İlişkinin değerini, benimsemeden önce-zincirin öğretisidir, 
Söz vermemektir göklere ama hiç değilse vermektir toprağa, 
Söz vermemektir ölüm ayırana kadar, ama hiç değilse bir yaşam vermektir. 

"Seni seviyorum" demeli insan aşık olunca. 
Çok acı oluyor sonra aynı ağızdan duymak yıkılışını 
Yalanlarla, küçümsemelerle ve alaylarla 
Ve bunlardır aldatmacaya döndüren kusursuz sandığımız dünyayı. 

Farkına varmaz aşkın insan. 
Söz vermemeli ve en iyisi 
Öyleyse neden çekeriz insanı, atlarmış gibi yalan seline 
Uçup gidene kadar elbette güzeldir imgesi. 

Aşık olmamak en iyisi, bilmeliyiz, aşk varmaz bir geleceğe. 
Uyuyup duruyor zavallı köpeğimiz, yeter bizi delirtmeye, 
Bir senin kapını tırmalıyor patileriyle bir benimkini 
Artık sevmiyorum seni; ama niyetim yok senden af dilemeye 

Sevmiştim bir zamanlar; bunun için işte, bağışla beni


Yevgeni YEVTUŞENKO

Devrim Türküleri

Daha sık söyleyin devrim türkülerini. 
Onları az söylüyorsunuz - 
           ve benim yaptığım da bu. 
Fazlaca mı doyumlusunuz? 
Size hiçbir şey heyecan vermiyor mu? 
Söyleyin o türküleri. 
Yardım edeceklerdir size. 
Kitaplar alın. 
O türküleri içeren. 
Okuyun bıkmadan, usanmadan. 
Söyleyin kendi kendinize 
           sesli ya da içinizden. 
Söyleyin çocuklarınıza da, 
           tabii çocuklarınız varsa. 
Duyacaksınız 
           uzak ve acılı 
                  ağır pranga şangırtlarını, 
Göreceksiniz tutuklanmışları, kıskıvrak bağlanmışları, 
           dövülmüşleri, 
                  kurşuna dizilmişleri, 
                       hurdahaş edilmişleri. 
Zamanın yapmacık ve yalancı marşlarına değil 
           onlar 
                  kendi kutsal türkülerine inanıyorlardı. 
O türküleri söylüyorlardı, 
           gizlice, 
                  usul sesle. 
Yüksek sesle söyleyememenin acısını 
           duyarak yüreklerinde. 
Biricik ve unutulmaz bir kanla 
           bağlıyız onlara biz. 
Şimdi o türküleri 
           yüksek sesle söylemeliyiz! 
Yaşamınız pek mi tekdüze? 
Pek mi kıpırtısız? 
İnsanlara 
           ve sözlere 
                  artık kalmadı mı güveniniz? 
Ama devrim türküleri var 
           yeryüzünde. 
Söyleyin onları. 
Size yardım edeceklerdir, göreceksiniz. 


Yevgeni YEVTUŞENKO
Çeviri : Ataol BEHRAMOĞLU

Babi Yar

Hiç anıt yok Babi Yar'da.
Tek mezar taşı o dik yamaç.
Korkuyorum.
Yahudiler kadar yaşlıyım şimdi.
Şimdi bir Yahudi gibi görüyorum kendimi.
Şimdi Eski Mısır'da dolaşıyorum.
Çarmıha geriliyorum şimdi, ölüyorum,
Çivilerin bile izi var üstümde şimdi.
Dreyfus geliyor aklıma. Ben oyum.
Kof adamlar suçluyor, yargılıyor beni.
Parmaklıklar ardındayım ansızın,
Kıstırılmışım, tutulmuşum, sövmüşler bana;
Brüksel dantelinden elbiseler giymiş hanımlar
Bağırarak şemsiyelerini çarpıyor suratıma.
Belostok'da bir çocuğum şimdi,
Yere yayılıyor damlayan kan,
Öfkeyle saldırıyor meyhanenin
Soğan ve votka kokan fedaileri.
Tekmelenmişim, elimden bir şey gelmiyor,
Yalvarıyorum, dinlemiyorlar bile,
"Gebertin çıfıtları, Rusya'yı kurtarın," diye
Haykırarak bir aktar dövüyor annemi.
Anna Frank olarak görüyorum kendimi,
Nisan dalları kadar inceyim,
Sevgiyle dolu içim;
Boş sözler söylemeyin bana,
Birbirimize bakalım istiyorum.
Gülecek, koklayacak ne var ki
Yapraklardan, gökyüzünden başka.
Ama çok şey yaparız sen istersen,
Usulca sarılırız birbirimize
Karanlık bir odada.
Bir gelen mi var? Korkma.
Bu gelen, baharın sesi.
Gel bana, dudaklarını uzat bana.
Biri kapıyı zorluyor.
Yok yok, kırılan buzların sesi.

Yaban otları hışırdıyor Babi Yar'da.
Ağaçlar sert sert bakıyor, yargıçlar gibi.
Her şey sessizce çığlık atıyor.
Şapkamı çıkarıyorum,
Anlıyorum, gittikçe yaşlanmışım.
Burada gömülü bu binlerce insanın,
Bu binlerce insanın ardından koparılmış
Sessiz bir çığlıktan başka neyim ki şimdi;
Burada vurulmuş her ihtiyarım ben,
Burada vurulmuş her çocuğum ben.
Ey Ruslar, vatandaşlarım, bilirim hepinizi.
Kötü eller kirletiyor temiz adınızı sizin.
Ülkem nasıl güzeldir, hep bilirim,
Nasıl korkunçtur kendilerine, hiç titremeden,
"Rus Birliği" adını takan Yahudi düşmanları.
Hiçbir yerim unutamaz bütün bunları.
Çınlasın "Enternasyonal"
Yeryüzündeki
Son Yahudi düşmanı gömüldüğü zaman.
Kanımda Yahudi kanı yok,
Ama öyleymişim gibi beni
Hor görüyor, aşağılıyor Yahudi düşmanları.
Gerçek bir Rus'um bu yüzden.

1961
Yevgeni YEVTUŞENKO