Kendi derisinden kaçtı yerli
eski azametin derinine, oradan da bir gün
yükseldi adalara: yenilmiş olarak
dönüştü görünmeyen atmosfere,
yaydı kendisini toprakta ve serpti
gizli işaretlerini kumun üzerine.
Ayı israf eden, dünyanın
gizemli yalnızlığını tarayan,
o muazzam taşta yükseltmeden kendisini
dolaşmayan, havayla taçlanmış,
kendi ormanlarının görkemi altında
o göksel ışık gibi kalıcı olan,
tüketti kendisini birden tek bir ip kalana dek,
kırışıklıklara dönüştürdü kendisini,
akan kendi kulelerini ezdi
ve aldı paçavralardan paketini.
Gördüm onu Amatitlán’ın manyetik
tepelerinde, kemiren genişlikleri
gizemli suyun: bir gün gitti o
kalan kuş ve köklerden artığıyla
ezen haşmetine
Bolivya dağlarının.
Ağladığını gördüm onun,
çılgın şiirden oluşan kardeşim benim,
Alberti, bu Araukanya bölgeleri,
onlar Ercilla’yı kuşattıkları zamanki gibi
ve adı anılan ilk kırmızı tanrılar yerine,
sadece ölülerden mavi siyah bir zincir vardı.
Daha uzaklarda, Ateş Ülkesi’nin
vahşi su şebekesinde,
yükseldiklerini gördüm, ah dik tüylü kurtlar,
o sefil sallarda
dilenmek için ekmeğini Okyanus’ta.
Her bir lifini öldürdüler
onların ıssız bölgelerinde,
ve yerli avcısı aldı
kelleler karşılığında o kirli banknotları
havanın efendilerinden, Antarktik’in,
karla kaplı yalnızlıklarının krallarından.
Bu cürümü ödeyenler oturuyorlar
bugün Parlamento’da, kayda geçiriyorlar
Başkanlık Sarayı’nın ofisleriyle evliliklerini,
yaşıyorlar Kardinallerin ve Genel Müdürlerin arasında,
fakat Güney’in efendilerinin
kesilmiş gırtlakları büyüyor çiçekler gibi.
Araukanya’da şimdiden yok edildi şarapla
mağrur kuş tüyü,
butikler tarafından mahvedildi,
avukatlar tarafından karartıldı
onların zengin soyguncularına hizmet ederken,
ve bu toprakta, ve yollarda öldürenler
silah atımlarıyla, savunusu
bizim kendi kıyılarımızın
göz kamaştıran gladyatörünün,
geldi ateş ederek ve pazarlık yaparak,
onlara Barışı Oluşturanlar denildi,
ve apoletleri çoğaldıkça çoğaldı onların.
İşte böyle kaybetti her şeyini o, göremeden bir zerresini,
işte böyle tamamlandı,
yerlinin göremediği, mirasından
dökülen: görmedi hiç bir savaş sancağını
bırakmadı ki ok vınlasın, yıkansın kanda,
fakat herkes emdikçe emdi onu azar azar,
resmi makamlar, yankesiciler, toprak sahipleri,
çaldılar onun imparatorsu uysallığını,
herkes hapsetti ağında ceketini onun,
ta ki sürene dek onu Amerika’nın en son
bataklığına kanayana dek son damlasına kadar.
Ve yeşil ovalardan, salınan yaprakların
sonsuz, saf göğünden,
ağır granit yapraklardan inşa edilen
o ölümsüz meskeninden
sürdüler onu harap olan kulübeye,
sefaletin çorak lağımına.
Göz kamaştıran çıplaklıktan,
o altın göğüsten, o soluk belden,
ya da onun derisinde bütün çiyi toparlayan
mineralsi süslerden,
sürdüler onu paçavra iplere,
hoyratça fırlattılar yıpranmış pantolonları ona,
ve havanın arasından böylelikle dolaştı
yamalanmış haşmeti bir zamanlar onun olan bu dünyada.
İşte böyle oluşturuldu bu ıstırap.
Bir hainin gelişi gibi görünmezce
oldu bunlar, kanser gibi fark edilmezce,
ta ki düşene dek, babamız,
ta ki ona bir hayalet olmayı öğretene dek onlar
ve açtıkları tek kapıdan gidene dek,
başka yoksulların kapısından, dövülmüş
bütün yoksulların bu dünyadaki kapısından.
eski azametin derinine, oradan da bir gün
yükseldi adalara: yenilmiş olarak
dönüştü görünmeyen atmosfere,
yaydı kendisini toprakta ve serpti
gizli işaretlerini kumun üzerine.
Ayı israf eden, dünyanın
gizemli yalnızlığını tarayan,
o muazzam taşta yükseltmeden kendisini
dolaşmayan, havayla taçlanmış,
kendi ormanlarının görkemi altında
o göksel ışık gibi kalıcı olan,
tüketti kendisini birden tek bir ip kalana dek,
kırışıklıklara dönüştürdü kendisini,
akan kendi kulelerini ezdi
ve aldı paçavralardan paketini.
Gördüm onu Amatitlán’ın manyetik
tepelerinde, kemiren genişlikleri
gizemli suyun: bir gün gitti o
kalan kuş ve köklerden artığıyla
ezen haşmetine
Bolivya dağlarının.
Ağladığını gördüm onun,
çılgın şiirden oluşan kardeşim benim,
Alberti, bu Araukanya bölgeleri,
onlar Ercilla’yı kuşattıkları zamanki gibi
ve adı anılan ilk kırmızı tanrılar yerine,
sadece ölülerden mavi siyah bir zincir vardı.
Daha uzaklarda, Ateş Ülkesi’nin
vahşi su şebekesinde,
yükseldiklerini gördüm, ah dik tüylü kurtlar,
o sefil sallarda
dilenmek için ekmeğini Okyanus’ta.
Her bir lifini öldürdüler
onların ıssız bölgelerinde,
ve yerli avcısı aldı
kelleler karşılığında o kirli banknotları
havanın efendilerinden, Antarktik’in,
karla kaplı yalnızlıklarının krallarından.
Bu cürümü ödeyenler oturuyorlar
bugün Parlamento’da, kayda geçiriyorlar
Başkanlık Sarayı’nın ofisleriyle evliliklerini,
yaşıyorlar Kardinallerin ve Genel Müdürlerin arasında,
fakat Güney’in efendilerinin
kesilmiş gırtlakları büyüyor çiçekler gibi.
Araukanya’da şimdiden yok edildi şarapla
mağrur kuş tüyü,
butikler tarafından mahvedildi,
avukatlar tarafından karartıldı
onların zengin soyguncularına hizmet ederken,
ve bu toprakta, ve yollarda öldürenler
silah atımlarıyla, savunusu
bizim kendi kıyılarımızın
göz kamaştıran gladyatörünün,
geldi ateş ederek ve pazarlık yaparak,
onlara Barışı Oluşturanlar denildi,
ve apoletleri çoğaldıkça çoğaldı onların.
İşte böyle kaybetti her şeyini o, göremeden bir zerresini,
işte böyle tamamlandı,
yerlinin göremediği, mirasından
dökülen: görmedi hiç bir savaş sancağını
bırakmadı ki ok vınlasın, yıkansın kanda,
fakat herkes emdikçe emdi onu azar azar,
resmi makamlar, yankesiciler, toprak sahipleri,
çaldılar onun imparatorsu uysallığını,
herkes hapsetti ağında ceketini onun,
ta ki sürene dek onu Amerika’nın en son
bataklığına kanayana dek son damlasına kadar.
Ve yeşil ovalardan, salınan yaprakların
sonsuz, saf göğünden,
ağır granit yapraklardan inşa edilen
o ölümsüz meskeninden
sürdüler onu harap olan kulübeye,
sefaletin çorak lağımına.
Göz kamaştıran çıplaklıktan,
o altın göğüsten, o soluk belden,
ya da onun derisinde bütün çiyi toparlayan
mineralsi süslerden,
sürdüler onu paçavra iplere,
hoyratça fırlattılar yıpranmış pantolonları ona,
ve havanın arasından böylelikle dolaştı
yamalanmış haşmeti bir zamanlar onun olan bu dünyada.
İşte böyle oluşturuldu bu ıstırap.
Bir hainin gelişi gibi görünmezce
oldu bunlar, kanser gibi fark edilmezce,
ta ki düşene dek, babamız,
ta ki ona bir hayalet olmayı öğretene dek onlar
ve açtıkları tek kapıdan gidene dek,
başka yoksulların kapısından, dövülmüş
bütün yoksulların bu dünyadaki kapısından.
Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan
"Evrensel Şarkı"dan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder