Sayfalar

1 Aralık 2012 Cumartesi

Rüzgârlı Bir Gece Rapsodisi

Saat on iki.
Aysı bir bireşimde tutulmuş
Sokakların kapsamı boyunca,
Fısıldanan aysı tılsımlar
Eritir belleğin döşemelerini
Ve onun bütün belirgin ilişkilerini,
Bölümlerini ve kesinliklerini,
Geçtiğim her sokak lambası
Çalar kaderci bir davul misali,
Ve karanlığın alanları boyunca
Hafızayı sarsar gece yarısı
Nasıl sarsarsa bir deli ölü bir sardunyayı.

Saat bir buçuk,
Titredi sokak lambası,
Söylendi sokak lambası,
Dedi ki sokak lambası,
‘Bir sırıtış gibi
Kendisine açılan kapının ışığında
Sana doğru duraksayan şu kadına dikkatle bak.
Görürsün giysisinin kenarı
Yırtılmıştır ve lekelenmiştir kumla,
Ve görürsün gözünün kenarı
Kıvrılır eğri bir topluiğne gibi.”

Hafıza fırlatır yukarı yüksek ve kuru
Kıvrılmış şeylerin bir kalabalığını;
Aşınmış, pürüzsüz ve parlatılmış
Bir dal kıvrılmış kumsalda,
Sanki vazgeçmiş dünya
İskeletinin gizinden,
Kaskatı ve beyaz.
Kırık bir zemberek bir fabrika avlusunda,
Kuvvetin terk ettiği biçime tutunmuş pas
Çetin ve kıvrımlı ve çatırdamaya alesta.

Saat iki buçuk,
Dedi ki sokak lambası,
“Kendisini olukta yassılaştırmış kediye dikkatle bak,
Çıkartır dilini
Ve siler süpürür bir parça küflü tereyağını.”
Çocuğun eli de öyle, kendiliğinden,
Çaktırmadan cebe atar rıhtımda dönenen bir oyuncağı.
Hiçbir şey göremedim çocuğun gözü ardında.
Işıklı panjurlar arasından dikizlemeye çalışan
Gözler görmüştüm sokakta,
Ve bir yengeç bir öğle sonrasında bir havuzda,
Kendisini tuttuğum çubuğun ucunu kavramış,
Sırtında deniz kabuklarıyla yaşlı bir yengeç.

Saat üç buçuk,
Titredi lamba,
Karanlıkta söylendi lamba.
Mırıldandı lamba:
“Dikkatle bak aya,
La lune ne garde aucune rancune, (*)
Belli belirsiz göz kırpar,
Köşelere gülümser.
Çimenin saçını düzler.
Hafızasını kaybetmiştir ay.
Soluk bir çiçek bozuğu çopurlaştırır yüzünü,
Eliyle kıvırır toz ve bayat kolonya kokan
Kağıttan bir gülü,
Beyninde mekik dokuyan
Bütün o kadim gecesel kokularla yalnızdır.
Anımsanır
Güneşsiz kuru sardunyalar
Ve çatlaklardaki toz,
Sokaklardaki kestane kokuları
Ve kadınsı kokular panjurları kapalı odalarda
Ve sigaralar koridorlarda
Ve kokteyl kokuları barlarda.”

Dedi ki lamba,
“Saat dört,
İşte kapının numarası.
Hafıza!
Anahtar sende.
Yayar merdivene bir haleyi küçük lamba,
Yukarı çık.
Yatak açık; diş fırçası asılı duvarda,
Ayakkabılarını koy kapıya, uyu, hazırlan hayata.”

Bıçağın son kıvrılışı.


T. S. Eliot (1888-1965)
(1948 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi) .
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy


(*) Ay kin beslemez asla.

Marina

Quis hic locus, quae regio, quae mundi plaga?


Hangi denizler hangi kıyılar hangi boz kayalar ve hangi adalar
Hangi sular okşar pruvayı
Ve çam kokusunu ve sisin arasında şakıyan ardıç kuşunu
Hangi imgeler geri döner
Ah kızım benim.

Köpek dişini bileyenler, yani
Ölüm
Sinekkuşunun görkemiyle parıldayanlar, yani
Ölüm
Memnuniyetin odacığında oturanlar, yani
Ölüm
Hayvanların esrimesinden ıstırap duyanlar, yani
Ölüm

Hayali olmuştur, rüzgârla azalmıştır,
Çamın bir soluğu, ve orman şarkısının sisi
Bu inayetle erimiştir mekanda

Nedir bu yüz, daha az duru ve daha duru

Nabız kolda, daha az kuvvetli ve daha kuvvetli –
Verilmiş ya da ödünç verilmiş? yıldızlardan daha uzak ve gözden daha yakın

Fısıltılar ve tiz kahkaha yaprakların arasında ve ivecen ayaklar
Bütün suların birleştiği uyku altında.

Buzdan çatladı cıvadra ve sıcaktan çatladı boya.
Ben yapmıştım bunu, unutmuştum
Ve hatırlamıştım.
Teknenin donanımları zayıftı ve branda bezi çürüktü
Bir Haziran ile başka Eylül arasında.
Bilmeden yapılmış, yarı bilinçli, bilinmedik, kendimin.
Karinanın payandası su sızdırır, kalafatlanmalı yarıklar.
Bu biçimi, bu yüzü, bu hayatı
Yaşamak hayattı ötemdeki bir zaman dünyasında; bırakın vazgeçeyim
Hayatımdan bu hayat için, söylenmemiş sözler için konuşmamdan,
Uyanık, ayrık dudaklardan, umuttan, yeni gemilerden.

Hangi denizler hangi kıyılar hangi granit adalar karinama karşı
Ve ardıç kuşu çağırır sisin arasından
Kızım benim.


T. S. Eliot (1888-1965)
(1948 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi) .
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy


“Marina”, “Denizin kızı” anlamına gelen Latince bir isimdir. Eliot, Shakespeare’in “Pericles” adlı oyunundaki Pericles’in kızı Marina’dan esinlenerek bu şiire isim vermiştir. Şiirin esin kaynaklarından biri de Shakespeare’in “The Tempest” (“Fırtına”) adlı oyunudur.

“Quis hic locus, quae regio, quae mundi plaga? “, ”Hangi yer burası, hangi bölge, dünyanın hangi yöresi? ” anlamına gelmektedir. Alıntı, Seneca’nın “Hercules Furens” (Çılgın Herkül) adlı yapıtından (Sahne 5, 1138.dize) . Herkül nerede bulunduğunu merak etmekte ve sormaktadır.

30 Kasım 2012 Cuma

Esrarlı Kedi Macavity

Nam-ı diğer Saklı Pençe, Macavity esrarlı bir kedidir:
Yasaya meydan okuyan suçludur; en hünerlisidir.
Scotland Yard’ın aldatılışı, Uçan Ekip’in umutsuzluğudur:
Çünkü ne vakit ulaşsalar suç mahalline – Macavity orada yoktur!

Macavity, Macavity, kimse değil Macavity gibi,
Çiğner bütün insan yasalarını, çiğner yerçekimini.
Havada yükselme gücüne şaşar bir Hint fakiri,
Ve ne vakit ulaşılsa suç mahalline – yoktur orada Macavity!
Havaya bakabilirsin, arayabilirsin O’nu bodrumda,
Ama tekrar tekrar söylüyorum sana, Macavity yoktur orada!

Kumral bir kedidir Macavity, çok uzun ve sıskadır;
Görsen tanırsın, çünkü gözleri içe basıktır.
Derin çizgilidir alnı düşüncelerden, kafası kötülüğe yargılıdır;
İhmalden dolayı tozludur ceketi, bıyıkları taranmamıştır.
Sallar durur kafasını bir yandan öbürüne, yılansı hareketlerle;
Ve büsbütün uyanıktır hep, yarı uyur olduğunu düşündüğünde.

Macavity, Macavity, Macavity gibi değil kimse,
Ahlâk bozuculuğun ucubesidir, bir zebanidir kedi biçiminde.
Yan sokaklardan birinde rastlayabilirsin O’na, rastlayabilirsin meydanda –
Ama ne vakit bir suçun farkına varılırsa, Macavity yoktur orada!

Dıştan bakıldığında saygıdeğerdir. (İskambil oynarken hile yaparmış) .
Ve ayak izleri Scotland Yard’ın hiçbir dosyasında bulunmazmış.
Ve ne vakit kiler yağmalansa, yahut mücevher kasası soyulsa,
Yahut sırra kadem bassa süt, yahut başka bir Pekin cinsi köpek boğulsa,
Yahut seranın camı kırılsa, ve sarmaşıklığın onarımı bozulsa,
Muhakkak, o şeyin bir şaşkınlığı vardır! Macavity yoktur orada!

Ve Dışişleri Bakanlığı bir Antlaşma’nın hatalı olduğunu anladığında,
Yahut Donanma Bakanlığı bazı planları ve çizimleri kaybettiğinde,laf aramızda,
Belki bulunur bir kağıt parçası merdivende yahut salonda –
Ama faydasızdır bunu araştırmak – Macavity yoktur orada!
Ve şöyle der Gizli Servis, kayıp açığa çıktığında:
“Macavity’nin işidir bu mutlak! ” – ama O şimdi bir mil uzakta.
Bulacağından emin olabilirsin O’nu dinlenirken yahut pençelerini yalarken,
Yahut uzun ve karmaşık bölme toplama işlemleriyle uğraşırken.

Macavity, Macavity, kimse değil Macavity gibi,
Asla böyle hilekâr ve kaygan bir Kedi görülmedi.
Hep vardır O’nun bir şahidi, yahut bir veya iki yedeği:
Ve ne vakit vuku bulursa bulsun fiil – MACAVİTY ORADA DEĞİLDİ!
Ve kötü fiilleriyle nam salmış bütün Kediler aslında
(Mesela Mungojerrie, Griddlebone mesela)
Onların bütün çalışmalarını denetleyen Suçun Napolyon’u
O Kedi’nin sadece ve sadece taşeronu.


T. S. Eliot (1888-1965)
(1948 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi) .
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

29 Kasım 2012 Perşembe

Gerontion (*1)

Thou hast nor youth nor age
But as it were an after dinner sleep
Dreaming of both.
(*2)

Buradayım işte, kurak bir ayda yaşlı bir adamım,
Bir oğlan kitap okurken, beklerim yağmuru.
Ne sıcak kapılardaydım
Ne de boğuştum sıcak yağmurda
Ne de dizlerim tuzlu bataklıklardaydı; pala sallamadım,
Sinekler ısırmadı beni, boğuşmadım.
Çürümüş bir evdir evim,
Ve ev sahibi, pencerenin denizliğine çömelmiş o Yahudi
Yumurtlanmış Antwerp’te bir meyhanede,
Kuluçkalanmış Brüksel’de, katmerlenmiş ve soyulmuş Londra’da.
O keçi öksürür geceleri yukarıdaki tarlada;
Kayalarda, yosunda, taştaki otta, hurdada, tezekte.
Kadın mutfak işlerini yapar, çay yapar,
Hapşırır akşama doğru, dürter huysuz olukları.

Ben bir yaşlı adam,
Bir donuk kafa rüzgârlı alanlarda.

İşaretleri mucizeler olarak algılarız. “Bir işaret gönder bize”: (*3)
Bir sözdeki söz, bir söz söyleyemeden, (*4)
Sarmalanmış karanlıkla. Yılın ergenlik çağında
Geldi o kaplan Mesih.

Baştan çıkmış Mayıs’ta, kızılcık ve kestane, çiçeklenen erguvan,
Yenmek için, bölüşülmek için, içilmek için
Fısıltılar arasında; Bay Silvero tarafından
Okşayan ellerle, Limoges’te (*5)
Bütün gece yandaki odada yürüyen kişi;
Hakagawa tarafından, Titianların arasında eğilmiş; (*6)
Madam de Tornquist tarafından, o karanlık odada
Değiştiriyor mumları; Fräulein von Kulp
Döndü salonda, kapıda bir el. Boş mekikler
Örer rüzgârı. Yok benim hayaletlerim, (*7)
Bir yaşlı adam cereyanlı bir evde
Altında rüzgârlı bir tepeciğin.

Bunca bilgiden sonra, ne bağışlaması? Düşün şimdi
Tarihin bir çok hin dehlizleri vardır, uyduruk geçitleri
Ve çıkışları, fısıltılı hırslarla aldatır,
Yönlendirir bizi kibirlerle. Düşün şimdi
Dikkatimiz dağılmışken verir bize
Ve verdiği şeyi de öylesi çevik bir şaşkınlıkla verir
Ki veriş teşne olur özleme. Çok geç verir
İnanılmayan şeyi, yahut eğer hâlâ inanılıyorsa,
Hafızada sadece, yeniden anımsanmış şehvet. Çok yakında verir (*8)
Zayıf ellere, vazgeçilebileceği düşünülmüş olan şeyi
Reddediş bir korku yaratana dek. Düşün
Ne korku ne de cesaret kurtarır bizi. Tuhaf tutkuların
Babasıdır kahramanlığımız. Erdemler
Salınır üstümüze arsız suçlarımız tarafından.
Bu gözyaşları silkelenmiştir öfke taşıyan ağaçtan. (*9)

Yeni yıla atlıyor kaplan. Biziz parçalayıp yuttuğu. Düşün nihayet
Varamadık neticeye, ben
Katılaşırken kiralık bir evde. Düşün nihayet
Yapmamıştım bu işi amaçsızlıkla
Ve bu geri geri giden iblislerin zorlamasıyla (*10)
Yapılmış bir şey değil.
Seninle bu konuda dürüstçe görüşmek isterim.
Yüreğine yakın olan ben uzaklaştırıldım oradan
Dehşette kaybederek güzelliği, sorgudaki dehşette.
Yitirdim şehvetimi: niye koruma ihtiyacı duyayım ki
Korunan her şey yozlaştırılmak zorunda olduğundan?
Yitirmiştim görmeyi, koklamayı, duymayı, tat almayı ve dokunmayı:
Daha yakınına gelebilmek için nasıl kullanabilirdim duyuları?

Binlerce küçük düşüncelerle bunlar
Uzatırlar onların serin çılgınlıklarının faydasını,
Tahrik ederler zarları, duyu serinletildiğinde,
Keskin soslarla, çoğaltmak çeşidi
Aynaların sahrasında. Ne yapmak ister örümcek,
Askıya almak mı işlerini, buğdaybiti
Sonraya bırakır mı? De Bailhache, Fresca, Bayan Cammel, dönendiler
Titreyen Ayı’nın pençesi ötesinde
Parçalanmış atomlarda. Rüzgâra karşı martı, Belle Isle’nin (*11)
O rüzgârlı boğazlarında, yahut akarken o Burun’da, (*12)
Kardaki beyaz tüyler, Körfez’in istekleri,
Ve bir yaşlı adam sürüklenir Tropik rüzgârlarla
Uykulu köşelere.

O evin kiracıları,
Kuru beyindeki düşünceler kuru bir mevsimde.


T. S. Eliot (1888-1965)
(1948 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi) .
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy


(*1) Gerontion, “küçük yaşlı adam” anlamına gelmektedir.
(*2) Ne gençliğin ne de yaşlılığın sahibisin / Fakat neredeyse bir öğle uykusunda gibi / İkisini de düşlersin. Shakespeare’in ”Measure for Measure” adlı piyesinden.
(*3) ”Ya ağacı iyi, meyvesini de iyi sayın; ya da ağacı kötü, meyvesini de kötü sayın. Çünkü her ağaç meyvesinden tanınır. … Çünkü ağız yürekten taşanı söyler. İyi insan, içindeki iyilik hazinesinden iyilik çıkarır. Kötü insan, içindeki kötülük hazinesinden kötülük çıkarır”. (Matta, XII, 12: 33-35) .
(*4) “Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı. Başlangıçta O, Tanrı’yla birlikteydi. Her şey O’nun aracılığıyla oldu, var olan hiçbir şey O’nsuz olmadı. Hayat O’ndaydı ve hayat insanların ışığıydı. Işık karanlıkta parlar ve karanlık O’nu alt edememiştir”. (Yuhanna, I, 1: 1-5)
(*5) Limoges: Fransa’nın orta bölgesinde bulunan porselenleriyle ünlü bir kent.
(*6) Titianlar, 1477-1576 yılları arasında yaşamış, tam adı Tiziano Vecelli olan fakat Titian olarak bilinen Venedikli portre ve dinsel konular ressamı tarafından yapılmış resimler anlamındadır.
(*7) “Günlerim çulhanın mekiğinden daha tez, / Ve bir ümit olmaksızın tükenmekteler”. (Eyüp, VII, 7:6) .
(*8) Shelley’in “Adonais”i: John Keats’in ölümü üstüne: ‘Çok yakında, ve güçsüz ellerle” (Too soon, and with weak hands.’)
(*9) Öfke taşıyan ağaç: iyiyi ve kötüyü öğreten bilgi ağacı. Bu ağacın meyvesini yemeleri üzerine Tanrı, Adem ile Havva’yı Cennet’ten kovarak ölüm ve acının bulunduğu dünyaya sürmüştür.
(*10) Geleceği görebilenleri “Cehennem”e yerleştirmiştir Dante. Ve ceza olarak onları geri geri yürümeye zorlamıştır.
(*11) Belle Isle: Labrador ile Newfoundland arasındaki bir ada.
(*12) Burun: Tierra del Fuego, Şili, Güney Amerika’nın en güneyindeki nokta. Charles Darwin’in “Voyage of the Beagle” adlı yapıtında “ölümün mekânı” olarak tanımlanmıştır.

Prelüdler

-I-

Uslanır kış akşamı
Biftek kokularıyla dar sokaklarda.
Saat altı.
Dumanlı günlerin yanıp bitmiş uçları.
Ve şimdi rüzgârlı bir sağanak sarmalar
Ayaklarının üstünde
Solmuş yaprakların kirli kırıntılarını
Ve boş arazilerde gazete kağıtlarını;
Vurur sağanaklar
Kırık panjurlara ve baca külâhlarına,
Ve sokağın köşesinde
Yalnız bir fayton atı buğu solur ve tepinir.
Ve sonra lambaların yakılışı.

- II-
Ayılır sabah
Baygın bayat bira kokularından
Tepinerek bütün çamurlu ayaklarıyla
Bıçkı tozuyla çiğnenmiş sokaktan
Gider erken açılmış kahvelere.

Zamanın sürdürdüğü
Öbür maskeli balolarla
Dayalı döşeli bin bir odada
Solgun perdeleri açan
Bütün eller düşünülür.

- III-
Fırlattın bir battaniyeyi yataktan,
Sırt üstü yattın, ve bekledin;
Uyukladın, ve beliren geceyi izledin
Ruhunu oluşturan
Bin iğrenç görüntü;
Titreşti tavanda.
Ve geri döndüğünde bütün dünya
Ve panjurların arasından süzüldüğünde,
Ve duyduğunda serçeleri oluklarda,
Sokağın zorlukla anlayabileceği
Bir düşüncen vardı sokak hakkında;
Saçından kağıtlar kıvırdın
Oturup yatağın kenarına,
Yahut kavradın sarı ayak tabanlarını
Kirli ellerinin iki ayasında.

- IV
Bir sitenin ardında rengi solan
Gökler boyunca sımsıkı gerildi ruhu,
Yahut çiğnendi ısrarlı ayaklarca
Saat dörtte ve beşte ve altıda
Ve doldurur pipoları kısa kare parmaklar,
Ve akşam gazeteleri, ve kesin kesinliklerden
İkna olmuş gözler,
Kararmış bir sokağın vicdanı
Sabırsızlanır sahiplenmeye dünyayı.

Bu görüntülerin etrafında sarmalanmış
Ve onlara yapışmış hayaller alıp götürür beni:
Muazzam uysal bir tasavvur
Muazzam acı çeken şey.

Ağzın boyunca sil ellerini, ve gül;
Boş arazilerde yakacak toplayan
Kadim kadınlar misali döner dünyalar.


T. S. Eliot (1888-1965)
(1948 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi) .
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Helen Hala

Bayan Helen Slingsby hiç evlenmemiş halamdı,
Ve revaçta olan bir meydana yakın küçük bir evde yaşadı
Kendisine bakan dört tane hizmetkârı vardı.
İşte öldüğünde cennette sessizlik vardı
Ve sessizlik kapladı sokağın kendisinin yaşadığı tarafını.
Çekildi panjurlar ve müteahhit sildi paspasa ayaklarını –
Farkındaydı bu tür şeylerin daha önce ortaya çıktığını.
Köpekler yakışıklıca hazırlanmışlardı,
Fakat kısa zaman sonra papağan da zıbarmıştı.
Şöminenin rafında Dresden marka saat tik tak tik tak,
Ve çökmüş yemek masasına üniformalı uşak
Dizlerinde ikinci hizmetçi kadını tutarak,
Sahibesi yaşarken hep çok hürmetliydi ancak.


T. S. Eliot (1888-1965)
(1948 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi) .
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

28 Kasım 2012 Çarşamba

Ölümsüzlüğün Fısıltıları

Ölüm Webster’i çevirmişti çılgına
Ve görmüştü kafatasını derinin altında;
Ve göğüssüz yaratıklar yerin altında
Dudaksız bir sırıtışla yaslanmışlar arkalarına.

Yuvarlar değil sanki nergis soğanları
Göz yuvalarından baktı!
Biliyordu ki tutunur etrafına ölü uzuvların düşünce
Cana can katar şehvetine ve gösterişlerine.

Donne bulamayanlardan birisiydi
Sanırım, hissin yedeğini;
Zapt etmek ve kavramak ve içine sokmak,
Deneyimin ötesinde uzmanlaşmak,

Bilirdi iliğin ıstırabını
İskeletin sıtmasını;
Ete dokunuş işlemez asla
Kemikteki hummada.

…..

Grishkin hoş kadındır:
Rus gözü önemle vurgulanmıştır;
Korsesiz göğsü arkadaş canlısıdır
Havalı mutluluğa vaatler vardır.

Kedinin akıcı ustalığıyla
Basık Brezilya jaguarı
Pençeli maymunu zorlar koşmaya;
Grishkin’in evi çift katlı;

Pürüzsüz Brezilya jaguarı
Damıtamaz ağaçlıklı alacakaranlıkta
O derecede bir kedi ıtırını
Grishkin misali oturma odasında.

Ve Soyut Varlıklar hatta
Tavaf ederler cazibesi etrafında;
Fakat bahtımız sürünür kuru kaburgalara
Fizik ötemizi sıcak tutmak bâbına.


T.S.Eliot (1888-1965)
(1948 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

J. Alfred Prufrock’un Aşk Şarkısı

S’io credesse che mia risposta fosse
A persona che mai tornasse al mondo,
Questa fiamma staria senza piu scosse.
Ma perciocche giammai di questo fondo
Non torno vivo alcun, s’i'odo il vero,
Senza tema d’infamia ti rispondo.
(*)

Gidelim öyleyse, sen ve ben,
Eterlenmiş hasta gibi bir masada
Serilmişken akşam göğe karşı;
Bildik yarı ıssız sokaklar arasından geçerek gidelim
Tek gecelik ucuz otellerdeki huzursuz gecelerin
Mırıldanan inziva köşelerine
Ve bıçkı tozlu ve istiridye kabuklu lokantalara:
Sinsi bir niyetin usandırıcı bir savı gibi
Ezici bir soruya seni sürükleyen sokaklara…
Ah, “bu nedir? ” diye sorma.
Gidelim ve yapalım görüşmemizi.

Gelir ve gider kadınlar odada
Konuşurlar Michalengelo hakkında.

Pencere camlarına sırtını sürten sarı sis
Pencere camlarına burnunu sürten sarı duman
Akşamın köşelerinde dilini yaladı,
Lağım sularının gölcüklerinde oyalandı,
Bacalardan yağan kurumun sırtına düşmesine aldırmadı,
Akıp gitti taraçada, ansızın sıçradı,
Ve görerek bunun yumuşak bir Ekim gecesi olduğunu,
Kıvrıldı bir kere evin etrafında, ve uykuya daldı.

Ve zaman olacaktır mutlak
Sokak boyunca kayan o sarı duman için,
Sürterek sırtını pencere camlarına;
Zaman olacaktır, zaman olacaktır
Karşılaştığın yüzleri karşılayacak bir yüzü hazırlamak için;
Öldüreceğin ve yaratacağın bir zaman,
Ve bütün çalışmalar için ve yükselten
Ve tabağına bir soru bırakan ellerin günleri için;
Senin için zaman ve benim için zaman,
Ve daha da zaman yüz tane kararsızlığa,
Ve yüz tane görüntü ve düzelti için,
Kızarmış ekmekten ve çaydan önce.

Gelir ve gider kadınlar odada
Konuşurlar Michalengelo hakkında.

Ve zaman olacaktır mutlak
“Cüret edebilir miyim? ” diye sormaya ve “cüret edebilir miyim? ”
Geri dönmeye zaman ve merdivenlerden inmeye,
Saçımın ortasında kel bir lekeyle –
(Diyecekler: “Nasıl da seyrelmiş saçı! ”)
Yakası sıkıca yanağımı bastıran sabah ceketim,
Soylu ve gösterişsizdir kravatım, fakat basit bir iğneyle fark edilir –
(Diyecekler: “Nasıl da ince kolları ve bacakları! ”)
Cüret edebilir miyim
Kâinatı rahatsız etmeye?
Bir dakikada yeterli zaman vardır
Bir dakikayı ters yüz edecek kararlara ve düzeltmelere.

Zaten biliyordum onların hepsini, biliyordum hepsini:
Biliyordum akşamları, sabahları, ikindileri,
Ömrümün ölçüsünü aldım kahve kaşıklarıyla;
Biliyorum uzak bir odadaki müziğin altında
Ölen bir düşüşle ölmekte olan sesleri.
Öyleyse nasıl yeltenebilirim?

Ve zaten biliyordum gözleri, hepsini biliyordum -
İfade edilmiş bir ibarede seni mıhlayan gözleri,
Ve ben ifade edildiğimde, yığılmışım iğne ucunda,
Mıhlanmışken ve kıvranırken duvarda,
Nasıl başlamalıyım öyleyse
Günlerimin ve yollarımın bütün bu kırıntılarını tükürmeye?
Ve nasıl yeltenebilirim ki?

Ve zaten biliyordum kolları, hepsini biliyordum –
Bilezikli ve beyaz ve çıplak kolları
(Ama kumral saçlarla örtünmüş lambanın ışığında!)
Beni bu denli konudan uzaklaştıran
Bir entarinin kokusu mu?
Bir masa boyunca yatan ya da bir şalla sarmalanmış kollar.
Ve nasıl yeltenmeliyim öyleyse?
Ve nasıl başlamalıyım?

…..

Söyleyeyim mi, alacakaranlıkta dar sokaklardan gittiğimi
Ve pencerelerine yaslanmış, gömlek kolları kıvrık
Yalnız erkeklerin pipolarından yükselen dumanları seyrettiğimi? …

Suskun denizlerin tabanında seğirten
Bir çift hırpani pençe olsaydım keşke.

…..

Ve ikindiler, akşamlar, uyur huzurla!
Pürüzsüz uzun parmaklarla,
Uyumuş… yorgun… ya da hasta numarası yapar,
Yayılmış yerde, burada seninle benim aramda.
Acaba, çaydan ve pastalardan ve dondurmalardan sonra,
Bu anı kendi bunalımına zorlayacak gücüm olur mu?
Ama ağlayışıma ve orucuma rağmen, ağlayışıma ve duama rağmen,
(Dazlaklaşmaya başlayan) kafamın bir tabakta getirildiğini görmeme rağmen,
Bir kâhin değilim ben – ve büyük bir mesele değildir bu;
En yüce olduğum anımın titreştiğini gördüm,
Ve gördüm o ebedi Kavas’ın paltomu tuttuğunu, ve kıs kıs güldüğünü,
Ve kısacası, korkmuştum.

Ve değer miydi tüm bunlara,
Fincanlardan, reçelden, çaydan sonra,
Porselenler arasında, seninle benim konuşmamız arasında,
Ve değer miydi tüm bunlara
Isırıp atarken meseleyi bir gülüşle,
Kâinatı bir top gibi sıkıştırmak,
Ezen bazı sorulara doğru yuvarlamak,
Söylemek: “Lazar’ım ben, ölümden gelirim
Her şeyi size anlatmaya geldim, her şeyi anlatacağım size” –
Eğer biri, kadının başına bir yastık yerleştirirken
Deseydi ki: “Bu değil kesinlikle benim meramım.
Bu değil, kesinlikle”.

Ve değer miydi tüm bunlara,
Değer miydi
Gün batımlarından ve avlu kapılarından ve çisentili sokaklardan sonra,
Romanlardan, çay fincanlarından, yerde sürünen eteklerden sonra —
Ve bundan, ve çok daha fazlasından? —
Meramımı tam olarak anlatmak imkansız!
Ama bir büyülü fener gibi bir ekran üstüne fırlatır sinir örüntüsünü:
Değer miydi
Eğer biri, yerleştirirken bir yastığı ya da fırlatırken bir şalı,
Ve dönerek pencereye doğru, deseydi:
“Bu değil kesinlikle,
Meramım bu değil kesinlikle”.

Hayır! Ne Prens Hamlet’im ben, ne de olmak istedim;
Bir saray mabeyincisiyim, öyleyim ki
Geliştiririm süreci, bir ya da iki sahneyi başlatırım,
Prens’e tavsiyede bulunurum; şüphesiz, önemsizim,
Hürmetkârım, yararlı olmaktan hoşnudum,
Becerikli, tedbirli, ve çok titizim;
Övgü doluyum, fakat biraz kalın kafalıyım
Bazen, aslında, neredeyse saçma –
Handiyse, bazen, Soytarı’yım.

Yaşlanıyorum… yaşlanıyorum…
Pantolon paçalarımı kıvırarak giyineceğim.

Saçlarımı arkadan mı ayırsam? Bir şeftali yemeye cüret edebilir miyim?
Beyaz flanel pantolon giyineceğim, ve yürüyeceğim kumsalda.
Duydum denizkızlarının birbirlerine şarkı söylediklerini.

Sanmam ki benim için şakısınlar.

Dalgalarda denize doğru açıldıklarını gördüm
Tarayarak dalgaların geriye uçmuş beyaz saçlarını
Ağartıp karartırken suları esen rüzgâr.

Oyalandık denizin odalarında
Kırmızı ve kahverengi deniz yosunlarıyla taçlanmış denizkızları yanında
İnsan sesleri bizi uyandırana ve boğulana dek.


T. S. Eliot (1888-1965)
(1948 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy


(*) “Eğer düşünseydim dünyaya yeniden dönebilecek birine yanıt verdiğimi, bu alev titremeyi bırakırdı. Fakat eğer duyduğum doğruysa, yani bu derinliklerden kimse asla yaşayarak dönmeyeceği için, yanıtlarım seni rezilce korkuya kapılmadan”. Dante’nin “Cehennem”inden (Canto 27, 61-67) .

27 Kasım 2012 Salı

Manzaralar

I.

New Hampshire

Meyve bahçesinde çocukların sesleri
Çiçeklenme ve hasat zamanı arasında:
Altın baş, kızıl baş,
Yeşil uçla kök arasında.
Kara kanat, kahverengi kanat, üzerinde uçar;
Yirmi yıl ve bitti bahar;
Bu-güne kederler ve ertesi-güne kederler,
Yapraklar-içinde-ışık, beni örter;
Altın baş, kara kanat,
Tutun, salın,
Sıçra, şakı,
Salın dur elma ağacında.

II.
Virginia

Kızıl nehir, kızıl nehir,
Yavaş akış sıcaklık sessizliktir
Hiçbir şey bir nehrin oluşu gibi
Olamaz. Sıcaklık devinir mi
Sadece bülbülün bir kez duyulması
Sayesinde? Dingin tepeler
Bekler. Bekler kapılar. Eflatun ağaçlar,
Beyaz ağaçlar, bekler, bekler,
Gecikir, çürür. Yaşar, yaşar,
Kımıldamaz asla. Kımıldar hep
Demir düşünceler, gelir benle
Ve gider benle:
Kızıl nehir, nehir, nehir.

III.
Usk

Ansızın kırma dalı, yahut
Beyaz pınarda sadece
Beyaz geyiği bulmayı umut et.
Kenara bak, mızrağa değil, heceleme
Eski tılsımları. Bırak uyusunlar.
“Yavaşça dal, fakat fazla derine değil”,
Kaldır gözlerini
Yokuş aşağı ve yokuş yukarı
Ara sadece
Boz ışığın yeşil havayla buluştuğu yerde
Münzevi’nin şapelini, hacının duasını.

IV.
Rannoch, Glencoe Dolaylarında

Burada açlık çeker karga, burada sabırlı geyik
Ürer tüfek için. Uysal ormanla
Uysal gök arasında, neredeyse mekân yok
Sıçramaya ya da kaçmaya. Öz ufalanır, ince havada
Ay soğuk ya da ay sıcak. Yol sarmalanır
Kadim savaşlarla halsizliğine,
Süzülür kırık çelikle,
Yanıltan yanlışın yaygarasına, hazırdır
Sessizliğe. Güçlüdür hafıza
Kemiğin ardında. Gurur kopmuştur,
Uzundur gururun gölgesi, o uzun geçitte
Kemiğin uzlaşması yoktur.

V.
Cape Ann

Ah çabuk çabuk çabuk, çabucak işit şakıyan serçeyi,
Bataklık serçesini, kurnaz serçeyi, duacı serçeyi
Şafakta ve alacakaranlıkta. İzle öğle vakti
İspinoz kuşunun dansını. Bir fırsat tanı
O utangaç çalı bülbülüne. Çağır bıldırcını
Tiz ıslıkla, o saçak beyazı
Atlayış defne yatağında. İzle su ardıcını,
Yürüyenin ayağını. İzle eflatun kırlangıcını,
Dans eden okun kaçışını. Karşıla
Sessizlikte gece şahinini. Hepsi de latif. Şirin şirin şirin
Fakat terk-i diyar ederler sonunda, bırakırlar
Gerçek sahibine, o kabadayıya, martıya.
Biter palavra.


T. S. Eliot (1888-1965)
(1948 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi) .
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Zafer Marşı

Taş, bronz, taş, çelik, taş, meşe yaprakları, atların toynakları
Taşlı yolda.
Ve bayraklar. Ve trampetler. Ve onca kartal.
Kaç tane? Say onları. Ve öyle bir insan kalabalığı.
Neredeyse bilmiyoruz kendimizi o gün, ya da tanımıyoruz şehrimizi.
Budur tapınağın yolu, ve kalabalık olan bizler doldurmuşuz yolu.
Öyle çok kişi bekliyor ki, kaç kişi bekliyor? Böylesi bir günde önemli mi sanki?
Geliyorlar mı? Hayır, henüz değil. Görebilirsin bazı kartalları.
Ve işitirsin trampetleri.
İşte geliyorlar. Geliyor mu O?
Egomuzun doğal hayatı bir algılayıştır.
Bekleyebiliriz taburelerimizle ve sosislerimizle.
Önce hangisi gelecek? Görebiliyor musun? Söyle bize. Gelen
5.800.000 tüfek ve karabina,
102.000 makineli silah,
28.000 siper havan topu,
53.000 arazi topu ve ağır silah,
Kaç tane mermi, mayın ve fitil olduğunu söyleyemem,
13.000 uçak,
24.000 uçak motoru,
50.000 cephane aracı,
işte 55.000 askerî araç,
11.000 arazi mutfağı,
1.150 arazi fırını.

Amma da zaman sürdü. O mudur acaba oradaki? Hayır,
Onlar golf kulübünün kaptanlarıdır, bunlar da İzci grubu,
Ve şimdi de Société gymnastique de Poissy geçiyor (*)
Ve şimdi geliyor Belediye Başkanı ve Hizmetçiler. Bak
İşte orada O, bak:
Gözlerinde ya da ellerinde
Sorgulama yok, atların boynu üstünde sessiz,
Ve gözler tetik, beklemede, sezmede, umursamaz.
Ey kumru kanadı altında saklanmış, kaplumbağa göğsünde saklanmış,
Öğle vakti palmiye ağacında, akan su altında
Dönen dünyanın dingin noktasında. Ey saklanmış.

İşte giderler tapınağa. Sonra kurban etmeye.
İşte gelir bakireler taşıyarak kupaları, kupaların içinde
Toz
Toz
Tozun tozu, ve şimdi
Taş, bronz, taş, çelik, taş, meşe yaprakları, taşlı yolda atların toynakları.

Budur bütün görebildiğimiz. Fakat ne de çok kartal! Ve ne de çok trampet!
(Ve Paskalya Günü, taşraya gitmemiştik,
Küçük Cyril’le birlikte kiliseye gitmiştik. Ve çan çalmışlardı
Ve O yüksek sesle demişti ki, lânet) .
O sosisi atma bakayım,
Sonra işe yarar. Kurnazın tekidir O. Lütfen
Bize ateşinizi verir misiniz?
Ateş
Ateş.
Et les soldats faisaient la haie? ILS LA FAISAIENT. (**)


T.S.Eliot (1888-1965)
(1948 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi) .
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy


(*) Poisy Jimnastik Derneği
(**) Ve askerler çiti yaparlar mı? YAPARLAR.

26 Kasım 2012 Pazartesi

Animula*

“Tanrı elinden çıkmış nüshalar, o basit ruh”
Değişen ışıkların ve sesin düz dünyasına,
Işığa, karanlığa, kuruya yahut ıslağa, soğuğa yahut sıcağa;
Sandalyelerin ve masaların bacakları arasında kımıldayan,
Yükselen yahut düşen, öpüşlerle ve oyuncaklarla avuçlanan,
Cesurca büyüyen, korku yaratacak denli ani,
Kol ve dizin köşesine geri çekilen,
Güveninin tazelenmesine hevesli, Noel ağacının
Itırlı parlaklığında haz alan,
Rüzgârdaki keyif, günışığındaki ve denizdeki;
Yerdeki güneşli örüntüleri inceler
Ve gümüş bir tepsi etrafında koşan geyikleri;
Karıştırır gerçekle hayali,
İskambil kağıtlarıyla ve papazlarla ve kızlarla memnun,
Perilerin yaptıklarıyla ve hizmetçilerin dedikleriyle.
Gelişen ruhun ağır yükü
Kurcalar aklını ve gücendirir daha da, günden güne;
Haftadan haftaya, gücendirir ve daha da kurcalar aklını
Emir sıygaları “-dır ve görünür” ile
Ve belki ve belki değil, arzu ve hâkimiyet.
Yaşamanın acısı ve düşlerin ilacı
Kıvrılıp yığar küçük ruhu pencere makamına
Britannica Ansiklopedisi arkasında.
Zamanın elinden çıkan nüshalar o basit ruh
Kararsız ve bencil, biçimsiz, topal,
İleri gitmekten ve geri çekilmekten aciz,
Sıcak gerçeklikten, sunulan hayırdan korkarak,
Yadsıyarak kanın tacizlerini,
Kendi gölgelerinin gölgesi, kendi kasvetindeki hayalet,
Bırakarak tozlu bir odada kağıtları karmakarışık;
Komünyon ayininden sonra yaşar sessizliğinde ilk kez.

Dua et Guiterriez için, hızla ve güçle coşkun,
Boudin için, üflenmiş parçalara,
Büyük bir servet yapmış olan için,
Ve kendi yoluna koyulmuş olan için.
Dua et Floret için, porsukağaçları arasında ölmüş köpeğin yanında,
Bizim için dua et şimdi ve doğum saatimizde.


T. S. Eliot (1888-1965)
(1948 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy


(*) Latince bir sözcük olan “Animula”, “küçük ruh” anlamına gelmektedir.

İsteri

Kahkaha attığında, kahkahasına karıştığımın ve onun bir parçası olduğumun farkına vardım, bir manga talimi yeteneğiyle sadece tesadüfi yıldızlar gibi olana dek dişleri. Kısa solumalarla içe çekildim, solundum her bir anlık iyileştirmede, nihayet kayboldum en sonunda gırtlağının karanlık yarıklarında, ezildim görünmeyen kasların dalgacığıyla. Ve titreyen elleriyle hayli yaşlı bir garson aceleyle seriyordu pembe ve beyazlı örtüyü paslı yeşil demir masanın üstüne, diyerek: “Eğer hanımefendi ve beyefendi çaylarını bahçede almak isterlerse, eğer hanımefendi ve beyefendi çaylarını bahçede almak isterlerse…” Eğer memelerinin sallanması durdurulursa, öğleden sonraki parçaların bazılarının toparlanabileceğine hükmettim, ve bu amaca dikkatimi yoğunlaştırdım özenli bir incelikle.


T.S.Eliot (1888-1965)
(1948 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi) .
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

25 Kasım 2012 Pazar

Bir Kadının Portresi

Thou hast committed-
Fornication: but that was in another country
And besides, the wench is dead.
The Jew of Malta.
(*)

I

Bir Aralık ikindisinin sisi ve dumanı arasında
Kendisini oluşturduğu -görünen- sahne senindir
“Bu ikindiyi sana sakladım”la;
Ve şamdanda dört mum o loş odada,
Işığın dört halkası tavan başlığında,
Juliet’in kabrinden bir atmosfer
Söylenecek ya da söylenmeyecek her şeye hazır.
Diyelim ki, saçları ve parmak uçları arasından
İlettiği prelüdlerini dinledik o son Polonyalı’nın.
“Öyle içten ki, bu Chopin, sanıyorum konser odasında
Ovuşturulmuş ve soruşturulmuş o çiçeğe dokunmamış
Belki iki yahut üç dostu arasında
Dirilecektir ruhu yalnızca”.
- Ve kayıp gider sohbet böylece
İstemsemeler ve dikkatle yakalanmış pişmanlıklar içinde
Karışıp ücra kornetlerle
Kemanların cılız tonları içinde
Ve başlar.

“Bilmezsin, ne kadar anlamlıdır benim için, dostlarım,
Ve nasıl, nasıl da nadir ve tuhaftır bu, bir hayatta
Bunca küsurdan ve sonlardan bunca şey oluşturmak.
(Gerçekte sevmiyorum bunu... biliyorsun? Kör değilsin!
Nasıl da zekisin!)
Bu niteliklere sahip, ve üstünde
Bir dostluğun yaşayacağı sahip olduğu
Bu tür nitelikleri veren bir dost bulmak.
Bunu sana söylemem nasıl da anlamlı –
Böylesi dostluklar olmadan – hayat, ne cauchemar! ” (**)

Kemanların sarmalları
Ve çatlak kornetlerin
Küçük ezgileri içinde
Başlar ağır bir tamtam beynimde,
Fena halde vurur kendisinin bir prelüdünü,
Kaprisli tek sesli
En azından kesin bir “yanlış nota”.
- Biraz hava alalım, bir tütün sarhoşluğunda,
Hayran kalalım anıtlara,
Konuşalım son olaylar hakkında,
Kamu saatlerine göre saatlerimizi ayarlayalım.
Sonra oturalım yarım saat ve biralarımızı yudumlayalım.

II 

Şimdi çiçeklenen leylaklarla
Dolu bir vazo vardır kadının odasında
Ve konuşurken burar onlardan birini parmaklarında.
“Ah, dostum, bilmezsin, bilmezsin
Hayat nasıldır, hayatı ellerinde tutansın sen”;
(Büker leylak saplarını yavaşça)
“Bırakıyorsun akıp gitsin senden, akıp gitsin diye,
Ve gençlik zalimdir, ve yoktur pişmanlığı
Ve göremediği durumlara gülümser”.
Gülümserim ben, elbette,
Ve sürer çay içme.
“Gene de bu Nisan günbatımları, ki nasılsa çağrıştırır
Defnedilmiş hayatı, ve İlkbahar’da Paris’i,
Tarifsiz huzurlu hissediyorum kendimi, ve dünyayı
Harika ve genç buluyorum, her şeye rağmen”.

Bir Ağustos ikindisinde kırık bir kemanın
Israrlı akortsuzluğu gibi geri dönüyor ses:
“Her zaman eminim anladığından
Duygularımı, her zaman eminim duygularından,
Eminim ki körfezin karşısına ulaşır elin.

Gayet sağlamsın, Aşil topuğun yok.
Devam edeceksin yoluna, ve başardığında
Diyebilirsin: bu noktada çoklarının iflahı kesildi.

Fakat neyim var, fakat neyim var ki, dostum,
Sana verecek, ne alabilirsin ki benden?
Sadece dostluk ve anlayış
Yolculuğun sonuna ulaşmak üzere olan birinden.

Burada oturacağım, dostlarıma çay ikram ederek…”

Şapkamı alırım: nasıl korkakça özür dileyebilirim ki
Bana söylediklerinden ötürü?
Görürsün beni herhangi bir sabah parkta
Okurken mizah ve spor sayfasını.
Özellikle fark ettim bir İngiliz kontesinin sahneye fırladığını.
Bir Polonya dansında öldürülmüş bir Yunanlı,
İtiraf etmiş suçunu başka bir banka dolandırıcısı.
Desteğimi esirgemem, hâkim olurum kendime
Mekanik ve yorgun bir sokak piyanosu,
Diğer insanların arzuladığı şeyleri çağrıştıran
Bahçe boyunca yayılan sümbüllerin kokularıyla,
Bazı eski bildik şarkıları tekrarlamadıkça.
Bu fikirler haklı mı haksız mı?

III 

Ekim gecesi yıkılıp düşer; dönerek daha önceki gibi
Kolayca hasta olmanın ufak bir duyarlığı haricinde
Tırmanırım merdivenleri ve çeviririm kapının tutamacını
Ve hissederim sanki emekleyerek tırmandığımı.

“Ve demek gidiyorsun yurtdışına; ve ne zaman dönersin?
Fakat bu yararsız bir soru.
Handiyse bilmiyorsun geri gelip gelmeyeceğini,
Öğrenecek çok şey bulacaksın”.
Düşer gülüşüm ağırca ufak süs eşyaları arasına.

“Belki yazarsın bana”.
Bir an için parıldar kendime hâkim oluşum;
Hesaba kattığım gibi tıpkı.

“Son günlerde meraklanıyorum sık sık
(Fakat başlangıçlarımız asla bilmez sonumuzu!)
Niçin pekiştirmedik dostluğumuzu? ”
Kendimi gülümseyen, ve aniden dönüp
Yüz ifadesine aynada bakan biri gibi hissediyorum.
Kendime hâkim oluşum eriyip akar; gerçekten de karanlıktayız.

“Çünkü herkes böyle diyor, bütün dostlarımız,
Onların hepsi emindi duygularımızın çok yakından
Bağlantı kurduğuna! Ben kendim handiyse anlamıyorum.
Terk etmeliyiz şimdi onu kadere.
Yazarsın, en azından.
Belki çok geç de değildir.
Burada oturacağım, dostlarıma çay ikram ederek”.

Ve ödünç almak zorundayım her değişen biçimi
Bulmak için ifadeyi … dans et, dans et
Dans eden bir ayı gibi,
Bağır bir papağan gibi, gevezelik et bir maymun gibi.
Biraz hava alalım, bir tütün sarhoşluğunda –
Pekâlâ! ve ölürse kadın bir ikindi vakti,
Boz ve dumanlı ikindi, sarı ve açık pembe akşam vakti;
Ölmeli ve bırakmalı beni otururken kalem elde
Evlerin tepelerine yığılıp kalan dumanla;
Şüphelidir, çünkü haylidir
Bilmedim ne hissettiğimi yahut anladığımı
Yahut ya bilge ya da ahmak olduğumu, geç ya da çok yakında…
Bu müzik başarılı bir “ölen düşüş” ile
Şimdi bahsederiz ölmekten –
Ve hakkım olabilir mi gülümsemeye?


T. S. Eliot (1888-1965)
(1948 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy


(*) Christopher Marlowe’un ilk kez 1592 yılında sahnelenmiş “Maltalı Yahudi” adlı piyesinden. Alıntıdaki ilk dizeyi Friar Barnadine söylüyor, geri kalanı da kızı hakkında konuşmasının kendisine ıstırap verdiğini söyleyen Barabas tamamlıyor: “-Çünkü sen / Zina yaptın. Fakat başka bir ülkedeydi bu / Ve üstelik o kadın da ölmüş şimdi”.

(**) “cauchemar”, kâbus anlamına gelen Fransızca sözcük.