Sayfalar

5 Ocak 2013 Cumartesi

İthaf

Dedikas


Sabah geldi, tekmeleri ürküttü
Sakin uykumu, beni halim saran,
Uyanırken, sessiz kulübemde
Giderken dağbaşı taze ruhumla;
Şenlendim, her attığım adımla
Yeni çiçeğe, dolu damlalarla salkan;
Yeni gün yükselirken meftun,
Ve herşey serinlendi, beni sevindirmek için.

Ve ben tırmanırken, çayırlar çınarından belirdi
Bir sis çizgi, çizgi yukarı.
Savuldu ve değindi, etrafımı çevirdi,
Ve büyüdü bedenimi kanatlarcasına serdi:
Güzel endamımı daha tadınamadan,
Çevre kapandı üzerime solgun vualla;
Hemen dökünmüş gördüm bulutlarla,
Kendimi kendimle kapanmış buldum seherle.

Aniden güneş delercesine aydınlandı,
Sis arasında berraklık görüle yazdı.
Burada sakin düşekaldı;
Bölündü yükselirken orman ve tepelerle.
Nasılda ümitlendim, ona selam verebilmeye!
Donuk tandan sonra iki kat daha güzel sandım.
Havalı mücadele hala bitmemişti,
Bir parıltı sardı ve gözlerim kamaştı.

Sonra, onları aç dercesine,
İçimden soğukkanlı yeni bir dürtü geldi,
Acele nazarlarla zorladım kendimi kabule,
Çünkü herşey yanıyor ve yakıyordu.
Baktım ki bulutlarla getiriliyor
İlahi bir hatun, gözlerimin önüne,
Öyle bir endam ki ömrümde görmedim;
Bana baktı ve beklercesine öylece dolaştı.

Tanımıyormusun beni? dedi tek bir ağızla,
Benden aktı sevgi ve vefa topraklara:
Anımsarmısın beni, kimi yaralarda
Hayatın pak merhemini döktüm?
Tabi bilirsin beni, ben, ebedi bağ,
Kalbin emel verir bana açıp kapanırken.
Sen değilmiydin kor yürek çırpıntılarıyla
Delikanlıyken bana özümsenirken?

Evet! diye haykırdım, mesut çökerken
Yere doğru, çok uzun sezdim seni:
Huzur verdin bana, genç uzuvlarımdan
Hırs içimde molasız eşelenirken;
Bana, enfes kuş tüyleriyle
Sıcak günde alnıma su serptin;
Bana alemin en iyi ihsanlarını verdin,
Ve her saadeti senden gelen, sadece isterim!

Sana isim vermiyorum, gerçi çok bahsedilir senden
Hatta fazlaca, ve herbiri kendinin bilir seni,
Her göz sana nişanlanmış zanneder,
Her birine ışıldaman olur hicran.
Ah, dalalete düşmüşken, çok yoldaşım vardın,
Şimdi seni tanımışken, sanki yapayalnızım:
Ben ferahımı sadece kendimle paylaşmalıyım,
Senin zarif parıltılarını örtüp kapatmalıyım.

Gülümsedi ve dedi ki: Bak, ne zekisin,
Ne muhtaçsınız, biraz açığa çıkmaya!
Güçbela ağır itham hayallerden emin,
Ancak çocuksu arzulara hakim,
Zannedersin yine insan üstüsün
İhmal edersin erkeğin görevini icra etmeye!
Başkalarından sen ne kadar farklısın?
Tanı kendini, dünyayla huzurda yaşa!

Af et beni, dedim, niyetim iyimserdi!
Gözlerimi beyhude mi açık tutmalıyım?
Memnun bir istek yaşıyor kanımda,
Senin nimetlerinin değerini biliyorum.
Ötekilere içimde asil kor büyüyor,
Ülküyü artık gömemem, istemiyorumda!
Neden bu yolu o kadar özlemle aradım,
Biraderlere onu göstermeyeceksem eğer?

Ve ben söylenirken, bana baktı yüce mahluk
Bir nazarla, insaflı ve merhametli hoşgörüyle;
Kendimi gözlerinde okuyabiliyordum,
Hatamı ve kusurumu, ve doğrularımı.
Hafifce güldü, o anda iyileşmiştim,
Yeni hoşnutluklara ruhum vardı:
Şimdi sağlam güvenlerle
Ona yaklaşabildim, yanına bakınabildim.

Aniden elini uzattı çizgilerin içine
Külfetsiz bulutlara ve kokulara rasgele;
Ve kapınca onu, o tutturdu kendini,
Çektirdi kendini, ve sis mis kalmadı.
Gözüm yine ovada gezinebilirdin,
Semaya bakındım, aydın ve celildi.
Onu sadece en temiz tülü tutar gördüm,
Onu saran ve binbir kıvrımlarla bürüyen.

Ben seni tanırım, tanırım zayıf taraflarını,
Ben bilirim, ne gibi iyilikler içinde neşreder!
-Dedi, sürekli böyle konuşur duyarım onu-
Kabul eyle burada, sana çoktandır ayırdığımı!
Mesut olana, hiçbir şeyden efkar dokunamaz,
Eğer bu hediyeyi alırsa sessiz gönülle:
Sabah muştusuyla örülmüş ve güneş berraklığı,
Şiirlerin perdesi, hakikatlerin ellerinden müjde.

Ve seni ve arkadaşlarını bunaltırsa
Öğleyin olunca, at onu havaya!
Birazdan akşam esintisinin serinliği hışıldar,
Etrafınızı buke-baharat kokuları sarar.
Endişe ağrıları, toprak duygular, susar,
Bulutlar yatağına dönüşür türbeler
Sakinleşir herbir yaşam dalgası,
Gün şefkatli olur, gece pırıldar.

Haydi gelin, dostlar, yollarınızda eğer
Hayatın yükü ezercesine bastırıyorsa,
Hattınızda bir tazecik yeni uğur varsa
Çiçeklerle bezenmiş, altın meyvelerle süslenmiş,
Beraber yarınki güne yürüyoruz!
Böyle yaşıyoruz, böyle mutlu olunuyoruz.
Ve sonra, torunlar bize yas ederlerken,
Onların neşeşine aşkımız ulaşsın erken.


Johann Wolfgang von Goethe

4 Ocak 2013 Cuma

Kurtuluş

Rettung


Sevgilim beni aldattı, güya
Beni neşeye düşman etti;
Hemen koştum akan suya,
Ve su önümden aktı gitti.

Dikildim kaldım çaresiz, suskun,
Kafam şişti, sanki sarhoşum;
Düşe yazdım nehre, vurgun,
Dünya takıldı bana, malum.

Bir an birşey duydum, çağırıyordu-
O tarafa ardımı dönmüştüm-
Bir sescik, hayran olası ötüm:
'Dikkat et kendine, derindir su.'

Tüm kanımdan birşey sızdı birden,
Gördüm ki, çok şirin bir kızdı;
Sordum: Adın ne? 'Sukızı! '
Ah güzel Sukızı! İyisin sen.

Beni ecelden beri tutarsın,
Sana ebedi canımı minnettarım;
Yalnız bu bence azdır sanırım,
Artık hayatımın da bahtısın!

Ona sefaletimi şikayet ettim sonra;
Gözlerini kapattı bir hayli hoş;
Öptüm onu, oda beni mayhoş,
Ve - bir daha mı, Ölmek asla.


Johann Wolfgang von Goethe

3 Ocak 2013 Perşembe

Manzara Ressamı Amor

Amor als Landschaftsmaler


Sabah bir kayanın tepesinde,
Hareketsiz, dalmıştım sisin derinine;
Gri tonlu gergin bir tül vardı önümde,
Örtmüştü hepsini enine boyuna yine.

Bir Oğlan yaklaştı, sokuldu yanıbaşıma,
Dediki: Ey Arkadaş, nasıl da dik dik
Donmuşcasına bakarsın boş bir kumaşa?
Boyamaya ve oynaştırmaya
Olan hevesini iyice yitirdin mi?

Döndüm kalfaya keza, ve düşündüm saklıca:
Kerata, bana ustalık mı taslıyor acaba!

Devamlı soluk ve avare kalmaksa amacın,
Dedi Oğlan, akıllıca birşey olamaz;
Bak, sana hemen bir tablo yapayım,
Hoş bir manzara boyamasını öğreteyim biraz.

Ve dimdik uzattı işaret parmağını,
Gül gibi kırmızı ve narin,
Oldukça açılmış halının üzerine,
Başladı parmağıyla çizmeye.

En üste güzel bir güneşi olgun kıldı,
Muazzam parlamasıyla gözlerimi aldı,
Bulutların kenarlarını altın yaptı,
Işıkları aralarından daldıra daldıra saldı.

Sonra hafif ve nazik taçlarını boyadı,
Zinde canlanmış ağaçların, tepeleri silsile geçti,
Ardarda sırasıyla seçti, bomboş arkalarda;
Aşağıları susuz bırakmadı,
Irmağı tamamen doğal yaptı,
Sırf güneşin ışıklarıyla pırıldarcasına,
Semadan derelere düşüp şarıldarcasına.

Ah, akarsuyun kıyılarında çiçekler açtı,
Ve orada, çayırda renkler vardı,
Altın ve Emay ve Erguvan ve bir de Yeşil,
Hepsi Zümrüt ve Yakut gibi, sanki değil!

Bunların üzerlerine ak ve pak göğü mineledi
Ve mavi dağları uzaktan uzağa,
Ki, büsbütün hayran ve tekrar yaratılmış gibi,
Bakakaldım kah Ressama, kah Tabloya.

Nasıl, dedi, kanıtladım sana di mi,
Bu sanattan gayet çok anladığımı;
Ama asıl zorunu ilave edeceğim şimdi.

Sonra hemen sivri parmağının ucuyla
Ve muazzam titizlikle ormanda,
Tam sınırında, güneşin ışıkları kuvvetle
Sarı topraktan geri çarptığı yerde
En tatlı kızı çizdi,
Terbiyeli, zarif giyinmiş ve kuşanmış,
Al yanakları doru saçlarının altında,
Ve yanaklarının rengi
Ressamın parmağının ta kendisiydi.

Hey gidi Oğlan! bağırdım, hangi üstat
Seni okuluna aldı ki,
Böyle tabi ve o kadar da kıvrak
Başlar ve bitirirsin hepsini?

Ben böyle konuşurken, öteden koptu
Bir rüzgar ve zirveleri oynattı,
Nehirde tüm dalgaları karıştırdı,
Mükemmel kızın eşarpını doldurdu
Ve, hayretler içindeki beni daha da şaşırttı,
Kız başladı, ayağını kımıldatmaya,
Yürüdü gitti gelmeye, yaklaştı bize,
Başıboş hocayla oturduğum yere.

Artık şimdi herşey, ama herşey kaynaşırken,
Ağaçlar, ırmak ve çiçekler ve perde
Ve kibar ayağı, en tatlı Perinin,
İnanıyormusunuz, ben hala kayamın tepesinde
Put gibi sessiz ve sakin beklemekteyim?


Johann Wolfgang von Goethe

2 Ocak 2013 Çarşamba

Mart

März


Aslında yalnız kar yağdı,
Sırası gelmemiş çiçeklerin,
Tüm çiçeklerin vakti vardı,
Tüm çiçeklerin vakti vardı,
Bizi sevindirmelerinin.

Güneşin bakışı aldatıyor
Işığı ılıman, yanlış.
Kırlangıç ise kandırıyor,
Kırlangıç ise kandırıyor,
Neden? Yalnız gelmiş.

Nasıl sevinsem tek başıma,
İlkbahar o kadar yakında?
Oysa beraber gelsek var ya,
Oysa beraber gelsek var ya,
Anında yaz da burada.


Johann Wolfgang von Goethe

1 Ocak 2013 Salı

Mignon

Bakma konuştuğuma, esasen susuyorum!
Zira gizemim görevim.
Aslında sana içimi dökmek istiyorum,
Ama engelim kaderim.

Vaktinde öteler güneşin seyrini
Karanlık gece, ve zorlar günaydına:
Sert kaya bağrını yarar gani,
Dünya alemden mahrum, olmaz haşa.

Huzur arar herkes dostun kuçağında;
Gam boşalır göğüsde yakınmakla;
Yalnız ahd kapamış dudaklarımı da;
Ancak yaradan kadir açmaya.


Johann Wolfgang von Goethe

Minyon = Sevgili



31 Aralık 2012 Pazartesi

Ezra Pound

Ezra Weston Loomis Pound, doğumu 30 Ekim 1885 - ölümü 1 Kasım 1972, ABD'li şair, çevirmen, deneme yazarı.

Hayatı

Ezra Pound İdaho sınırına yakın bir şehirde 1885 yılında doğdu. Babası Darphane memuru, büyük babası ise Kongre üyesiydi. Doğduğunda, damarlarında ekonomi ve siyaset akıyordu denebilir. 1901 yılında Pensilvanya Üniversitesine yazılır. Kısa zamanda Pound, Anglo sakson, klasik ve orta çağ edebiyatına büyük merak saldı. 1906 yılında Sanat diplomasını aldığında hayatının en önemli eseri olan Cantos'a başlamıştı. Üniversiteden sonra, müzisyen şairler, Güney Fransa Provansal halk şairleri üzerine çalışmaya devam eder; bu ise derhal Avrupa'ya gitmesine sebep olacaktı.

1908 yılında Pound Venedik'e gider. İlk şiir kitabı A Lume Spenton'u (Sönmüş Mumlarla) yayınlar. Pound, W.B. Yeats'le karşılaşmak için Ingiltere'ye gider. Orda çabucak, ünlü bir edebiyatçı olarak tanınır. Yeats ile tanışır ve Yeats'in Pazartesi akşamları toplantılarının vazgeçilmez siması olur.

Pound aynı zamanda, D.H.Lawrence gibi yeni kabiliyetleri ve ressam ve eleştirmen Wyndham Lewis gibi yazarları yayınlayan English Review ile ilişkiye girer. 1911 yılında New Age dergisinde yenilikçi yazı kampanyasını başlatır. Pound için, yüzyılın şiiri ciddi, direkt, coşkusallıktan kurtulmuş olmalıydı.

Pound bir yıl sonra, imgeci şiir akımını kurar. Bu dönemde, William Carlos Williams, T.S. Eliot, Hemingway ve James Joyce gibi yazar ve şairlerin kariyerlerine yardımcı olmaya çalışıyordu. Aynı zamanda, kendinden 20 yaş büyük, dünyaca meşhur şair Yeats ile ilgileniyor ve Waste Land (Çorak Ülke) adlı eserinin editörlüğünü de yapıyordu.

Amerika ve İngiltere arasında bir bağ oluşturuyor, Harriet Monroe'nun önemli Chıcago dergisi olan Poetry’de yardımcı editörlük yapıyor ve imgecilik şiir ekolüne bağlı şairleri yayınlıyordu. Bu akım açık ve oldukça görsel bir sunuşu savunuyordu. İmgecilikten sonra çeşitli şiirsel yorumları da yaydı. Pound imgeciliği mektuplarla, denemelerle ve bir antolojiyle daha da ilerletti.1915’te Monroe’ya yazdığı bir mektupta klişeler ve belli cümleler den kaçınan, modern ses veren görsel bir şiiri tartışır. 1913’te yayınladığı A Few Don'ts of an Imagiste (Bir İmgecinin Yapmaması Gereken Birkaç Şey, 1913)'de imge yi bir zaman biriminde zihinsel ve duygusal bir karışım sunan şey olarak tanımlar. Pound’un 1914’te yayınladığı 10 şairi kapsayan Des Imagistes (İmgeciler) adlı antolojisi William Carlos Williams, Hilda Doolittle ve Amy Lowell gibi önde gelen imgecilerin şiirlerinden örnekler içerir.

1914'de, ingiliz kültürü üzerinde sürekli bir etkisi olacak daha ciddi bir akımı, vortisizm'i lanse edecekti. Fikrin temelinde , Henri Gaudier-Brzeska adlı genç bir heykeltraş vardı. Wyndham Lewis ve diğer yakınlarıyla akımın gazetesi Blast ı yayınladılar. Aynı yıl , birçok vortisist sanatçının ölümüne sebep olacak Birinci Dünya Savşı patlayacaktı.

Vortisizm, Pound için, ilk devrimci propaganda tecrübesinin aleti , ve gelenekçilik sınırlarının dışına düşmesinin sebebi oldu. Pound, vortisizmi medeniyetin feneri ve önderi olarak, sanatı hak ettiği yere koyan bir akım olarak görüyordu. Böylece, sanatlar, daha evvel Yeats'in da öngördüğü gibi, mistik bir şekilde siyasete bağlanıyorlardı.

Pound, ticariliği , kendi sanatsal ve siyasi idealine her zaman engel olarak gördü. 1918'de Sosyal Kredi'nin kurucusu C.H.Douglas'la karşılaşır; Douglas moneter reformdan yana bir teori geliştirmektedir; para, üretimin ve yaratıcılığın ölçüsü olmaktan çıkıp, kullanışlılık kazandıkça, bir millet ve kültürü, haliyle, ticari emellerin devamının kurbanı olurlar. Pound bu teoriyi şevkle kabullenir. Kültürü yozlaştıran paranın iktidarının ortadan kaldırılmasına gerekli bir vasıta vardı elinde. 1930 ve 1940'lı yıllarda, ekonomi ve politika üzerine birkaç broşür yayınlar; Sosyal Kredi: bir şok ( 1935), Bir kartvizit (1942), Altın ve Iş (1944), ve Amerika, Roosvelt, ve savaşın sebepleri (1944) ; bu broşürlerin çoğu faşist Italya'da yayınlanır.

Pound'un bu tür ekonomi politik doktrinlerine varması, Yeats'in takib ettiği mistik yolla mukayese edilebilir. 1913 yılında Pound, Yeats'in sekreteri olmuştu. Pound, 1905 yılından bu yana , doğu dinlerine, yogaya, yıldız falcılığına merak salmıştı. Pound, aynı Yeats gibi yaratıcı ruhların belirli bir reenkarnasyonuna inanıyordu.

Pound, gerçek dinin sanatta gerçekleşen vahiy olduğuna inanıyordu. Hiristiyanlığı elinin tersiyle itiyor, ve Filistin'de vaiz edilende n tamamen farklı, Roma vatandaşını köleleştirmeyi hedefleyen bir inanç olarak görüyordu; bu anlamda Isa tamamen ölmüştür . Pöund, kiliselere tahammül edemiyordu; asırlardır istifade ettikleri parasal yardımları haksız buluyor, bunları esasında sanatçıların , filozofların ve bilim adamlarının hak ettiklerini iddia ediyordu.

Pound, eski zaman gizem dinleri ve kilise tarafından ortadan kaldırılan halk şairlerinin aşk inancı na sahip çıkıyordu. Köylüden imparatora , toplumun her ferdine, sosyal bir görev veren Konfüçyüs'ün sivil dininin, dengeli bir Devlete varmanın yollarından biri olduğuna inanıyordu. Daha sonra, faşist Italya'da böyle bir devletin gerçekleştiğini gördü ve inandı.

Aynı Yeats'de olduğu gibi, Pound'da da gizem ve kültür kavramları , onu liberal doktrinlere ve demokrasiye düşman olmaya itti. Pound , sosyal kredi politikası ile faşizmin gerçekleştiğine , bunun da plutokrasinin gücünü kıracağına inanıyordu. Ayrıca, sanatçıların, yönetmek için doğan bir sosyal seçkinler grubu teşkil ettiklerini, bunun için ise demokratik bir seçime ihtiyaç olmadığını müdafaa ediyordu. Sanatçılar ırkın antenleridirler, fakat toplum hiçbir zaman büyük sanatçılarına güven duymaz . 1914'den itibaren, Pound sanatçı, yeteri kadar sağduyuya sahip olduğundan, insanlığın çekilmez derecede aptal olduğunu anlamıştır . Buna rağmen, onu idare etmeye, eğitmeye, ikna etmeye , kendinden kurtarmaya çalışmıştır diyordu. 1922'de ise kitleler uysaldır , yoğrulabilirler ve onları şekillendiren kalıpları yaratan ise sanattır neticesine varıyordu.

Faşizm'e gelince, Pound için, eski bir geleneğin doruk noktası oluyordu ; bu noktada ise Mussolini , Hitler ve İngiliz Sir Oswald Mosley gibi şahsiyetleri görüyordu. Pound 1920'den itibaren etnolog Frobenius'un doktrinlerini incelemiş, mistik bir ırk yorumuna varmıştı. Pound için kültürler ırkların ürünüdür, ve her birinin kendine özgü ruhu , paideum u vardır ; bunun bekçisi ise sanatçıdır. Pound için Mussolini plutokrasiyi deviren bir devlet adamı olmanın da ötesinde, politikayı bir çeşit sanat haline getiren insandı : Pound, Mussolini, halkına, şiirin bir devlet davası olduğunu söyledi, ve bu şekilde, Roma'da , Londra ve Washington'dan daha yüksek bir medeniyet seviyesini dile getirdi diyecek kadar ileriye bile gitti. Pound, 1935 yılında yazdığı Jefferson ve/veya Mussolini adlı eserde izah ediyor : Mussolini'nin mahkemesi , eğer yaratıcılığı, kuruculuğu göz önünde bulundurulmazsa geçerli olamaz . Bir sanatçı olarak muamele edin , tüm detayların yerli yerine oturacağını görürsünüz... Faşist devrim, bazı özgürlüklerin muhafazası, belirli bir kültür seviyesinin ve hayat kurallarının korunması içindi ...

Pound, karısı Dorothy ile 1924'de Italya'ya yerleşirler . 1933'de Mussolini'yle karşılaşır, ve moneter bir reformla ilgili fikirlerini iletir. Ingiliz faşisti Mosley'le 1936'da tanışır ve sahibi olduğu British Union of Fascists dergisinde yazar ve 1959 yılına kadar yazışırlar. 1930 yılından itibaren Hitler Almanyasınn ekonomisi ile ilgilenir ve Berlin-Roma Aksının Lincoln'dan bu yana tefeciliğe karşı ilk hücum olarak görmeye başlar.

1940'da, Aks ülkelerine karşı savaşa muhalefet gruplarına yardım için gittiği ABD turundan döndüğünde , İtalya'da radyo çalışmaları yapar. Ameikan saati adlı programları 1941'de başlar. Pound kendisini bir Amerikan vatanperveri olarak gördüğünden , Japonların Pearl Harbour hücumundan sonra ABD'ye geri dönmek istese de Amerikan Başkonsolosluğu buna mani olur. Hiçbir geliri olmadığından, radyo çalışmalarına devam eder , ve tüm gücüyle Roosvelt yönetimine hücum eder ; hücumları ekonomik olmakla beraber , belirli bir sanat ve kültür eleştirisini de içerir.

Mussolini'nin katledilmesinden iki gün sonra, Pound, Amerikan askeri güçlerine teslim olmaya çalişmasina rağmen İtalyan partizanlar tarafindan tutuldu. Büyük bir ihtimalle, kendisinin de katledileceğin inanmış olmalı ; cebine Konfüçyus'la ilgili bir kitap alır. Bunun yerine, Pisa'da bulunan bir Amerikan kampında, tabanı betondan , tüm gece aydınlanan , demir bir kafes içerisine hapsedilir. Pound fiziken yıkılır ve bir sağlık merkezine yollanır ; burada Pisan Cantos ları üzerine çalışmaya izin elde eder. Aynı yıl Washington'a yollanır ve hapsedilir. 1943'de Pound ABD'ye ihanetten suçlanır. Hemingway, eski dostunun, savaştan sonra, geleceğinden endişe ederek , delilik müdafası yapmanın mümkün olduğunu ileri sürer ; fikir, Pound'un, Amerikan hükümeti nezdinde ilişkileri olan yakın dostları tarafından kabul edilir. Diğer bir grup ise Pound'un ölümle cezalandırılmasından yana idi . Fakat daha sonra deli olduğu kabul edilerek , St Elizabeth katiller için akıl hastahanesine kapatılır. Bu yerde edebı çalışmalarına devam eder; çevirdiği 300 çin şiiri 1954 yılında Harvard'da yayınlanır.

1950'li yılların ortasına doğru, birçok etkin sanatçı ve aydın, serbest bırakılması için kampanya başlatmışlardı. 1953 yılında , Pound henüz kesin ve formel bir teşhise tâbi tutulmamıştı . Adalet Bakanlığının yaptığı tetkiklere göre , sadece kişilik sorunları vardı. 13 yıl hapis yattıktan sonra , 18 Nisan 1958 yılında, vatan hayinliği ile ilgili suçu terkedildi. Aynı yıl, 30 Haziranda Italya'ya geri döndü, ve Napoli'ye vardığında gazetecilere faşist selamını verirken, Tüm Amerika bir timarhaneden ibaret dedi. Cantos eserine devam ederken , eski faşist dostlarıyla ilişkilerine devam etti. Amerikan diplomasisinin tüm kınamalarına rağmen, radyo ve gazetelere verdiği her söyleşide Amerikan sistemini eleştirdi. 1972 yılında Venedik'te hayata gözlerini yumdu. (Arsen Ceyhan)

1949'da Bollingen Şiir Ödülü'nü almıştır. Batı sanat ve kültürünü her yanıyla inceleyen Pound, klasik İlkçağdan Çin ve Japon şiirine kadar ilgi göstermiş, bunlardan esinlenerek şiire yeni olanaklar ve zenginlikler kazandırmıştır. Pound aynı zamanda , D.H.Lawrence gibi yeni kabiliyetleri ve ressam ve eleştirmen Wyndham Lewis gibi yazarları yayınlayan English Review ile ilişkiye girer. 1911 yılında New Age dergisinde yenilikçi yazı kampanyasını başlatır. Pound için, yüzyılın şiiri ciddi, direkt, coşkusallıktan kurtulmuş olmalıydı.

Eserleri
  • A Lume Spento (Sönmüş Mumlarla, 1908)
  • Exultations (Kutlamalar, 1909)
  • Personae (Kişiler, 1909)
  • Ripostes (Karşılıklar, 1912)
  • Lustra (Görkem, 1916)
  • Hugh Selwyn Mauberley (1920)
  • The Cantos (Kantolar, 1976, ö.s.)

Nihat Behram

Nihat Behram (doğumu 18 Kasım 1946 Kars), Türk şair, yazar, gazeteci. Asıl adı Mustafa Nihat Behramoğlu. Evlidir ve Mavi adında bir kız çocuk babasıdır.

Gazetecilik Yüksek Okulu'nu bitirdi. İlk şiiri 1967'de yayımlandı. Yayın hayatına Mart 1970'te başlayan Halkın Dostları dergisinde Nisan 1971 tarihli 13. sayıdan itibaren yazı işleri sorumlusu oldu. 1975'te ağabeyi Ataol Behramoğlu ile birlikte Militan dergisini çıkardı. 1972'de çıkardığı ilk şiir kitabı Hayatımız Üstüne Şiirler yasaklandı ve yazdıklarından ötürü 12 Mart Dönemi'nde iki yıl askeri cezaevinde tutuklu olarak yattı.

Cezaevinden çıktından sonra bir süre gazetecilikle uğraştı. Vatan gazetesinde ele aldığı Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın yaşamlarını ve mücadelelerini anlatan yazı dizisi Darağacında Üç Fidan adıyla kitaplaştırıldı. Bu yazı dizisi ve şiirleri öne sürülerek sivil mahkemelerde ve sıkıyönetim mahkemelerinde hakkında birçok dava açıldı. 12 Eylül Dönemi'nde Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığından çıkarıldı. 1996 yılında Türkiye'ye döndü. Bugüne değin 12 şiir kitabı yayımlandı. Şiirlerinde doğanın yeri ve sözcük dağarcığının zenginliği dikkat çekicidir.

Toplumcu Gerçekçi Şiir ilkelerine yöneldi,şiirini yeni biçim ve tema arayışlarıyla besledi.Edebiyat ve kültür üzerine yazdıkları,antoloji ve diğer çalışmalarıyla kuşağının önde gelen şair-yazarları arasına girdi.

İsviçre'nin Basel şehrinde yaşamakta, Yurt gazetesinde köşe yazıları yazmaktadır.

Kitapları

Şiir

  • Hayatımız Üstüne Şiirler (1972)
  • Fırtınayla Borayla Denenmiş Arkadaşlıklar (1974)
  • Dövüşe Dövüşe Yürünecek (1976)
  • Hayatı Tutuşturan Acılar (1978)
  • Irmak Boylarında Turaç Seslerinde (1980)
  • Savrulmuş Bir Ömrün Günlerinde (1982)
  • Ay Işığı Yana Yana (1986)
  • Yine de Gülümseyerek (seçmeler, 1987)
  • Cenk Çeşitlemeleri (1988)
  • Kundak (2000)
  • Ölülerimiz
  • Ayaklanma çagrısı (2009)
  • Ya Osmanlıya Dönüş Ya Sosyalist Cumhuriyet Mitingi (2009)
Roman

  • Gurbet (1987)
  • Lanetli Ömrün Kırlangıçları (1991)
  • Kız Ali (1998)
Çocuk Kitabı

  • Kuyruğu Zilli Tilki (1979)
  • Göğsü Kınalı Serçe (1980)
Anı

  • Darağacında Üç Fidan (1976)
  • Ser Verip Sır Vermeyen Bir Yiğit (1977)
  • Yılmaz Güney'le Yasaklı Yıllar

Faruk Nafiz Çamlıbel

Faruk Nafiz Çamlıbel (doğumu 18 Mayıs 1898, İstanbul – ölümü 8 Kasım 1973, İstanbul), Türk şair, siyasetçi, öğretmen.

Hecenin Beş Şairi'nden biridir. TBMM’de VIII., IX., X.ve XI. Dönem İstanbul Milletvekili olarak görev yapmış bir siyasetçidir. En ünlü eseri, Han Duvarları adlı uzun şiiridir. Behçet Kemal Çağlar ile birlikte Onuncu Yıl Marşı’nın sözlerini yazmıştır.

Hayatı

1898 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Babası, Orman ve Maadin Nezareti memurlarından Süleyman Nazif Bey, annesi Fatma Ruhiye Hanım’dır.

İlk ve orta öğretimini Bakırköy Rüştiyesi ile Hadika-i Meşveret İdadisi’de tamamladı. Şiire çocuk yaşlarda başladı. Yazarın ifadesine göre ilk şiiri “Saat”, "Çocuk Dünyası" adlı bir dergide yayınlandı (1914).

Bir süre tıp öğrenimi gördükten sonra okuldan mezun olmadan ayrıldı ve gazeteciliğe başladı. 1917-1918’de Ati Gazetesi’nin yazı işlerinde çalıştı. 1922’de gazetenin temsilcisi olarak Ankara’ya gitti.

1922’de Kayseri Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atandı. Kayseri’ye yolculuğunu, "Han Duvarları” adlı uzun şiirinde anlattı. Şiiri, Osmanzade Hamdi Bey’e ithaf etti. Kayseri’de kaldığı iki yıllık dönemde Milli Mücadele’nin havasını çok yakından yaşadı. Geleceğin ünlü şairi Behçet Kemal (Çağlar) onun Kayseri Lisesi’nde öğrencisi oldu. Şair, Kayseri Lisesi’nin marşını da kaleme aldı.

1924’te Ankara Erkek Muallim Mektebi edebiyat öğretmenliğine geçti; ardından Ankara Kız Lisesi'nde öğretmenlik yaptı. Ankara Kız Lisesi Marşı'nın güftesini yazdı. 1932’ye kadar yaşadığı Ankara’da cumhuriyetin kuruluşuna tanıklık etti. 1924’te “Çoban Çeşmesi”, 1928’de “Suda Halkalar” isimli kitapları yayınladı.

1928’de Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati'nin başkanlığındaki “Şark Vilâyetlerini Tedkik Heyeti”'nde bulunarak Sivas, Erzincan, Gümüşhane, Trabzon, Erzurum illerini ve dönüşteKastamonu'yu gördü. Bu yolculuk, onun edebi yaşamında bir dönüm noktası oldu. Memleket şiirleri yazmaya yöneldi.

1931’de Ankara Kız Lisesi’nde coğrafya öğretmenliği yapan Azize Hanım ile evlendi. Bu evlilikten İsmet ve Yeliz adında iki çocuğu dünyaya geldi.

1932-1946 arasında İstanbul’da edebiyat öğretmenliği yaptı. Vefa, Kabataş Lisesi ve Amerikan Kız Koleji edebiyat öğretmenliklerinde bulundu. 1933’de Onuncu Yıl Marşı’nın sözlerini Behçet Kemal Çağlar ile birlikte yazım yaptı.

Ankara ve İstanbul’daki öğretmenlik yıllarında çeşitli dergi ve gazetelerde şiirler fıkralar yayınladı. Mizah dergilerinde “Deli Ozan” ve “Çamdeviren” takma adlarıyla mizahi manzumeler yazdı. 1946’da siyasete atıldı ve 1946'dan 27 Mayıs 1960'a kadar Demokrat Parti İstanbul milletvekili olarak TBMM’de görev yaptı.

27 Mayıs 1960 ihtilalinin ardından tüm milletvekilleri ile birlikte kısa bir süre Yassıada'da, daha sonra da Celâl Bayar ve diğer DP milletvekilleri ile birlikte Kayseri Kapalı Cezaevi'nde tutuklu kaldı. 16 ay sonra aklanarak serbest kaldı.

Serbest kaldıktan sonra siyasete dönmek istemedi. Son yıllarını Arnavutköy’deki evinde geçirdi. Yassıada’da arkadaşlarıyla birlikte yaşadığı baskıyı “Zindan Duvarları” adlı bir şiir ile anlattı ve şiiri kitap olarak yayınladı. Eşinin ani ölümünün ardından çıktığı Akdeniz gezisi sırasında Samsun vapurunda Kaş - Fethiye arasında seyrederken 8 Kasım 1973 günü bir gezi sırasında hayatını kaybetti. Cenazesi, 11 kasım 1973’te Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedilmiştir.

Öğretmenlik yaptığı Kabataş Lisesi’nde 2005 yılında Faruk Nafiz Çamlıbel adına bir müze açlmıştır.

Edebiyat Yaşamı

İlk şiirlerini aruz ölçüsüyle yazdı. Cenap Şahabettin ve özellikle Yahya Kemal'in etkisinde kaldı. “Edebiyat-ı Umumiye” dergisi’nde yayımlanan “Şarkın Sultanları” şiiri, edebiyat çevresinde kendisine yer açmasını sağlayan ilk ürünü oldu. Aruzla yazdığı şiirlerini 1918’de “Şarkın Sultanları”, 1919’da “Dinle Neyden” ve “Gönülden Gönüle” adlı kitaplarında topladı. Sonralarıysa aruz ölçüsünden uzaklaşarak hece ölçüsünü ve Türkçenin yalınlaşması, yabancı kelimelerden ve kalıplardan uzaklaşılması düşüncesini benimsedi. Şiirlerinde hecenin Özellikle 7+7 kalıbına bir ses zenginliği kazandırdı. Milli edebiyatın oluşabilmesi, geliştirilebilmesini misyon edindi ve Enis Behiç Koryürek, Halit Fahri Ozansoy, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon ile birlikte türk edebiyat tarihinde “Beş Hececiler”’den biri olarak anılır oldu:

Sanatçı, halkın yaşantılarından çıkardığı konuları yine halkın söyleyiş ve nazım biçimleriyle dile getirir. Yepyeni görüşler getiren ünlü "Sanat" şiiri, memleketçi şiirin ilk bilinçli bildirisi kabul edilir. Batı etkilerine kapalı, Türk halk şiirine açık bir tutum içindedir.

Şiirlerinde ele aldığı başlıca temalar aşk, hasret, tabiat, ölüm, kahramanlık ve ihtirastır. 1918-1930 arasında edebiyatın tek kuvvetli aşk şairi olarak tanınmıştır. Duygu ve düşünceyi bir arada yürüten, romantik ve realist konuları ve hayatları işleyen şiirleriyle ün yapmıştır. Yolcu ile Arabacı şiirindeki yolcuyu ruha, arabacıyı bedene benzettiği örneklerdeki gibi başarılı teşbihleriyle tanınır.

Şiirin yanı sıra, yurt ve ulus sevgisini işlediği veya toplumsal gerçeklere yöneldiği oyunlar da yazdı.

1933 yılında Kayseri Lisesi’nden öğrencisi Behçet Kemal ile birlikte yazdığı sözler, Cemal Reşit Bey tarafından bestelendi ve eser, cumhuriyetin 10. yıl kutlamaları için düzenlenen marş yarışmasını kazandı.

Yazarın tek romanı, 1936’da yayımlanan “Yıldız Yağmuru”dur. Bu romanında şair Şuküfe Nihal Hanım’a aşkını anlattığı düşünülür.

Eserleri

Şiirleri
  • Ali
  • Piç
  • Yolcu ile Arabacı
  • Bizim Memleket
  • Çoban Çeşmesi
  • Dinle Neyden
  • Gönülden Gönüle
  • Bir Ömür Böyle Geçti
  • Suda Halkalar
  • Han Duvarları
  • Zindan Duvarları
  • Şarkın Sultanları
  • Mustafa Kemal
  • Son Aşık
Tiyatro Oyunları
  • Canavar O gün(1925)
  • Akın (1932)
  • Özyurt (1933)
  • Kahraman (1938)
  • Yayla Kartalı (1945)
  • İlk Göz Ağrısı
  • Hudekoğlu
Roman

  • Yıldız Yağmuru
  • Ayşe'nin Doktoru (1949)
Mektep Temsilleri
  • Bir Demette Beş Çiçek (1933)
  • Yangın (1934)
  • Belki Birgün (1946)

İsmet Özel

İsmet Özel, doğumu 19 Eylül 1944, Kayseri. Türk, şair ve yazar.

Bir süre Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde öğrenim gördükten sonra, Hacettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı’ndan mezun oldu. 18 yıl Devlet Konservatuvarı’nda Fransızca okutmanlığı yaptı. Ataol Behramoğlu'yla birlikte Halkın Dostları dergisini kurdu ve yönetti. 1963’ten itibaren şiirleri yayımlanmaya başladı. 1974’te düşünsel ve ruhsal bir değişim yaşayarak yazı hayatına İslami düşünce çerçevesinde devam etti. Uzun yıllar çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı yaptı. 2005’te Türkiye Yazarlar Birliği deneme ve üstün hizmet ödülünü kazandı. 9 şiir, 22 deneme, söyleşi, mektup ve 5 çeviri kitabına imza attı.

1978 yılında kaleme aldığı Üç Mesele (Teknik, Medeniyet, Yabancılaşma) en önemli kitaplarından biridir. 2007 yılında kurulan İstiklal Marşı Derneği'nin kurucusu ve hâlen genel başkanıdır.


Kitapları

  • Üç Mesele
  • Zor Zamanda Konuşmak
  • Taşları Yemek Yasak (It is Prohibited to Eat the Stones)
  • Bakanlar ve Görenler
  • Faydasız Yazılar
  • İrtica Elden Gidiyor
  • Surat Asmak Hakkımız
  • Tehdit Değil Teklif
  • Waldo Sen Neden Burada Değilsin?
  • Sorulunca Söylene
  • Cuma Mektupları -1,2,3,4,5,6,7,8,9,10
  • Tahrir Vazifeleri
  • Neyi Kaybettiğini Hatırla
  • Ve'l-Asr
  • Tavşanın Randevusu
  • Bilinç Bile İlginç
  • Şiir Okuma Kılavuzu
  • 40 Hadis
  • Henry Sen Neden Buradasın-1
  • Henry Sen Neden Buradasın-2
  • Kalıntürk
  • Çenebazlık
  • Şairin Devriye Nöbeti 1 - Tok Kurda Puslu Hava
  • Şairin Devriye Nöbeti 2 - Bileşenleriyle Basit
  • Şairin Devriye Nöbeti 3 - Neredeyizim
  • Şairin Devriye Nöbeti 4 - Ebruli Külah
Şiir
 
  • Geceleyin Bir Koşu (1966)
  • Evet İsyan (1969)
  • Cinayetler Kitabı (1975)
  • Şiirler 1962-74 (1980)
  • Şiir Kitabı (1982)
  • Celladıma Gülümserken (1984)
  • Erbain (1987)
  • Bir Yusuf Masalı (2000)
  • Of Not Being A Jew (2005)
  • Of Not Being A Jew -İlaveler ve Vaat Edilmiş Bir Şiir- (2008)
  • Of Not Being A Jew (2011)
Deneme, Söyleşi, Mektup
 
  • Üç Mesele (1978),
  • Şiir Okuma Kılavuzu (1980)
  • Zor Zamanda Konuşmak(1984)
  • Taşları Yemek Yasak (1985)
  • Bakanlar ve Görenler (1985)
  • Faydasız Yazılar (1986)
  • İrtica Elden Gidiyor (1986)
  • Surat Asmak Hakkımız (1987)
  • Tehdit Değil Teklif (1987)
  • Waldo Sen Neden Burada Değilsin? (1988)
  • Sorulunca Söylenen (2000)
  • Cuma Mektupları (1-10)(1995-2004)
  • Tahrir Vazifeleri
  • Neyi Kaybettiğini Hatırla(1994)
  • Ve'l-Asr
  • Bilinç Bile İlginç
  • Genç Bir Şairden Genç Bir Şaire Mektuplar (1995),
  • Tavşanın Randevusu(1996)
  • Kırk Hadis(2004)
  • Henry Sen Neden Buradasın? 1-2 (2004)
  • Kalın Türk (2006)
  • Çenebazlık (2006)
  • Şairin Devriye Nöbeti 1 - Tok Kurda Puslu Hava
  • Şairin Devriye Nöbeti 2 - Bileşenleriyle Basit
  • Şairin Devriye Nöbeti 3 - Neredeyizim
  • Şairin Devriye Nöbeti 4 - Ebruli Külah
  • Şairin Devriye Nöbeti 5 - Evet mi Hayır mı? Sınıf Savaşı Evet, Milli Mücadele Hayır
  • Şairin Devriye Nöbeti 6 - Allah'ın Emri Zaid/Plus Peygamberin Kavli
  • Şairin Devriye Nöbeti 7 - Evlenseydik Boşanacaktık
  • Şairin Devriye Nöbeti 8 - Hayatın Manası Versus Manalı Bir Hayat
  • Şairin Devriye Nöbeti 9 - Karz-ı Hasen
  • Şairin Devriye Nöbeti 10 - Siper Beden
  • Şairin Devriye Nöbeti 11 - Muvazzaf
  • Şairin Devriye Nöbeti 12 - Başbaş Başbaşa Başabaş
  • Desem Öldürürler Demesem Öldüm
  • Bir Akşam Gezintisi Değil, Bir İstiklâl Yürüyüşü - 1
  • Bir Akşam Gezintisi Değil, Bir İstiklâl Yürüyüşü - 2
Çeviri
 
  • Siyasi Felsefenin Büyük Düşünürleri - William Ebenstein
  • Gariplerin Kitabı - Ian Dallas
  • Osmanlı İmparatorluğu ve İslami Gelenek - Norman Itzkowitz
  • Bilim Kutsal Bir İnektir - Anthony Standen
  • Cihad- Bir Temel Tasarım - Abdülkadir Es-Sufi

Murathan Mungan

Murathan Mungan doğumu 21 Nisan 1955, İstanbul, yazar, oyun yazarı ve şair.

21 Nisan 1955 tarihinde İstanbul'da dünyaya geldi. Mardinli bir ailenin çocuğudur. Babası avukat İsmail Mungan, annesi Habibe Mungan'dır. İlk, orta ve lise yılları Mardin'de geçti; Mardin Lisesi'nden mezun oldu. Mardin eserlerinde sıkça kullandığı mekanlardan birisi oldu. Bu çevrenin taşıdığı farklı kültürel yapıyı, insan olgusunu eserlerine başarılı bir şekilde yansıttı.

Yazar, 1972'de Ankara'ya yerleşti. Lisans ve yüksek lisansını Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nde tamamladıktan sonra başladığı doktora çalışmasını yarım bıraktı, Ankara Devlet Tiyatroları’nda altı yıl, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda üç yıl dramaturg olarak çalıştı.

Gazete ve dergilerdeki ilk yazılarını 1975’te yayımlayan Mungan; yazı hayatı boyunca şiir, öykü, roman, deneme, tiyatro oyunu, sinema yazısı, senaryo, masal, şarkı sözü gibi farklı türlere ait eserler verdi.

İlk kitabı, Mezopotamya Üçlemesi adlı oyun üçlemesinin ilki olan Mahmut ile Yezida idi (1980). Bu oyun, Türkiye İş Bankası'nın açtığı yarışmada ikincilik ödülü aldı. Sahnelenen ilk oyunu Orhan Veli'nin şiirlerinden kurgulayarak oyunlaştırdığı Bir Garip Orhan Veli oldu. 1981'de ilk defa sahnelenen bu oyun, 1993'te kitap olarak basıldı.

Sahtiyan adlı şiiri ile de "Gösteri" dergisinin 1981 Şiir Yarışması'nda birincilik ödülü alan Mungan, özellikle Metal(1994) adlı kitabındaki şiirleriyle 1980 kuşağının en çok okunan, tanınan şairleri arasında ilk sıralarda yer aldı.

Mezopotamya Üçlemesi'nin ikinci kitabı olan Taziye adlı oyunun 1984'te sahnelemesi nedeniyle Ankara Sanat Kurumu'nca Mehmet Baydın ile birlikte en iyi oyun yazarı seçildi.

1987’de günlük gazete olarak yayımlanan Söz gazetesinde,“Kültür-Sanat Sayfası” editörlüğü yaptı. Aynı yıl, Hedda Golder Dile Bir Kadın öyküsü ile, Haldun Taner Öykü Ödülü'nü Nedim Gürsel ile birlikte aldı.

40. yaşı nedeniyle 1995yılında Murathan’95 adlı kitapta çeşitli ürünlerinden bir derlemeyi yayımladı. 2005 yılındaki 50. yaşı nedeniyle de 50 Parça adlı kitapta üzerinde çalıştığı kitaplardan hikâye,şiir, deneme, oyun gibi farklı edebi türden parçaları bir araya getirdi. Sadece 2005 yılı için yapılıp baskısı yenilenmeyecek bir kitap oluşturdu.

Yazıları, şiirleri ve kimi kitapları bugüne değin İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, İsveççe, Norveççe, Yunanca, Fince, Boşnakça, Bulgarca, Farsça, Kürtçe ve Flamancaya çevrilerek çeşitli dergi, gazete ve antolojilerde yayımlandı.

2012 Erdal Öz Edebiyat Ödülü'nü kazandı.

Mungan, 1985'ten beri yaşadığı İstanbul’da 1988’ten beri serbest yazar olarak çalışıyor.

Eserleri

Şarkı sözleri hakkında

Şarkı sözlerini, genellikle Yeni Türkü grubu besteleyerek seslendirdi. Yazarın şarkı sözlerinden, çeşitli dönemlerde çeşitli sanatçılar tarafından bestelenerek seslendirilmiş şarkılar, Söz Vermiş Şarkılar adlı albümde toplanarak, yeni düzenlemelerle Sezen Aksu, Ajda Pekkan, Nükhet Duru, Mor ve Ötesi, Aylin Aslım, Hümeyra gibi farklı sanatçılarca yorumlanmıştır. Söz Vermiş Şarkılar adlı kitapta bestelenmiş ve bestelenmemiş tüm şarkı sözlerini bir araya getirdi.

Senaryoları hakkında

Bir tanesi filme alınan üç tane de film senaryosu yazdı. Dağınık Yatak adlı senaryosu, 1984’te Atıf Yılmaz tarafından filme alındı. Henüz filme alınmamış senaryoları, Dört Kişilik Bahçe ve Başkasının Hayatı adlarını taşıyor. Bu üç senaryosu 1997’de üç ayrı kitap olarak yayımlandı.

Radyo Oyunları hakkında

Mungan’ın şehir tiyatrolarında çalıştığı dönemde Ankara İl Radyosu’nca seslendirilen iki tane radyo oyunu vardır: Dört Kişilik Bahçe ve Ölümburnu.

Seçkileri hakkında

Yabancı yazarların öykülerinden ve yazılarından oluşan çeşitli seçkiler yayımlayan Mungan'ın İlk öykü seçkisi Ressamın Sözleşmesi (1996)'dir. Daha sonra Çocuklar ve Büyükleri (2001), Yazıhane (2003), Yabancı Hayvanlar , Erkeklerin Hikâyeleri (2004), Kadınlığın 21 Hikâyesi (2004), Büyümenin Türkçe Tarihi (2007), Doğu Sarayı (2012), Kadınlar Arasında (2014) ve Merhaba Asker (2014) adlı öykü ve yazı seçkileri hazırladı.

Eser listesi

  • Mahmud ile Yezida, 1980
  • Osmanlıya dair Hikâyat, 1981
  • “Boyacıköy’de Kanlı Bir Aşk Cinayeti” (1982) (Öykü)
  • Taziye, 1982
  • Kum Saati, 1984
  • Son İstanbul, 1985
  • Sahtiyan, 1985
  • Cenk Hikâyeleri, 1986
  • Kırk Oda, 1987
  • Lal Masallar, 1989
  • Eski 45'likler, 1989
  • Yaz Sinemaları, 1989
  • Mırıldandıklarım, 1990
  • Yaz Geçer, 1992
  • Yaz Geçer - Özel Basım, 1992
  • Geyikler Lanetler, 1992
  • Bir Garip Orhan Veli, 1993
  • Oda, Poster ve Şeylerin Kederi, 1993
  • Omayra, 1993
  • Kaf Dağının Önü, 1994
  • Metal, 1994
  • Murathan’95, 1996
  • Li Rojhilatê Dilê Min, 1996
  • Paranın Cinleri, 1997
  • Başkasının Hayatı, 1997
  • Dağınık Yatak, 1997
  • Dört Kişilik Bahçe, 1997
  • Oyunlar İntiharlar Şarkılar, 1997
  • Mürekkep Balığı, 1997
  • Başkalarının Gecesi, 1997
  • Metinler Kitabı, 1998
  • Üç Aynalı Kırk Oda, 1999
  • Doğduğum Yüzyıla Veda, 1999
  • Meskalin, 2000
  • Soğuk Büfe, 2001
  • Erkekler İçin Divan, 2001
  • Yüksek Topuklar, 2002
  • 7 Mühür, 2002
  • Timsah Sokak Şiirleri, 2003
  • Yabancı Hayvanlar, 2003
  • Çador, 2004
  • 13+1, 2004
  • Bir Kutu Daha, 2004
  • Beşpeşe, 2004 (Elif Şafak, Pınar Kür, Faruk Ulay, Celil Oker ile birlikte)
  • Eteğimdeki Taşlar, 2004
  • Elli Parça, 2005
  • Söz Vermiş Şarkılar, 2006
  • Kâğıt Taş Kumaş, 2007
  • Kullanılmış Biletler, 2007
  • Yedi Kapılı Kırk Oda, 2007
  • Dağ, 2007
  • Kadından Kentler, 2008
  • Bazı Yazlar Uzaktan Geçer, 2009
  • Hayat Atölyesi, 2009
  • Eldivenler Hikayeler , 2009
  • İkinci Hayvan, 2010
  • Gelecek, 2010
  • Kibrit Çöpleri, 2011
  • Şairin Romanı, 2011
  • Aşkın Cep Defteri, 2012
  • Bir Dersim Hikayesi, 2012
  • Li Rojhilate Dile Min / Kalbimin Doğusunda, 2012
  • Tuğla, 2012
  • Mutfak, 2013
  • Kadınlar Arasında, 2014
  • Merhaba Asker, 2014

Tevfik Fikret

Tevfik Fikret (24 Aralık 1867 – 19 Ağustos 1915) Türk şair, öğretmen, yayıncı. Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılma sürecinde yetişti. Edebiyat-ı Cedide topluluğunun lideri olan Tevfik Fikret, devrimci ve idealist fikirleriyle Mustafa Kemal başta olmak üzere dönemin pek çok aydınını etkiledi. Türk edebiyatının batılılaşmasında büyük pay sahibidir.

Yaşamı

24 Aralık 1867'de İstanbul’un Kadırga semtinde dünyaya geldi. Ailesi ona Mehmet Tevfik adını vermişti. Babası Hüseyin Efendi, Çankırı’nın Bayramören ilçesine bağlı Dalkoz Köyü’nden ayrılıp İstanbul’a yerleşmiş Ahmet Ağa’nın oğlu idi. Hüseyin Efendi, oğlu doğduğu yıl İstanbul’da belediye meclis üyesi ve Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’nde memur olmuştu. Sonraki yıllarda Osmanlı Devleti’nin Hama, Nablus, Akka, Urfa, Halep mutasarrıflıklarında bulundu[1]. Annesi Hacı Hatice Refia Hanım, 1822'deki Yunan ayaklanmasında kimsesiz kalıp Osmanlılar’a sığınmış ve Müslüman olmuş iki Sakızlı Rum çocuğunun kızı idi. Mehmet Tevfik'in Sıdıka adlı bir kızkardeşi vardı.

Hac ziyaretine giden annesi Refia Hanım, 1879’da dönüş yolunda kolera nedeniyle ölünce Tevfik Fikret, 12 yaşında öksüz kaldı. Babası, saraya jurnal edilerek Arabistan’a sürgüne gönderildiği için kızkardeşi ile kendisinin bakımını anneannesi ve büyük yengesi üstlendi. Henüz çocukken annesini kaybetmek, onu hayatı boyunca etkiledi. 19 yıl sürgünde kalan babası da sürgünden hiç dönemedi ve orada öldü.

Aksaray’daki Mahmudiye Valide Rüştiyesi’nde öğrenimine başlayan Tevfik Fikret, çok dindar bir ortamda yetişmekteydi. Okulu, 93 Harbi yenilgisinden sonra Rumeli’den İstanbul’a gelen göçmenlere tahsis edilince öğrenimine Galatasaray Sultanisi’nde devam etti.[2] Bu yeni okula girişi hayatında bir dönüm noktası oldu. 11 yıl öğrenim gördüğü okulunda devrin önemli edebiyatçılarından Recaizade Ekrem, Muallim Naci, Muallim Feyzi gibi seçkin öğretmenlerin öğrencisi oldu. Şiir yazmaya lise yıllarında başladı. Öğretmenlerinin teşviki ile yazdığı ilk şiiri, Tercüman-ı Hakikat'de yayımlandı. Nazmi mahlasıyla yazılmış, gazel tarzında bir şiirdi. Okulu 1888 yılında birincilikle bitirdi.Eğitim manasında konuya başka türlü bakılırsa 1964 yılında Ankara'da onun fikrini yaşatma amacı ile Tevfik Fikret Lisesi kurulmuştur. Lise şuanda Fransızca eğitim vermekte olup Türkiye'de Tevfik Fikret'in mezunu oldugu Galatasaray Lisesi 'nin denkliğini almış tek okuldur.Çünkü, iki lise de Frankofon lise özelliğini taşır ve genel kanının aksine Fransız Liseleri değildirler.
 
Mezun olduğu yıl, Hariciye Nezareti İstişare Odası (Dışişleri Bakanlığı Enformasyon Dairesi)’nde katip olarak işe başlayan Mehmet Tevfik, kısa bir süre sonra geçtiği Maarif Mektubi Kalemi’nden bir yıl dolmadan istifa ederek ayrıldı. Yeterince çalışmadığını düşündüğünden iş deneyimi onu hayal kırıklığına uğratmıştı. İstifası sırasında, gecikmiş maaşlarının ödenmesini maaşı haketemediği gerekçesiyle reddetti.[3] Bu olay, onun dürüstlüğünü efsane haline getirdi. Hazine tarafından yine de kendisine topluca ödeme yapılınca tüm parayı Göçmenler Komisyonu’na bağışladı. Sadaret Mektubi Kalemi’nde kısa bir süre çalıştıktan sonra 1889 Ağustos’unda İstişare Odası’nda tekrar muavin olarak göreve başladı. Bir yandan da Yüksek Ticaret Okulu’nda Fransızca ve Türkçe dersleri vermekteydi.

Mirsad Dergisi

Kısa bir süre sonra Trabzon Valisi olacak dayısı Mustafa Bey’in 15 yaşındaki kızı Nazime Hanım ile 1890 yılında evlendi, dayısının evine yerleşti. Şiir konusunda bir süredir suskun olan Fikret, İsmail Safa'nın yönettiği Mirsad Dergisi'nde "Bahar" şiirini yayımlayarak suskunluğu bozdu; aynı yıl Mirsad'da 18 şiiri daha yayımlandı. Derginin açtığı iki yarışmada birer birincilik alarak ününü arttırdı.

Mekteb-i Sultani'de Öğretmenlik

Osmanlı Lisanı Öğretmenliği Sınavını kazanarak 1892’de çok sevdiği Mekteb-i Sultani’ye atanması ile yaşamında yeni bir dönem açıldı. İlkokul üçüncü sınıf Türkçe öğretmeni olarak göreve başladığı okulda, Muallim Naci'nin vefatı üzerine edebiyat öğretmeni olarak çalışmaya devam etti. Hükümetin bütçede kısıntı yapıp memur maaşlarını yüzde on kesmesine tepki olarak 1895'te okuldan ayrıldı, inzivaya çekildi.

Malumat Dergisi

Mirsad Dergisi'nin kapanması ile şiir yayımlamaya yeniden ara veren Tevfik Fikret, öğretmenlik yaptığı sırada 1894'ten itibaren, arkadaşları Hüseyin Kazım ve Ali Ekrem'in ısrarı ile yeni çıkaracakları Malumat Dergisi'nin başyazarlığını üstlenmişti. Derginin kapandığı 1895 Mayıs'ına kadar 25 şiiri yayımlandı. Bunlar, eski şiirlerine göre daha batı tarzında şiirler idi. Şair, o yıllarda padişaha bağlı bir çizgideydi. Derginin ilk sayısında padişah Abdülhamit'i öven "Tebrik-i Veladet" şiirini yayımlamıştı.

Servet-i Fünun Dergisi

1895'te Recaizade Ekrem, Fikret'i bir bilim dergisi olan Servet-i Fünun'un sahibi Ahmet İhsan ile tanıştırdı ve onları dergiyi bir edebiyat dergisi haline getirmeye ikna etti. Dergi, Tevfik Fikret yönetiminde çıkmaya başladığı 256. sayıdan itibaren bir edebiyat dergisi haline geldi. Şair, 1895 yılının Haziran ayında oğlu Haluk'un doğumuyla baba oldu. O sıralarda sanat yaşamının en verimli devresini yaşamaktaydı. Şiirlerini "Mehmet Tevfik" yerine "Tevfik Fikret" olarak yayımlamaya başlamıştı.

Yönettiği derginin etrafında yenilikçi bir grup aydın toplanmıştı ve dergi, bu sanat topluluğuna ismini verdi. Sanatta hem içerik hem biçimde atılım yapmayı ilke edinen, ağdalı dilleri ve karamsarlığı ile tanınan topluluğun hareketine ise Edebiyat-ı Cedide (Yeni Edebiyat) denildi. Bu ekolde Fikret'in yanı sıra Halit Ziya, Cenap Şahabettin, İsmail Safa, Mehmet Rauf, Samipaşazade Sezai, Hüseyin Cahit, Ahmet Şuayip, Hüseyin Siyret gibi adlar bulunuyordu.Kurulan bu topluluk, siyasal eylemlerden uzak görünüyordu. Zamanla Fikret'in şiirlerindeki toplumsal boyut arttı, ulusalcılık ön plana çıktı. 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nda Türkler'in büyük bir zafer kazanmasından etkilenerek kahramanlık ve zafer şiirleri yazdı. "Yenişehir Gazilerine" isimli şiirinde dünyaya meydan okudu.

Tevfik Fikret, 1896 yılı sonlarında Robert Kolej'de Türkçe dersleri vermeye başlamıştı, bu görevi ölümüne dek sürdürdü. Okul dışında kalan tüm zamanını dergiye veriyordu. O günlerde dostu İsmail Safa’nın evinde okuduğu Abdülhamit karşıtı bir şiiri, gözaltına alınmasına yol açtı. Evi arandı, söz konusu şiir bulunamayınca birkaç gün sonra serbest kaldı. Çok geçmeden, Robert Kolej'de bir çaya karısıyla birlikte gitmesi bahane edilerek gözaltına alındı. Bu olaylar, Fikret'te inziva düşüncesini derinleştirmişti; dostları Hüseyin Cahit, Mehmet Rauf, Hüseyin Kazım, Dr. Esat da düşüncelerine katıldı; birlikte Yeni Zelanda'ya gitmeyi; bu gerçekleşmeyince Hüseyin Kazım'ın Manisa'daki çiftliğine yerleşmeyi düşündüler ancak Tevfik Fikret vazgeçince arkadaşları da vazgeçti.[4] 1900 yılında ilgiyle karşılanan ilk kitabı "Rubab-ı Şikeste (Kırık Saz)"'ı yayımlayan Tevfik Fikret, Ahmet İhsan ile dergi yönetiminde uyuşamadığı için ertesi yıl topluluktan ayrıldı. Artık sadece Robert Kolej'de öğretmenlikle meşguldü. Ricası üzerine Servet-i Fünun'un yönetimini Hüseyin Cahit üstlenmişti. Birkaç ay sonra Sevet-i Fünun, Hüseyin Cahit'in Fransız İhtilali üzerine bir çevirisi yüzünden kapatıldı ve grup tamamen dağıldı.

Aşiyan

Serveti-i Fünun'un kapanması, baskılı yönetimden duyduğu karamsarlık, arkadaşları Hüseyin Siret ve İsmail Safa'nın sürgüne gönderilmesi, 1902'de kızkardeşi Sıdıka'yı kaybetmesi, babasının Irak'a sürülmesi ve 1905'te babasını da kaybetmesi, Tevfik Fikret'i çok yıpratmıştı. İstanbul’u ahlaksızlıkla suçlayıp lanetleyen ünlü "Sis" şiirini 1902 yılında İstanbul'un sisler altında olduğu bir günde yazdı.

Sıkıntılar içindeki şair, inziva düşüncesini gerçekleştirmek için Kadırga'daki konağın satışından elde ettiği parayla Robert Kolej'in yamacında, Rumelihisarı'nda planlarını kendi çizdiği bir ev yaptırmaya başladı. Üç katlı ahşap yapının inşaatı, 1905'te tamamlandı. Günümüzde Tevfik Fikret Müzesi olan eve eşi ve oğlu ile birlikte yerleşti. Toplumla arasına bir mesafe koyabileceği, mesleğine devam edebileceği, ülkenin gidişatını uzaktan izleyip eser üretebileceği bu mekana Aşiyan (yuva) adını verdi. Evinin bahçesine gömülmeyi vasiyet etti.

Tevfik Fikret için artık 'millet', 'din', 'tarih', 'kahramanlık' gibi kavramlar anlamsızlaşmaya başlamıştır. "Tarih-i Kadîm" şiirini din ve tarihe karşı, "Lahza-i Teahhur"'u Ermenilerin 1905'te II. Abdülhamid'e düzenledikleri suikastin başarısızlığına duyduğu üzüntü üzerine yazdı; ancak II. Meşrutiyet'in ilanına kadar bir daha hiç şiir yayımlamadı. Sürekli edebiyat üzerine düşünmekte ve Edebiyat-ı Cedide hareketinin içe dönük boyutunu aşacak bir edebiyat tavrına doğru ilerlemekteydi.

II. Meşrutiyet

Meşrutiyet'in ilanı, Tevfik Fikret'in inzivadan çıkmasını sağladı. Selanik'teki İttihat ve Terakki yönetiminin isteği üzerine Meşrutiyet'in İlanı'ndan 13 gün önce "Millet Şarkısı" adlı marşı yazmıştı. Devrimin habercisi olan bu marş elden ele dolaştı. Meşrutiyet'in ilanından sonra "Rücu (Geri Alış)" adlı şiirini yazarak İstanbul'a savurduğu lanetleri geri aldı.

Hüseyin Cahit ve Hüseyin Kazım ile "Tanin" adlı bir gazete çıkararak bütün gücüyle çalıştı. "Rücu" manzumesini "Sis" ile bir arada Tanin'in ilk sayfasında yayımlamıştı. Tanin, İttihat ve Terakki'nin yayın organı haline getirilmek istenince gazeteden ayrıldı.
Mektebi Sultani'de Müdürlük

Kendisine tekfli edilen Maarif Vekilliği'ni reddeden Tevfik Fikret, bu göreve getirilen Abdurrahman Şeref'in çağrısı üzerine Mekteb-i Sultani Müdürlüğü'nü kabul etti ve 1895'te istifa etttiği okula 1909 başında müdür olarak döndü. Okulun Beyoğlu'ndaki binası bir yangında yandığı için Beylerbeyi'ne taşınmıştı. Tevfik Fikret, eski binanın yeniden inşasını çok kısa sürede tamamlattı. Okula getirdiği yenilikler şikayete yol açmıştı. Toplantı salonunu mescidin üzerine yaptırdığı gerekçesiyle basının büyük eleştirilerine uğradı. [7] 31 Mart gerici ayaklanması patlak verdiğinde Fikret, ayaklananların okulu yıkacakları haberini alınca "Sultani'yi yıkmak için önce beni yıkmak lazımdır" [8]diyerek okulun önünde ayakta dikilmiş, bir söylentiye göre kendisini okulun demir kapısına zincirlemişti. Ayaklanmadan sonra, meşru saymadığı bir hükümet için çalışamayacağını söyleyerek eşiğine kadar geldiği istifadan onu öğrencileri döndürdü. Ne var ki bir süre sonra eski Maarif Nazırının yerine atanan yeni nazır Emrullah Bey'le anlaşmazlığa düştü ve 1910'da görevini kesin olarak bıraktı; bizzat Emrullah Bey'in ricası dahi onu kararından döndürmedi.

İnziva

Tevfik Fikret, Mekteb-i Sultani Müdürlüğü sırasında Darülfünun'da edebiyat dersleri de vermekte idi. 1910’da bu görevinden de ayrılıp yeniden Aşiyan'da inzivaya çekildi ve yalnızca Robert Kolej'deki derslere devam etti.

Fikret, Meşrutiyet yönetiminden hayal kırıklığına uğramış, artık İttihat ve Terakki Yönetimi'ne muhalif olmuştu. 1911’de yayımladığı "Haluk’un Defteri"’nde artık tek umudu olarak gördüğü gençliğe seslenen ve onlara çalışkanlığı, yurt sevgisini öğütleyen şiirlere yer verdi. Aynı yıl yayımladığı "Rubab’ın Cevabı" adlı bir diğer şiir kitabında halkın acılarını konu edinen şiirler vardı.

Fikret ve oğlu Haluk

Oğlu Haluk’un doğumundan itibaren onun ileride milleti bilgisiyle aydınlatacak bir kahraman gibi yetişmesini arzulayan Tevfik Fikret, 1909 yılında on dört yaşındaki Haluk'u elektrik mühendisliği eğitimi alması için İskoçya’nın Glasgow kentine gönderdi. Oğlunun vatan ve millet için faydalı bir birey olması arzusunu “Haluk’un Vedâı” ve “Promete” adlı şiirlerinde dile getirdi. Ne var ki Haluk, yanına yerleştirildiği Hristiyan ailenin etkisi ile din değiştirip Hristiyanlığı seçti ve babasının düşlediğinden çok farklı bir yaşam sürdü. 1913 yılında Amerika’ya gidip ailesine izini kaybettirdi; 1916’da Michigan Üniversitesi’nde Makine Mühendisliği’nden mezun oldu. Tekrar ülkesine dönmeyen Haluk Fikret, 1943 yılından sonra kendisini dine verip rahip oldu ve 1965 yılında Orlando, Park Lake Presbyterian Kilisesi rahibi iken hayatını kaybetti.

Son yılları

Şair, 1912’de, Trablusgarp Savaşı nedeniyle Meclisin feshedilmesine karşı öfkesini "Doksanbeşe Doğru" adlı şiirinde ifade etti. Bu şiiri, Nüzhet Sabit’in çıkardığı "Vazife Dergisi"’nde yayımlandı. Şiirinde, meclisin kapatılmasını, 36 yıl önce (hicri 1295 yılında) II. Abdülhamit’in meclisi kapatmasına benzetiyordu. Yalnızca padişahı değil, İttihat ve Terakki'yi de son derece sert biçimde eleştirmekte idi. Eleştirilerine, devrin yolsuzluklarını dile getiren “Han-ı Yağma”, yanlış bir kararla I. Dünya Savaşı’na girilmesini yeren “Sancak Şerif Huzurunda” şiirleriyle devam etti.

Fikret’in şiirleri devrin yöneticilerini kızdırmış ve şairin muhafazakar çevrelerden ağır eleştirilere uğramasına sebep olmuştu. Bu olumsuz tepkiler şairde büyük bir moral çöküntüsüne sebep oldu ve sağlığı bozuldu. Mehmet Akif’in kendisine Süleymaniye Kürsüsünde yönelttiği suçlamalara 1914'te kaleme aldığı “Tarihi Kadim’e Zeyl” adlı ünlü şiiriyle yanıt verdi. Modern bir okul açmak, yeni bir edebiyat dergisi çıkarmak gibi projeleri vardı ama bozulan sağlığı nedeniyle bunları gerçekleştiremedi; Son yıllarında çocuk şiirleri yazmakla meşgul oldu. Yalın bir dille ve hece ölçüsüyle yazdığı bu şiirleri 1914’te yayımlanan "Şermin" adlı kitapta topladı. Kitaba, genç yaşta ölen kızkardeşi Sıdıka'nın kızı ve eğitimci Mustafa Satı Bey'in kurduğu Yuva adlı okulun öğrencileri ilham vermişti. Geçirdiği bir ameliyat sonrasında 19 Ağustos 1915’te hayatını kaybetti.

Galatasaray Spor Kulübü ile ilişkisi

1908-1909 yılları arasında Galatasaray Spor Kulübü' nün hâmi başkanı olarak kulübü koruyucu şekilde davranmış, dönemin şartlarından etkilenmemesi için elinden geleni yapmıştır.

Mezarı

Tevfik Fikret, kayınpederi Mustafa Efendi'ye Aşiyan’daki evinin bahçesine gömülmeyi vasiyet etmiş olmasına rağmen Aşiyan'ın sonradan kimin eline geçeceği konusundaki şüphe ve endişeler nedeniyle Eyüp'teki aile mezarlığına gömüldü. Mezarı, 1945'te müze yapılan evine 24 Aralık 1961’de geçirildi.

Ölümünden Sonra

Şairin ömrünün son haftalarında sık sık Aşiyan'a gelen, şairle yakın dosluk kurup portrelerini yapan Mihri Müşfik Hanım, ölümünden hemen sonra Tevfik Fikret'in yüzünün ve sağ elinin kalıbını almıştır. Bu, Türkiye'de bilimsel olarak hazırlanan ilk maske çalışmasıdır.

Galatasaray Lisesi’nin bahçesinde, onun anısına 1920’lerde yaptırılmış bir anma mezarı bulunur. Şair, Rıza Tevfik'in başlattığı bir gelenekle ölümünün ilk yılından itibaren ölüm yıldönümlerinde evinde anılmıştır. 1918'deki törene Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal de katılmıştı.

Edebî Kişiliği

“Tevfik Fikret'in Tarih-i Kadim'i yok mu, işte o, dünyada yapılması gereken bütün devrimlerin kaynağıdır...

Mustafa Kemal Atatürk ”

Tevfik Fikret manzum öykü biçiminde kaleme aldığı eserlerinde aruz ölçüsünü başarıyla kullanıp konuşma diline yaklaştırdı. Türk edebiyatındaki ilk çocuk şiir kitabı Şermin'i yazdı. Ömrünün sonuna kadar öğretmenlik mesleğini sürdüren Tevfik Fikret, Ocak 1909'dan itibaren bir buçuk yıl süreyle Mekteb-i Sultani'nin müdürü olarak görev yaptı ve okulun efsanevi müdürü olarak ünlendi.[kaynak belirtilmeli] Tevfik Fikret'in edebi hayatı 1880-1896 ve 1896 sonrası olarak ikiye ayrılır. İlk döneminde parnasizmin etkileriyle yazdığı şiirlerinde Sanat için sanat anlayışını, ikinci döneminde toplum için sanat anlayışını benimsedi; şiirlerinde uygarlık ve özgürlük gibi konuları işledi. Ağırlıklı olarak sone ve terza rima nazım şekillerini kullandı. İlk döneminde kullandığı yabancı sözcük ve kalıplar nedeniyle dili oldukça ağırdır. Çocuk şiirlerinden oluşan Şermin dışında tüm şiirlerini aruz ile yazdı. Nazım şekillerinde ve şiirin yapısında yaptığı değişikliklerle şiir dilini düzyazıya yaklaştırmıştır.

Eserleri
  • Rübab-ı Şikeste(Kırık Saz) (1900)
  • Tarih-i Kadim (1905)
  • Haluk'un Defteri (1911)
  • Rubabın Cevabı (1911)
  • Şermin (1914)
  • Hasta Çocuk
  • Sis
  • Millet Şarkısı
  • Doksan Beş'e Doğru
  • Hanı yağma
  • Balıkçılar
  • Haluk'un çocukluğu
  • Rübab-ı cevab
  • Bir İçim Su

Neyzen Tevfik

Tevfik Kolaylı, doğumu 24 Mart 1879; Bodrum, Muğla - ölümü 28 Ocak 1953; İstanbul, ya da yaygın bilinen adıyla Neyzen Tevfik, taşlamalarıyla tanınan Türk neyzen ve şairdir. Taşlama kitaplarının yanı sıra, çeşitli taksimler ve saz semailerinin bestecisi olarak da bilinir.

Osmanlı döneminde istibdata karşı, Cumhuriyet yıllarında ise devrimlere karşı gelenlere karşı hicvini kullanmış; haksızlığa, yolsuzluğa ve yozlaşmışlığa karşı şiirler yazmıştır. Birçok defa tutuklanmış, ama kısa süre sonra serbest bırakılmıştır.

Bektaşi tekkesine mensup olmuş, hayatının büyük bölümünü İstanbul'da çeşitli hanlarda geçirmiştir. Son dönemlerindeBakırköy Akıl Hastanesi'nde kendine ayrılan 21. koğuşta kalmıştır. 1930'larda kısa süreyle kendine bağlanan aylık haricinde düzenli bir geliri olmamıştır ve hayatı boyunca epilepsi nöbetleri ile uğraşmıştır. Aynı zamanda rakı başta olmak üzere fazla içki içtiği bilinmektedir ("Ancak bir alkolik onun gönlünü çalabilmişti: Neyzen Tevfik!").

Hayatı

1879 yılının 24 Mart Pazartesi günü, kendi bir beyitinde belirtiğine göre Hicrî 1296 yılında, Muğla'nın Bodrum ilçesinde, Emine Hanım ve Hasan Fehmi Bey'in ilk oğlu olarak doğdu. Ahmet Şefik adında bir de kardeşi vardır. 'Kolaylı' soyadı, Soyadı Kanunu'nun çıkmasından sonra, babası Hasan Fehmi Bey'in Samsun'un Bafra ilçesine bağlı Kolay beldesinden olduğu için aileye aldığı soyadıdır.

Çocukluk ve Gençlik Yılları

Bodrum'daki çocukluk yıllarında babası ile birlikte genellikle, Tepecik Camii'nin yakınındaki kahvede vakit geçirirken kahveye gelen dervişlerin üflediği, sonradan ustası olacağı ney dikkatini çekti ve kendi de üflemek istedi. Babası eğitim hayatını olumsuz etkileyeceğini düşünerek o erken yaşlarda buna izin vermedi. Çocukluk arkadaşlarından Avram Galanti, Tevfik'in düdükler yapıp çalarak civardaki çocukları etrafında topladığını ve ilham kaynağının deniz olduğunu anlatır. Bir yandan şiire olan ilgisi de çevresinden duyduğu halk hikayeleri vasıtasıyla bu erken yaşlarda başlamıştı.

Sara Nöbetleri

1892'de, on üç yaşındayken babasının tayini ile birlikte Urla'ya taşındı ve bir süre burada okudu. Bu esnada, taşındıktan yaklaşık bir yıl sonra, 1893'te tanıştığı neyzen berber Kâzım'dan ney dersleri almaya başladı ve aynı yıl ilk sara nöbetini de geçirdi. Yedi yaşındayken, kent çarşısında Muğlalı Kel Mülâzım Ağa müfrezesinin yakaladığı eşkiyaların halka gösterdiği sırıkların ucundaki kesik başlarını gören Tevfik'in yaşadığı rahatsızlık ilk önce olağan dışı bir durgunluk, birkaç yıl sonra da, ilk defa 1893'te olmak üzere, sara nöbetleri halinde kendini gösterdi. Okulu bırakmasına sebep olan ve ilk önce neyin sesi yüzünden olduğu sanılan hastalığın tedavisi için annesi birçok doktora ve hocaya danıştı fakat sonuç alamadı. En sonunda hastalığı kontrol altına almayı başaran, annesinin götürdüğü İstanbul'da Pepo adlı bir doktor oldu. Doktor "fazla üzerine gidilmemesi gerektiğini" ve "en çok hoşlandığı şeyleri yapmasına izin verilmesi" gerektiğini söylemiştir. Bu sayede hem hastalık bir nebze kontrol altında kalır, hem de bu ona 'Neyzen' lakabını kazandıracak olan neye devam etmesini sağlar.

Lise ve Medrese Yılları

Bir süre sadece neyiyle ilgilenip gezdikten sonra hastalığının kontrol altına alınmasının ardından en azından eğitimini bitirmesi için babası tarafından yatılı olarak İzmir İdadisi'ne gönderildi fakat tekrar başlayan sara nöbetleri yüzünden eğitimi yeniden yarıda kaldı. İzmir Mevlevihanesi'ne giderek kendini neyine verdi. İzmir'in bu yıllarda istibdat yönetimi tarafından sürgün yeri olarak kullanılmasının neticesinde, kovulan aydınların uğrak yeri olan bu mevlevihanede Tokadizade Şekip, Tevfik Nevzat, Şair Eşref ve Ruhi Baba gibi ünlü kişilerle tanıştı. Türkçe, Arapça ve Farsça dersleri aldığı bu kişilerden Şair Eşref aynı zamanda ona hicvi öğretti. Bu sayede 13 Mart 1898'te Muktebes dergisinde ilk şiirini yayımlattı.

On dokuz yaşında babası onu eğitim için bu sefer İstanbul'a, Fethiye Medresesi'ne gönderdi. Burada zamanının çoğunu Galata ve Yenikapı mevlevihanelerinde geçiren Tevfik Mehmet Akif Ersoy'la ve onun yardımıyla dönemin seçkin sanatçılarıyla da tanıştı; ondan Fransızca, Arapça ve Farsça dersleri aldı, aynı zamanda ona ney öğretti.

İbnülemin Mahmut Kemal, Uşakizade Halit Ziya, Ahmet Rasim, Tevfik Fikret, Tanburi Cemil, Yunus Nadi, Udi Nevres ve Hacı Arif Bey gibi isimlerin arasında kendini geliştirme fırsatı bulan Tevfik, 1900'de bir plak doldurma girişiminde de bulundu. Gülistan Plak Mağazası'nın sahibi Hafız Aşir Bey'le beraber yaptıkları denemelerde çok içkili olduğu için plaklar zar zor doldurulsa da yine de basılıp piyasaya verildiler. Bu plakların sayısı çok sonradan Azâb-ı Mukaddes (1949) kitabının önsözünde belirttiğine göre yüze yakındır. Bu zamanlarda, saray çevresinde bile davet edilen, köşk, yalı ve konaklara çağırılan meşhur bir neyzen olmuştu.

Mehmet Akif Ersoy'un verdiği setre pantolonu cüppe ve şalvar yerine giymesi, akşamları medrese dışında kalması rahatsızlık yaratınca 1901'de medreseden ayrıldı. Babasının tanıdığı ve sonradan Şeyhülislam olacak olan Musa Kazım Efendi onu derslerine kabul ederek bu sayede Şair Şeyh Vasfi, Ahmet Mithat Efendi, Muallim Naci gibi yazar ve şairlerle tanışmasına ön ayak oldu. Bu süreçte bir süre Fatih'teki Şekerci Hanı'nda, daha sonra da Çukurçeşme'de bulunan Ali Bey Hanı'nda kaldı;Sirkeci'de, İstasyon Gazinosu ve Güneş Kıraathanesi'nde baskı rejiminin karşıtı gençlerle ülkenin sorunlarıyla ilgili ve istibdata karşı konuşmalar yaptı. Bu konuşmalar yüzünden bir gün Ziya Şakir tarafından jurnallenerek gözaltına alındı ve daha önce otuz beş kere jurnallendiğini de öğrendiği sıkı bir sorgulamadan geçirildi, on beş gün sonra salındı. Yine de, jurnallenmiş biri olarak, peşinde gezen hafiyeler yüzünden hem kendi hem arkadaşlarının iyiliği için onlardan uzaklaşarak zamanını Beyoğlu meyhanelerinde geçirmeye başladı.

Bektaşilik ve Mısır Yılları

1902 yılında bektaşi dervişi oldu. Sütlüce Bektaşi Tekkesi'ne devam ettiği bu zamanlarda Şeyh Mümin Paşa'dan nasip aldı ve hayatının geri kalanını da şekillendirecek bu inancı ve biçimi benimsedi.

İstanbul'da baskının iyice artmasının sonucunda Şair Eşref ile beraber 13 Ocak 1902 Perşembe günü "Mesajeri" vapuru ile Mısır'a gitti. Bir arkadaşı ile bir Neyzenler Kahvehanesi açarak işletmeye başladı, geçimini neyi ve şiirleriyle sağlamaya devam etti, Özbekiye Saz Bahçesi'nde plaklar doldurdu. Alkolün etkisiyle bir buluşma esnasında tabancasını ateşlemesi ve duruşma esnasında da yargıca "haksızlık yapıyorsunuz" demesi yüzünden altı ay hapse mahkûm oldu ama itiraz ederek bir buçuk ay sonra özgürlüğüne kavuşup iki ay kadar Feride adında Lübnanlı bir kadınla yaşadı.

Bu sıralarda, ilk önce İstanbul Kıraathanesi'nde okuduğu Abdülhamid’in Ağzından Bir Nutk-ı Hümâyun hicvi yüzünden tutuklanmak istense de çevresi sayesinde kurtulmayı başardı; fakat daha sonra Türk Aydınlarının Mısır Hidivi Hakkındaki Düşünceleridir başlıklı yazısı gazetelerde yayımlanınca kesinlikle tutuklanması hakkında karar verildi. Bu yüzden sığındığı Bektaşi "Kaygusuz Sultan" tekkesinde bir süre kaldıktan sonra meşrutiyetin tekrar ilanıyla beraber İzmir'e döndü.
II. Meşrutiyet Yılları

8 Ağustos 1908'de İzmir'den İstanbul'a geçerek Fatih Çemberlitaş'ta bir hana yerleşti. Meşrutiyet'ten beklediğini alamaması uzun sürmedi. Ferah Tiyatrosu'nda Sabah-ı Hürriyet adlı oyunu izlemeye gittiğinde oyunun İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından yasaklandığını öğrendi ve bunun üzerine yaptığı konuşma yüzünden kısa bir süre sonra serbest bırakılmak üzere tutuklandı.

1910 yılında annesinin ısrarları ile babası ve kardeşinin karşı çıkmasına rağmen Cemile Hanım ile evlendi fakat evlilikleri yürümedi. Kayınbabası eşini ve Leman adını verdiği kızını da alıp götürdü.

I. Dünya Savaşı'nda Muhtar Paşa'nın emrinde mehterbaşı olarak görev yapmaya başladı. Düzenli askerlik hayatını pek benimseyemeyen Tevfik sık sık Muhtar Paşa ile tartışsa ve çekip gitse de dönemin İstanbul Merkez Komutanı Albay Cevat Bey sayesinde tekrar tekrar geri döndü. Üstelik bazı kaynaklara göre dönemin Harbiye nazırı Enver Paşa'nın yalısında verdiği konseri izleyen Alman bir komutanın davetlisi olarak Romanya'da piyano eşliğinde konser verdi.

Cumhuriyet Yılları

Cumhuriyetin ilanı sıralarında kardeşinin yanına Ankara'ya gitti ve 1926 yılında tanışacağı Mustafa Kemal'i ve Kurtuluş Savaşı'nı yücelten şiirler yazdı. Bu dönemde yazdığı şiirlerden cumhuriyeti ve getirdiklerini benimsediği, ona karşı olan unsurlara da savaş açtığı görülebilir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Hasan Sâit Çelebi’nin yardımıyla Azâb-ı Mukaddes adı altında bazı kitap yayımlama girişimleri olsa da başarılı olamadı.

Geçirdiği sara nöbetleri ve yüksek alkol tüketimi nedeniyle bundan sonra da sıklıkla gideceği Toptaşı Tımarhanesi ve Zeynep Kamil Hastanesi'nde tedavi görmeye başladı. Bir süre sonra eski arkadaşı Mehmet Akif Ersoy'u ziyaret için Mısır'a geçti ve bir yıla yakın bir süre kaldıktan sonra geri döndü. 1930'larda İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ'ın yardımıyla parasal anlamda destek olması için konservatuarda görevlendirilerek kendine bir aylık bağlandı.

1940'larda ise yine valinin oluru ve aynı zamanda doktoru olan bazı dostlarının (Mazhar Osman ve Rahmi Duman) yardımı ile Bakırköy Akıl Hastanesi'nde 21 no'lu koğuşa tam anlamıyla yerleşti. Otel odası gibi kullandığı bu koğuşta ve hastanede çevresine yine şiir ve felsefe ile ilgili bilgiler sundu. 9 Mart 1946'da basın yararına bir konser verdi. İhsan Ada, sonunda 1949 yılında, onun gözetimi altında, eserlerini Azâb-ı Mukaddes adı altında kitaplaştırdı. 1950'de Onu Affettim ve sonra Ağlayan Şarkı adındaki 2 filmde rol aldı. Arkadaşlarının ısrarı üzerine, ölümünden önce son yıl olan 1952'de Şehir Komedi Tiyatrosu'nda jübilesini yaptı.

Yaşayış Şekli ve Alkol

Neyzen Tevfik'in düzenli bir geliri olmadığı sanılmaktadır. Genellikle, neyi ve şiirleriyle para kazanmaya çalışmış, sadece 1930'lu yıllarda kendisine devlet tarafından bir aylık bağlanmıştı. Kuralları pek umursamadan sürdürdüğü yaşamında özellikle rakı başta olmak üzere içkinin çok büyük etkisi vardır. Yozlaşan toplum, dini istismar ve Atatürk'ün devrimlerine karşı çıkılmasına karşı bir duruş sergiledi. Özellikle hazırcevaplığıyla tanınırdı, bu sayede birçok fıkranın konusu olmuş, aynı zamanda hicivde de başarılı olmuştur.

Ölümü

28 Ocak 1953'teki ölümünün ardından Beşiktaş'taki Sinan Paşa Camii'nde cenaze namazı kılındı. Civardaki cadde ve sokakları dolduran profesörler, memurlar ve bazı ileri gelenlerin yanında kendilerine çeki düzen vermeye çalışmış sarhoşlar ve sokak serserilerinden oluşan büyük bir kalabalığın eşliğinde Barbaros Bulvarı'ndan geçerek defnedildiği yere ulaştırıldı. Mezarı bugün Kartal Merkez Mezarlığı'ndadır.

Ailesi

Çocukluğunu geçirdiği Bodrum'da beraber olduğu ailesi ile ilgili çok sınırlı kaynakta belli başlı bilgiler bulunmaktadır. Annesi hakkında herhangi bir bilgi olmamasına rağmen babası ve kardeşi ile ilgili aşağıdakiler söylenebilir.

Babası Hasan Fehmi Kolaylı

Soyadı Kanunu çıkınca aslen Samsun'un Bafra ilçesine bağlı Kolay beldesinden olduğu için ailesine "Kolaylı" soyadını alan Hasan Fehmi Bey, Neyzen'in ifadesi ile annesi ile birlikte "yüzünde riyasız, masum bir insanlık ifadesi" bulunan kültürlü, sanatsever ve Tevfik gibi nükteci bir Rüştiye öğretmeniydi.

Kardeşi Ahmet Şefik Kolaylı

Tevfik'e, anılarına ve eserlerine sahip çıkan, büyük önem veren ve ansiklopedilerde adının yer almasında büyük pay sahibi olan Şefik Bey sığır vebası, tavuk kolerası aşısı, antraktsa teşhis çiçek aşısı ve Anadolu keçilerinin plöro-paömonisi konularında çalışmalar yapmış bir bakteriyologdu. İstiklal Savaşı'ndan sonra atandığı Pendik Bakteriyolojihanesi'nde 1939 yılına kadar müdürlük, 1939-1945 yılları arasında Tarım Bakanlığı teftiş heyeti üyeliği ve bundan sonra 1951'e kadar da Tarım Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı yapmıştır.

Sanatı

Neyzenlikteki ustalığıyla beraber, hiciv sanatını kullanarak şiirlerinde toplumdaki eşitsizliğe, haksızlığa ve zulme, siyaset ve dini baskı ve çıkarcılığa değindi.

Edebiyatı

Neredeyse tüm hayatı boyunca baskı ve zulme karşı çıkan Tevfik'in şiirlerindeki yergi ve taşlamaları onu bu türde Nef'i ve Eşref'ten sonra en önemli üçüncü edebiyatçı konumuna getirmiştir. Şiirlerinde sık sık, 1900'de yazdığı Sahne-i Ömrümden Nefs-i Emmareye Hitabım şiirinin ilk kıtasındaki gibi müstehcen sözlere ve bu yolla yapılan taşlamalara rastlanır:

“ Alemin bağ-zârını sikeyim!
Sümbül ü verd ü nârını sikeyim!
Andelib-i nizârını sikeyim!
Hâsılı nev-baharını sikeyim! ”


Bu isyan tarzı ve Osmanlı döneminde yazdığı eserler defalarce jurnallenmesine ve tutuklanmasına sebep olmuştur. Cumhuriyet döneminde ise yine mevcut rejime ve Atatürk'ün devrimlerine, ilkelerine karşı çıkanlara göndermelerde bulunmuş, Atatürk'ün ölümünden sonra 1938'de aşağıdaki O ölmedi adlı şiiri kaleme almıştır:

“ Tanrı ölmez, O dilerse görünür bir müddet,
Kaybolunca O’nu kalbinde bulur her millet.
Biliyormuş kaderin cilvesini evvelce,
Bütün ecrâm-ı semâ yasla büründü o gece.
Yaklaşan bir acı önce güneşi korkuttu,
Ay tutuldu diyemem gökyüzü mâtem tuttu.
Ata geçtin ebedin mevki-i müstahkemine
Bir direktif veriyor arza, beşer âlemine!
Bize ilhâm ile isâl ediyor her haberi,
Ki O’nun kudret-i külliye, emirber neferi.
Bağladı dâr-ı fenânın ebede telsizini,
Güdelim açtığı yollardan mübârek izini.
Atatürk’ ün beşere sunduğu peymânı budur:
Atatürk’ e inananlar er olur, sulhu korur! ”



Eserleri

Şiir Kitapları

  • Hiç, 1919
  • Azâb-ı Mukaddes, 1949
  • Besteleri[değiştir | kaynağı değiştir]
  • Nihavent Saz Semaisi
  • Şehnazbuselik Saz Semaisi
  • Taksimler taş plak
Fıkra

Halk arasında neyzenliğinin ve şiirinin yanı sıra fıkralarıyla da tanınır fakat ağızdan ağıza aktarılan bu unsurlara edebiyat dünyasındaki kaynaklarda rastlamak çok zordur. Başlıca bilinen fıkraları şunlardır:
  • Padişahçılık
  • Hamam sefası
  • Edep
  • Kırk yıllık ölü