Sayfalar

11 Mayıs 2013 Cumartesi

Vasiyet I

İsla Negra’daki deniz kıyısındaki evimi
sendikalara bırakıyorum,
bakırın, kömürün ve güherçilenin işçilerine.
Eziyet görmüş oğulları ülkemin
dinlensin orada.
Baltalar ve hainler tarafından tahrip edilmiş,
kendi kutsal kanında yağmalanmış,
volkanik paçavralara dönünceye kadar
işkence edilmiş ülkem.

Yıpranmış insanların dinlendiğini görmek istiyorum
ülkem boyunca çağıldayan temiz sevdada
masamın etrafında görmek istiyorum karanlıktan gelenleri
ve uyumasını istiyorum yaralının yatağımda.

Birader, bu benim evim,
yoksulluğumda mücadele ederek oluşturmuştum
deniz çiçeklerinden
ve yıldız ışıltılı taştan bu dünyaya gir.

Burada doğdu penceremdeki ses
büyüyen bir deniz salyangozu gibi
ve belirledi hemencecik sınırlarını
düzensiz jeolojimde benim.

Geliyorsun yanan maden dehlizlerinden,
nefretin asidiyle yaktığı tünellerden
rüzgârın kükürt ekşisi fırlatışıyla:
burada senin için tasarladığım barış işte,
deniz krallığımın suyu ve mekanı.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan

Vasiyet II

Bırakıyorum eski kitaplarımı, toplanmış
dünyanın her bir köşesine, tapınılmışlar
o görkemli dizgesinde,
Amerika’nın yeni şairlerine,
onlara, kabaca durdurulmuş dokuma tezgahında
yarının manifestosunu dokuyacaklara.

Ölmüş oduncunun ve maden işçisinin kaba yumrukları
dolaşık katedrali, bölünmüş mısır filizini
ve çayırlıklarımızı çeviren telleri temizleyecek
sayısız hayat oluştururken
doğmuş olacaklar.
Önceki cehennemlerde titresinler,
elmasları parçalayanlar, ve mısır tohumundan oluşan
şarkı dünyasını savunsunlar,
şahadet ağacından doğanları.

Zorbaların kemikleri üzerinden, ihanete uğramış
mirasımızdan çok ötelerde, yalnız yürüyen halkın
üstündeki özgür mekanında,
yazacaklar anlatıyı
uzun ve utku dolu acıların.
Sevsinler onlar da benim sevdiğim gibi. Manrique’imi,
Góngora’mı, Garcilaso’mu, Quevedo’mu:
dev nöbet yerleriydi onlar, platinden
zırhlar ve bana direnci öğreten
kar beyazı şeffaflık.
Tıpkı benim Lautrémont’um gibi
arasınlar kaygının veba evlerinde ağıtları.
Mayakovski’nin yanında görsünler
nasıl yükseldiğini yıldızın
ve onların ışıltısından nasıl doğduğunu başakların.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan

10 Mayıs 2013 Cuma

Ve Aralık’la Ocak Arasında

Ve Aralık’la Ocak arasında
bulunan o ayın adı nedir?

Hangi yetkiye dayanarak numaralandı
bir salkımdaki on iki üzüm?

Niçin geçen yıla oranla
daha uzun aylar verilmedi?

Seni hiç aldatmadı mı ilkbahar
çiçeklenmeyen öpüşleriyle?


Pablo Neruda
"Sorular Kitabı"ndan

Ve Benim Ne Önemim Vardır

Ve benim ne önemim vardır
unutuluşun mahkemesinde?

Hangisidir betimleyen
geleceğin sonuçlarını?

Sarı yığınlarıyla duran
tohum taneleri mi?

Ya da şeftalinin elçisi
sıska yürek mi?


Pablo Neruda
"Sorular Kitabı"ndan

9 Mayıs 2013 Perşembe

Ve Ne Dedi Acaba Yakut?

Ve ne dedi acaba yakut
narların şerbeti önünde?

Fakat Cuma’dan sonra gelsin diye
neden ikna edilemez Perşembe?

Kimdi sevinçle bağıran,
doğduğunda mavi renk?

Niçin hüzünlenir toprak
çıktığında her sefer menekşeler?


Pablo Neruda
"Sorular Kitabı"ndan

Ve Ne Kadar Yaşar?

Ve ne kadar yaşar insan topu topu?

Bin gün mü yaşar, yoksa bir gün mü?

Bir hafta mı ya da birkaç yüzyıl mı?

Ne kadar zamanda ölür insan?

“Sonsuzca” derken ne demek istenir?

Bu uğraşlarla yitip gitmişken
bazı şeyleri aydınlatmaya koyuldum.

Aradım bilgili rahipleri,
bekledim onları ayinlerinden sonra,
Tanrı’yı ya da İblis’i görmeye giderlerken
izledim onları yollarında.

Yüzlerini çevirdiler sorularıma.
Kendi paylarına çok az şey biliyorlardı;
memurlardan daha fazla şey bildikleri de yoktu.

Tıp adamları kabul ettiler beni
iki muayene arasında,
her bir elinde bir neşterle,
doymuşlar aureomycin kokusuyla,
her gün daha meşguller.
Konuşmalarından anladığım kadarıyla,
sorun şu:
bir mikrobun ölümü çok bir şey değil-
tonla ölür zaten onlar-
fakat hayatta kalan çok azı
sapkınlık belirtisi gösterir.

İrkilme içinde bıraktılar beni,
aradım mezar kazıcılarını.
Gittim muazzam boyalı cesetleri
yaktıkları ırmaklara,
ince kemikli bedenler,
korkunç ilenmelerden
ışıltılarıyla imparatorlar,
kolera dalgasının
bir vuruşla öldürdüğü kadınlar.
Ölümün tekmil kolları vardı
ve külsü uzmanları.

Fırsatını bulunca
bir hayli soru sordum onlara,
önerdiler beni yakmayı:
bildikleri tek şey buydu zaten onların.

Memleketimde yanıtladı beni
girişimciler, içkilerin arasında:
“Kendine iyisinden bir kadın bul,
ve bu tür saçmalıkları bırak”.

Bunca mutlu olduklarını hiç görmedim insanların.

Kaldırarak kadehlerini şarkı söylüyorlardı,
şerefine içiyorlardı sağlığın ve ölümün.
Muazzam fuhuşçulardı onlar.

Eve döndüm, yaşlanmış olarak
dünyayı dolandıktan sonra.

Şimdi kimseye soru sormuyorum.

Fakat her gün daha az şey biliyorum.


Pablo Neruda
"Estravagario"dan

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Ve Nedir Gecede Dövülen Şey?

Ve nedir gecede dövülen şey?
Gezegenler mi yoksa nallar mı?

Seçmek zorunda mıyım bu sabah
ya çıplak denizi ya da gökyüzünü?

Ve niçin sisiyle giyinmiş
erkenden gökyüzü?

Bekleyen nedir beni İsla Negra’da?
Yeşil gerçek mi yoksa vakar mı?


Pablo Neruda
"Sorular Kitabı"ndan

Venezüella’da mı Olmuştu

Venezüella’da mı olmuştu
ışığın yaratılması?

Nerededir denizin merkezi?
Niçin koşuşturmuyor dalgalar oraya?

Bu meteor taşının bir zamanlar
ametistten bir güvercin olduğu doğru mudur?

Sorabilir miyim kitabıma, bu kitabı
benim yazdığım doğru mudur?


Pablo Neruda
"Sorular Kitabı"ndan

7 Mayıs 2013 Salı

Walking Around

Yoruldum işte insan olmaktan.
Terzilere, sinemalara gidiyorum işte,
şaşkınım, kapalıyım, çuhadan bir kuğu gibi
sorular, küller denizinde salınıyorum.

Ağlıyorum berberlerin kokusunu duyunca.
Tek isteğim dinlenmek, kurtulmak taşlardan,
bahçelerden kurtulmak, yünden, köşklerden,
mallardan, gözlüklerden, asansörlerden.

Yoruldum ayaklarımdan işte, tırnaklarımdan,
gölgemden, saçlarımdan,
yoruldum işte insan olmaktan.

Nefis bir şey olurdu ama
bir noteri kesik bir zambakla korkutmak
ya da kulak tozuna vurup öldürmek bir rahibeyi.
Ne güzel olurdu
yeşil bir bıçakla koşmak sokaklarda
soğuktan ölünceye kadar bağırarak.

Yaşamak istemiyorum karanlıkta ot gibi,
uykuda titreyerek, kararsız, şaşkın,
her dakika düşünmek, her gün bir şeyler yemek
ıslak dehlizlerine inip dünyanın.

Bana göre değil bu rezillikler.
Bana göre değil ot olmak, mezar olmak,
ıssız bir tünel olmak, bir cesetler mahzeni,
acı içinde ölmek, kaskatı kesilmek soğuktan.

Bu yüzden ışıldıyor Pazartesi günleri
o zindansı yüzümle beni görünce,
kırık bir tekerlek gibi geçip giderken
ılık kan yolları uzatıyor geceye.

Köşelere itiyor beni, köhne evlere bir şey,
camlarından kemik savrulan hastanelere,
kundura tamircilerine, sirke kokan,
uçuruma benzeyen korkunç sokaklara.

Kükürt rengi kuşlar, iğrenç barsaklar asılmış
tiksindiğim evlerin kapılarına,
çaydanlıkta unutulmuş takma dişler var,
utançla, korkuyla ağlayan
aynalar,
şemsiyeler, zehirler, göbek bağları her yanda.

Sessizce yürüyorum gözlerle, kunduralarla,
öfkeyle, unutuşla,
geçiyorum büroların, dükkânların önünden,
iplerine çamaşır asılı avlulardan,
donlardan, havlulardan, gömleklerden,
kirli göz yaşları akıtılıyor usulca.


Pablo Neruda

Dolanıp Durmak

Ara sıra beziyorum insan olmaktan.
Ara sıra giriyorum terzilere ve sinemalara,
durgun ve esrarlı, başlangıçlardan ve küllerden
bir suda yüzen keçe bir kuğu gibi.

Berber salonlarının kokusu ağlatıyor beni hüngür hüngür.
Sadece taşların ve yünün huzurunu istiyorum ben,
sadece müesseseleri ya da bahçeleri görmek istemiyorum,
ya da malları, ya da gözlükleri, ya da asansörleri.

Ara sıra beziyorum ayaklarımdan ve tırnaklarımdan
ve saçımdan ve gölgemden.
Ara sıra beziyorum insan olmaktan.

Fakat nefis olurdu
kesik bir zambakla bir noteri korkutmak
ya da canını almak bir rahibenin bir kulak fiskesiyle.
Güzel olurdu
caddeler boyunca yürümek yeşil bir bıçakla
ve ben soğuktan ölene dek bağırmak.

Karanlıkta bir kök olarak kalmak istiyorum,
sendeleyerek, yayılarak, uykudan titreyerek,
aşağıya doğru, toprağın ıslak bağırsaklarında,
soğurarak beni içinde ve düşünerek, yiyerek her gün.

Çok fazla da felaket istemem ben.
Kök ve mezar olmakta ayak diremek istemem,
yer altına ait yalnızca, ölülerle dolu bir bodrum
kaskatı soğuktan, ölmekte üzüntüden.

Bu yüzden yanıyor Pazartesi petrol gibi
gördüğünde geldiğimi hapishane suratımla,
ve yaralı bir teker gibi inilderken yolda
ve alırken sıcak kanlı adımları geceye doğru.

Ve itiyor beni bu köşelere, bu küf kokulu evlere,
kemiklerin pencerelerden taştığı hastanelere,
sirke kokan kunduracı atölyelerine,
uçurum gibi korkutucu olan sokaklara.

Kükürt renkli kuşlar ve ürkünç bağırsaklar var
asılı duran nefret ettiğim evlerde,
sahte dişler unutulmuş bir kahve sürahisinde,
aynalar var
utançtan ve korkudan ağlaması gereken,
şemsiyeler var her tarafta, ve zehir, ve göbek bağları.

Aklım başımda gidiyorum, gözlerimle, ayakkabılarımla,
hiddetliyim, unutkanlıkla,
gidiyorum ofislerin ve ortopedik kunduracıların arasından
ve iplerdeki çamaşırlarla avlular:
külotlar, havlular ve yavaş, kirli gözyaşlarla
ağlayan gömlekler.


Pablo Neruda
"Yeryüzünde İkinci Konaklama"dan

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Ya da Uyusun Diye

Ya da uyusun diye
yatırırlar mı Hitler’i dikenli tellere?

Ya da dövme mi yapıyorlar derisine
cehennemdeki abajurlar için?

Ya da ateşin siyah mastı köpekleri
ısırır mı O’nu acımasızca?

Ya da ölmek zorunda mı O ölmeksizin
sonsuzca gaz altında kalarak?


Pablo Neruda
"Sorular Kitabı"ndan

Yağmur (Rapa Nui)

Hayır, bırakma ki tanısın Kraliçe
senin yüzünü yeniden, böyle daha tatlı
işte, ey sevgilim, uzağında putların, ellerimdeki saçının
süsünün ağırlığıyla; anımsar mısın
Mangareva ağacının senin saçlarına düşen
çiçeklerini? Bu parmaklar benzemiyor
o beyaz taçyapraklarına: gözlemle bunları, kökler gibiler
kertenkelenin kaçtığı taştan bir sap gibiler.
Korkma, biz bekliyoruz, çıplak, ki düşsün
diye yağmur,
Manu Tara’nın üzerine düşen aynı tarz bir yağmur.

Fakat suyun izlerini taşta pekiştirmesi gibi
akıyor üzerimizden ve götürüyor bizi uysalca
karanlığın içine, Ranu Raraku’nun krater ağzından
daha da derine. Bu yüzden
görmüyor seni ne balıkçı ne de çömlek.

Göm göğüslerinin ikiz korlarını ağzıma
ve saçının süsü sunsun kısa bir geceyi üzerime
nemli kokusu beni örterek gizleyen bir karanlığı.

Geceleri düşlüyorum ki kökleri birlikte örülmüş
ve aynı anda fışkıran iki bitkiyiz sen ve ben,
ve ağzım gibi tanıyorsun toprağı ve yağmuru,
değil mi ki topraktan ve yağmurdan yaratıldık. Ara sıra
düşünüyorum ölümün içinde uyuyacağımızı aşağıda,
uçurumun ayakları yanındaki o derin toprakta, ve gözlemleyeceğiz
inşa etmek ve sevmek için bizi buraya getiren Okyanus’u.

Ellerim demirden değil seni tanıdı tanıyalı,
başka bir denizin suyu bir ağın arasından akar gibi akıyor,
fakat şimdi barındırıyor su ve taş tohumla gizleri.

Sev beni, ey uyuyan, ey çıplak, kıyılarda
bu adaya benzeyen: senin sersemleşmiş sevdan, senin
ölçümsüz sevdan, saklanmış düşlerin mağarasında,
bizi kuşatan denizin devinimi gibi.

Ve ben bir zaman uyuduğumda
senin sevdanda, çıplak,
bırak elim bulsun huzuru göğüslerinin arasında
titresin diye
yağmurla ıslanmış meme uçlarınla uyumlu olarak.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan 


Notlar:

Rapa Nui: Polinezya dilinde Paskalya Adası’na verilen isimdir. Paskalya Adası'nda meşhur dev Moai heykelleri bulunur. Heykellerin boyu 4-22 metre arasında değişiyor. Ağırlıkları ise ortalama 50 ton civarında.

Mangareva: Fransız Polinezyası’nda yer alan Gambier Adaları’nın en önemli adası.

Manu Tara: Paskalya Adası’nın bayrağında sembol olarak kullanılan martı kuşunun adı. Paskalya Adası’nın bir başka adı da Manu Tara’dır. Adanın en önemli kültü olan Kuş İnsan’ın kaynağıdır Manu Tara. Söylenceye göre martı Manu Tara, yumurtalarını Anakena denilen gizli bir yere saklamıştır. Bu yumurtayı bulmak amacıyla cesur erkekler Rapa Nui’den Moto Nui’ye kadar çok uzak mesafeyi yüzerler. Yumurtaları bulup kırmadan Rapa Nui’ye getiren kişiye “Kuş İnsan” adı verilmekte ve bu kişinin onur ve servet kazanılacağına inanılmaktadır.

Ranu Raraku: Paskalya Adası’ndaki bir volkan.

Mağara Adamı Resim Çizmeyi Öğreniyordu

Mağara adamı resim çizmeyi öğreniyordu.
Ve hiç gerek duymadan zarif olmaya
Başladı yontmaya kaba bir bizonu
Ağır bir taşla mağarasının duvarına.
Raslansal bir adım! Belalı bir çaba!
Resim tamamlandı -ve ilk kez yaratılıştan beri
Buğulandı gözyaşlarıyla
Yabanıl bakışlı gözleri.
Gönlü yaratıcılığın korkunç sırrıyla dolu
Anladı, bu yoldan geriye dönüş olmadığını;
İçinde hem mutluluk, hem suçluluk duygusu
Silerken ilkel yumruğuyla gözyaşlarını.
Yabanıl, kıllı, sırtında bir hayvan postu;
Ruhunun çarpıntısı okunuyordu yüzünden;
Hiç tatmadığı bir hazla doluydu
Baldan daha tatlı ve daha doyurucu etten..


Yevgeni Vinokurov
1957
Türkçesi: Ataol Behramoğlu