Şiir, Sadece: 2013-05-19

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Tiranlık

Ey kalpsiz kadın, gökyüzünün kızı,
yardım et bana bu ıssız saatte,
doğrudan, bir silah gibi aldırışsız
unutuşun soğuk hissiyle.

Okyanus gibi büsbütün bir zamanda,
yeni doğmuş gibi şaşkın bir yara
çevreliyor ruhumun inatçı köklerini,
kemiriyor güvenliğimin nüvesini.

Hangi ağır nabız çarpıyor yüreğimde
bütün dalgalardan doğmuş bir dalga gibi,
ve benim umutsuz başım kaldırıyor kendini
düşüşten ve ölümden bir güç çabalamasında.

Uzakta bir şeyler titriyor kesinliğimde,
büyüyerek gözyaşlarının gerçek kaynağında
toparlanmış, kekre yapraklardan
katı ve zalim bir bitki gibi.


Pablo Neruda
"Yeryüzünde Birinci Konaklama"dan

Tocopilla

Tocopilla’dan güneye doğru, kuzeye doğru: kum,
o dökülmüş kireç, mavna, kırılmış
tahtalar, bükülmüş demir.
Kim eklemişti gezegenin o temiz çizgisine,
altın renkli ve kor parıltılı, düşe, tuza ve baruta
o kullanılmış aleti, pisliği?
Kim bağışladı o göçmüş çatıyı, kim bıraktı
o çatlamış duvarları
ve ayaklar altındaki kağıtları?
İnsanın o kasvetli ışığı, soyulmuş her şeyinden,
her zaman yollarda geri gitmek için
kireçli aydan yapılmış çanağına,
senin öldüren kumunla durulmamış fakat!
İnşaat yerlerinin nadir martısı, ringası,
kıvırcık sağanak serçesi,
sizler yaratıkları, çocukları sağanağın
kanlı pruva halatının, gördünüz mü Şililiyi?
Gördünüz mü insanı soğuğun
ve suyun iki çizgisi arasında, toprak ufkun
dişlerinin altında, koyda?

Bitler, tuza saldıran yanan bitler,
bitler, kıyı bitleri, yerleşik olanlar, maden işçileri,
çöldeki bir yara izinden diğerine,
ay kıyısına doğru, ileri!
Yaşı olmayan soğuk mührü çentiklemek için.
Pelikan izinin ötesinde, ne suyun ne de ekmeğin
ya da gölgenin o katı dinlenişe dokunduğu yerde,
başlıyor güherçilenin hükümdarlığı,
ya da bakırın heykeli belirliyor yükselişini,
her şey gömülmüş yıldızlar gibi,
acı iğne sokuşları gibi, cehennem çiçekleri gibi,
beyaz, titreyen ışıkların kar beyazıyla,
ya da ağır parıltının yeşil ve siyah bir dalı gibi.

Orada işe yaramaz dolmakalem, sadece esmer Şililinin
yarılmış eli, orada işe yaramaz hiç bir şüphe.
Sadece kan. Damardaki insanı soran
bu sert darbe sadece.
Damarda, madende, delik deşik edilmiş mağarada
susuz ve defnesiz.

Ah benim küçük
hemşerilerim, bu ışıkla yanmış, daha acılar
ölümün yıkanışından, sizler kahramanlarsınız, kararmışsınız
topraktaki şafağından tuzun,
nerede kuruyorsunuz yuvaları, avare oğullar?
Kim gördü sizleri terk edilmiş limanların
paramparça lifleri arasında?
Altında tuz çerçeveli sisin,
arkasında metalik kıyının
ya da belki, belki
henüz altında çölün, altında
daima
tozdan yükselişinin!
Şili, Metal ve Gökyüzü,
ve sizler, Şilililer,
tohumlar, sert biraderler,
düzende ve sessizlikte her şey hazır
taşın sürekliliği gibi.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan

24 Mayıs 2013 Cuma

Tomás Lago

Elzevir baskısı kitap sayfaları arasında bit gibi uyudu
başka insanlar; aralarında
tartışıyorlardı bu yeni çıkmış kitapları
futbol tartışır gibi, bazı goller atar gibi.
Fakat o zaman çağıldamıştık şarkıyla ortasında ilkbaharın
And dağlarının taşlarını kendiyle sürükleyen ırmaklar boyunca
ve kucaklamıştık kadınlarımızı, yutmuştuk
bir çırpıda onca peteği, ve açgözlüydük daha
toprağın kükürdü için.
Sadece bu değil fakat dahası da var: hayatı
bölüştük sevdiğimiz ve bize şarabın yaşıyla
kumun dürüst alfabesini öğreten mütevazi arkadaşlarımızla,
onlardaki sakinlik şakıyarak koparttı kendini
zor zamanlarda. Ey birlikte mağarayı
ve çoban kulübesini aradığımız günler,
parçalayan örümcek ağını ve gece boyunca
yayılıp duran Güney’in kıyılarına
ve karılmış harcına:
her şey çiçekti ve geçip giden sıla,
her şey yağmurdu ve özdeksi pis koku.
Hangi geniş yolu izlediysek, mola verdik
birahanelerde, bakışlarımız
yönelmiş inanılmaz bir şafağa, bir taşa,
kömürle betimlenmiş bir duvara, hepimize hemen
kışın bütün şarkılarını öğreten
bir grup ateşçiye. Fakat yalnızca
camlarımıza tırmanan tırtıl değildi sürünerek
değişik renklerle pırıldayan, selülozda yıkanan,
her seferinde daha da yüksekte o özenli yazısında,
bu demir katısı, bu acımasız kovboy da pırıldıyordu
göğsümüze dayadığı iki tabancayla korkutarak bizi,
analarımızı becermekle tehdit ederken bizleri
ve rehin alırken sahip olduklarımızı
(bütün bunlara kahramanlık benzeri bir ad takmıştı) .
Bıraktık geçsinler diye, dik dik bakarken onlara,
bizimle hiç bir yere gidemediler, kıvrılmadık haçlarda,
ve her biri ilerledi Avrupa gazetelerinden ya da
Bolivya pesolarından oluşan kendi mezarına doğru.
Fakat bizim lambalarımız yanıyor hâlâ, ışıltılı
daha da berrak yazıdan ve eşkıyadan.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan

Toprak

O yeşil toprak teslim oldu
sarı olan her şeye, altın ekinlere,
tarıma, yapraklara, taneye,
fakat muazzam sancaklarıyla
ayaklandığında güz,
sensin gördüğüm,
benim için uzun saçlarındır
başakları ayıran.

Bakarım ufalanmış
eski taşlardan anıtlara,
fakat dokunduğumda
taşın yarasına,
yanıtlar beni bedenin,
parmaklarım yeniden tanır
ansızın, titreyerek,
sıcak sızılarını senin.

Toprağın ve tozun madalyasıyla
yenilerde onurlandırılmış
kahramanların arasından yürürüm,
ve onların arkasında durur dilsizin biri
senin küçük adımlarınla,
sen misin o, yoksa sen değil misin?

Dün, görmek için kökleriyle
yukarı kaldırdıklarında
bodur ağacı,
gördüm geldiğini ve bana baktığını
işkence görmüş
ve susamış köklerden.

Yaymak ve ulaştırmak için
beni kendi sessizliğime
ve bastırdığında uyku,
uykumu mahveden
büyük beyaz bir rüzgâr vardır,
ve düşer yapraklar ondan,
düşer bıçaklar gibi
üzerime ve boşaltırlar kanımı.

Ve her bir yaramda
ağzının biçimi vardır.


Pablo Neruda
"Kaptanın Dizeleri"nden

23 Mayıs 2013 Perşembe

Topraklar ve İnsanlar

Korkunç hayvanların
kemikleri gibi, toprağın
kabuğunda yaşlı toprak fareleri,
batıl inançlı mirasçıları
encomienda’nın, karanlık
bir toprağın imparatorları, çevrilmişler
nefret ve dikenli tellerle.

Çitlerin arkasında boğuldu
gelişmesi insanın,
diri diri gömüldü çocuk,
ekmek ve kitaptan mahrum bıraktılar,
damgaladılar köle işçileri olarak
ve ahırlara mahkum ettiler onları.
Zavallı, bahtsız toprak işçisi
dikenler arasında, zincire vurulmuş
varolmayışa, yabanıl
çayırlıkların üzerindeki karanlığa.

Kitapsız korunmasız et gibi oldun
ve sonra da bir ahmağın iskeleti,
bir hayattan bir hayata satılmış,
beyaz kapının önünden kovulmuş
yürek paralayan, hüzünlü bir gitar
ve danstan başka sevda bilmeden,
bir nemli rüzgâr çarpıntısı gibi
aşırı çaba göstererek tutuşmuş.

Fakat sadece taşrada değil
insan yaraları. Daha uzaklarda,
yakınlarda, derinlerde dövülmüş onlar:
şehirde, yakınında sarayın,
ateş etti havaya cüzzamlı kiralık kışla
öldürücü pisliğiyle,
suçlayan kangreniyle.

Talcahuano’nun ekşi,
dolambaçlı sokaklarında, tepelerin
bataklık kül yığınlarında gördüm
yoksulluğun kirlenmiş yaprağının
kaynaştığını, hamuru
aşağılanmış yüreklerin,
bir yeraltı şafağının karanlığındaki
açık çıban,
paçavraların yara izi
ve buruşturulmuş, dövülmüş insanın
yaşlı özü.

En aşağıdaki eve girdim,
fare delikleri gibiydiler, güherçile
ve çürümüş tuzla nemlenmiş,
aç yaratıkların kendilerini sürüdüklerini gördüm,
bu lanetli hava içinden
bana gülümsemeye çalışan
dişsiz gölgeler.

Delik deşik etti beni acıları
halkımın, dikenli teller gibi
sardı ruhumu,
parçaladı yüreğimi:
o zaman çıktım yollara ve haykırdım,
çıktım dışarı ve ağladım, dumanla çevrili,
çaldım kapıları ve yaraladı beni
keskin bıçaklar gibi,
daha önce yıldızlar gibi taptığım
duyarsız yüzlere karşı haykırdım
ve gösterdiler bana ne kadar boş olduklarını.

O zaman dönüştüm bir askere:
sayısı bilinmeyen, tüm bir kıta,
savaşan yumrukların birliği,
hemfikir olmanın sistemi,
sonsuz zamandan bir lif,
silahlanmış bir ağaç, dünyadaki
unutulmaz yolu insanın.

Ve gördüm ne çok olduğumuzu, ne çok
kimse olduğunu benim tarafımda, o ya da bu
kişi değildi, fakat bütün insanlardı,
yüzleri yoktu, halktı bu,
metal ve yollar.
Ve dolaştım dünyayı
ilkbahar adımlarıyla.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan


Encomienda: Yerlilerin yaşadığı bölgelerdeki idare. İspanyolların Amerika’yı fetihleri döneminde yürürlükte olan feodal bir düzenleme.

Topraklarını Alıyorlar Ellerinden

Değil mi ki vadinin ve kuraklığın ardında,
ırmağın ve sararmış yaprakların ardında,
tarla ve hasat için pusuda
bekliyor toprak hırsızı.

Bak bu çınlayan menekşe renkli ağaca,
bak kızaran bayrağına ağacın,
ve ardında sabah ırkının
bekliyor toprak hırsızı.

Dinle kör kayalıkların tuzu gibi
kristal rüzgar ceviz ağaçlarında,
ne ki her günkü mavi ışıkta
cirit atmakta toprak hırsızı.

Gör buğdayın tohum katmanları arasında
altın oklarıyla vurduğunu,
ve ekmekle insan arasında bir maskenin varlığını:
toprak hırsızını.


Pablo Neruda
"Canto General"den "Los flores de Punitaqui"

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Toussaint L'ouverture

Tatlı karmaşıklığından fırlatıyor
dokunaklı çiçeklerini Haiti,
bakımlı bahçelerini, ihtişamın
binalarını; denizi,
karanlık bir ata gibi beşikleri
tenden ve yerden oluşan onurunu.

Toussaint L'ouverture bağlıyor
bitkilerin mutlak hükümdarlığını,
zincire vurulmuş o majestelerini,
davulların tok seslerini,
ve saldırıya geçiyor, yolları kesiyor, tırmanıyor,
emrediyor, kovuyor düşmanı ve davet ediyor inadına
doğuştan hükümdar gibi,
ta düşene dek O karanlık
ağa ve götürülene dek denizler ötesine,
yerlerde sürünmüş ve ayaklar altında ezilmiş
geri dönen halkı gibi,
fırlatıldı soğuk depolara ve mahzenlerin
saklı ölümüne.
Ne ki Ada'da kayıyor kayalar,
konuşuyor saklanmış dallar,
umutlar gönderiliyor,
yükseliyor kalenin duvarları.
özgürlük senin ormanın,
benim kara kardeşim, saklıyor
senin sonsuz acının anısını:
geçmişin kahramanları
senin sihirli köpüğünü korusun.


Pablo Neruda
"Los libertadores"den "Canto General"

Tupac Amaru

Concorcanqui Tupac Amaru,
Bilge efendi, adil baba,
Gördün avutulmaz ilkbaharın
Tungasuca'ya yükseldiğini
Anddağlarının basamakları boyunca,
ve ilkbaharla birlikte tuzu ve felaketi,
adaletsizliği ve zulmü.
İnkaların Reisi, Reis Baba,
gözlerine gizlendi her şey.
Bir sandıkta aşktan
ve kederden sertleşmiş gibi.
Yerli halk gösterdi ısırık yaralarının
damarlarda parıldadığı
sırtlarını
eski cezalardan arta kalan,
ve öyle çoktu ki sırtlar,
bütün bir yayla tiril tirildi
ağlayışın çağlayanlarıyla.

Bir hıçkırık duyuldu, ve bir başkası daha,
ta ki silahlandırılana dek
toprak-grisi halk yığının çalışma-günü
topladı gözyaşları çanağında
ve pekiştirdi patikaları.
Dağların koruyucu efesi yaklaştı,
barut döşedi yollara,
ve şaşkın şaşkın halkın yanına
geldi kavganın ağası.
Fırlattılar kepeneklerini toprağa,
eski bıçaklar birleşti,
ve çağırdı trompetlerin sesi
dağılmış hısım akrabayı.

Kana susamış taşa karşı,
Uğursuz miskinliğe karşı,
Zincirlerin metaline karşı.
Ne ki böldüler senin halkını
ve kırdırdılar
kardeşi kardeşe,
senin kalenin duvarları ufalandı toz gibi.
Bağladılar yorgun düşmüş ellerini ve ayaklarını
dört azgın ata
ve dörde böldüler şafağın
amansız ışığını.

Tupac Amaru, yenik güneş,
senin parçalanmış şanından
bir deniz-güneşi gibi
yükseliyor yitik bir ışık.
Balçıklı toprağın alçak köyleri,
adanılmış hasır iskemleler,
tuzun rutubetli evleri
'Tupac' diye fısıldar usulca,
ve Tupac bir mısır-tohumudur
derler usulca: 'Tupac',
ve bekler Tupac saban-izinde,
usulca fısıldarlar: 'Tupac',
ve filizlenir Tupac topraktan.


Pablo Neruda
"Los libertadores"den "Canto General"

21 Mayıs 2013 Salı

Ubico

Ya da Ubico’dur giden bu patikalarda,
cezaevinden cezaevine dolaşan
motosiklet üstünde, bir taş gibi
soğuk, korkunun hiyerarşisi üzerinde
oyulmuş bir gemi süsü gibi.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan

Uluslararası Tugay’ın Madrid’e Girişi

Soğuk bir ayın bir sabahında,
ölen bir ayda, kirle ve dumanla lekelenmiş,
dizsiz bir ayda, kuşatmalı ve felâketli
üzüncün bir ayında,
tek umudumuz barut hakkındaki bir düş iken
dünyanın açgözlü canavarlar
ve gazaplardan oluştuğunu biliyorken zaten
evimdeki ıslak camların arasından
işitirken tüfekli ve dişi kanlı
Afrikalı çakalların ulumasını,
o vakit, Madrid’in don soğuğu ayı arasından,
sabah sisinde, nöbetteyken bu yürek,
gördüm bu gözlerle burada,
gördüm onların geldiklerini, o ışıklı, utkulu savaşçıları
o ince, katı, olgun, taşın alazlanan tugayını.
Kadınlar taşırken bir yokluğu ürkünç bir kor gibi
kaygının zamanıydı, ve doldurdu tarlaları
şimdiye dek saygın olan buğdaylar gibi,
başka ölümlerden daha acı ve kesin olan İspanyol ölüm.

Evlerin mahvolmuş yüreklerinden fışkıran suyla
birleşti caddelerde insanın yarılmış kanı: uzuvları kopmuş
çocukların kemikleri, annelerin yürek buran
yas giyimli sessizliği, savunmasızların
sonsuzca kapanmış gözleri, üzünç ve kayıp gibiydi,
tükürükte boğulmuş bir bahçeydi,
sonsuzca öldürülmüş inanç ve çiçekti.

Yoldaşlar,
o vakit
gördüm sizleri,
ve gözlerim daha da doldu gururla,
çünkü gördüm sabah sisi arasındaki yükselişinizi,
şafaktan önce çanlar gibi sessiz ve kararlı
Kastilya’nın temiz alnını,
ciddiyet dolu ve mavi gözlerle geldiniz uzaktan,
çok uzaklardan, saklandığınız yerlerden,
yitirdiğiniz memleketlerden, düşlerinizden
alazlanan şirinlikle dolu ve tüfeklerle geldiniz
savunmak için canavarın ısırarak kemirdiği
özgürlüğün kuşatıldığı ve ölebileceği o İspanyol kentini.

Kardeşler, bundan sonra
paklığınızı ve gücünüzü, büyük tarihinizi
bilsin çocuklar ve erkekler, kadınlar ve yaşlılar,
ulaşsın umudu olmayan herkese, aşağıda
madenlerde kükürt ekşisi havayla tükenenlere,
kölenin insaniyetsiz merdivenlerine,
ki böylelikle bütün yıldızlar, böylelikle
Kastilya’nın ve dünyanın bütün başağı yazsın
bir kızıl meşe gibi güçlü ve dünyevi adlarınızı
ve acı kavganızı ve zaferinizi.

Çünkü özveriniz sayesinde yeniden doğdu
yitirilmiş inanç, namevcut ruh, yeryüzüne güven,
ve bereketiniz, soyluluğunuz ve ölüleriniz arasından
sert kanlı kayalıklardan bir günün arasından gibi
akıyor çelik güvercinli ve umutlu o muhteşem ırmak.


Pablo Neruda
"Üçüncü Konaklama"dan

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Umutsuz Bir Şarkı

Beni çevreleyen geceden fırlıyor hatıran.
Irmağın inatçı şikayetiyle birlik deniz.

Terk edilmiş rıhtımlar gibi şafakta.
Bırakışın zamanıdır, ey terk ettiğim!

Yağıyor soğuk çiçekler yüreğime.
Ey harabelerdeki mezar, gemi batışlarının zalim oyuğu!

Yığılır sende savaşlar ve kaçış.
Yükseldi senden bütün kanatları şarkı kuşlarının.

Yuttun her şeyi, mesafeyi bile.
Deniz gibi, zaman gibi. Battı her şey sende!

Saldırının ve öpüşün şen zamanıydı.
bir deniz feneri gibi parlayan, sihrin zamanı.

Kılavuz kaptanın korkusu, o kör dalgıcın hiddeti,
şiddetli aşk esrimesi, battı her şey sende!

Siste çocukluk benim yaralanmış kanatlı ruhum.
Yitik kaşif, battı her şey sende!

Savurdun üzüncünü, sarıldın arzuya.
Felç etti hüzün seni, battı her şey sende!

Gölgelerin duvarı arasından geçtim,
girdim ötesine isteklerin ve eylemlerin.

Ey et, kendi etim, sevdiğim ve kaybettiğim kadın,
bu ıslak zamanda çağırıyorum seni şarkımla.

Bir vazo gibi verdin o sınırsız şefkatin korunağını,
ve o sonsuz unutuşta ezdim seni bir vazo gibi.

Adaların kara, kapkara yalnızlığı vardı,
ve orada, aşk kadını, aldın beni göğsüne.

Susayış ve açlık vardı, ve meyveydin sen.
Üzünç ve harabeler vardı, ve mucizeydin sen.

Ah kadın, bilmiyorum nasıl kapsayabilirsin beni
yüreğinin dünyasında, kollarının haçında!

Seni özleyişim korkunçtu ve kısaydı,
zahmetli ve sarhoş, sabırsız ve arzulu.

Öpüşlerin mezarlığı, yanıyor ateş hâlâ mezarlarında,
alazlanıyor hâlâ üzümler gagaların izleriyle.

Ey ısırılmış ağız, ey öpülen kollar ve bacaklar,
ey aç dişler, ey birlikte örülmüş bedenler!

Ey eridiğimiz ve umutsuzluğa kapıldığımız
çılgın birliği umutla zahmetin!

Ve şefkat, su ve un gibi hafif.
Ve söz, silinmemiş daha dudaklardan.

Yazgım oldu bu benim, yolculuk etti bununla özlemim,
düştü özlemim bununla, battı her şey sende!

Ey harabelerdeki mezar, her şey düştü sana,
hangi acıyı ifade etmedin ki, hangi dalgalarda boğulmadın ki!

Dalgadan dalgaya çığlık attın sürekli ve şakıdın,
ayakta durarak bir gemici gibi pruvada.

Hep çiçeklendin şarkında, çatladın akıntılarda hep.
Ey harabelerdeki mezar, açık ve acı kuyu.

Soluk kör dalgıçlar, mutsuz sapan atıcıları,
yitik kaşif, battı her şey sende!

Bırakışın zamanıdır, o sert soğuk zamanı
gecenin bütün yelkovanlara yerleştirmesi gibi.

Denizin çağıldayan kuşağı sarmalıyor kıyıyı.
Soğuk yıldızlar yükseliyor, siyah kuşlar kaçıp gidiyor.

Terk edilmiş rıhtımlar gibi şafakta.
Sadece titreyen gölge burkuluyor ellerimde.

Ey her şeyin ötesindeki! Ey her şeyin ötesindeki!

Bırakışın zamanıdır. Ey terk ettiğim!


Pablo Neruda
"Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı"dan

United Fruit Company

Trompetler çaldığında
her şey düzenlenmişti dünyada,
ve Yehova bölüştürmüştü dünyayı
Coca Cola, Anaconda,
Ford ve diğer şirketler arasında:
Meyve Şirketi
en şerbetlisini aldı,
ülkemin merkezi kıyısını,
Amerika’nın en hoş bölgesini.
“Muz Cumhuriyetleri” olarak
değiştirdiler adlarını ülkelerinin,
ve uyuyan ölülerinin üzerinde,
büyüklüğü, özgürlüğü
bayrakları fetheden
kaygılı kahramanlarının üzerinde
yükseldi bu bizon operası:
teşhir etmişlerdi kendilerini özgür iradeyle,
harcanmış kral taçları,
çıplak bıraktı haseti, çekti
sineklerin diktatörlüklerini:
Trujillo sinekleri, Tachos sinekleri
Carías sinekleri, Martínez sinekleri,
Ubico sinekleri, kanda ve reçelde
yıkanan sinekler,
halkın mezarı üzerinde
yaz gibi boğulan sinekler,
sirk sinekleri, zorbalığın yönlendirdiği
hilekâr sinekler.

Kana susamış sinekler arasında
karaya çıkıyor Meyve Şirketi,
kahveyi ve meyveyi yığıyor
gemilerinde, dolu tabaklar gibi
ayrılıyor hazinelerle
boğulmuş ülkelerimizden.
Limanların şeker ağırı
uçurumlarında düşüyordu ara sıra
sabahın pis kokusuna
gömülmüş yerli:
sallanan bir gövde, adsız
önemsiz bir şey, bitkin bir numara,
gübreye fırlatılmış
bir salkım çürümüş meyve.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan

Nazım'ın Kalbi

Usandığım zaman gerçeklerin yalanından
kaygının küstah baskısından
tunç Nazım'ı anımsarım
ve sesini
biraz hançeri:
"Merhaba kardeşim ...
Ne o neden suratın asık öyle?
Boş ver!
Yoksa şiir takıldı mı bir yerde?
Gel beraber bitirelim.
Para mı yok?
Çaresine bakarız dert değil
Sevgili mi yok?
Aldırma buluruz ..."
Oysa asıl kendisinde bir şey var
içini yaralayan
yüzünün buruşuklarından dehşetle akan:
"Hepsi iyi ya
şu kalp ağrısı ...
Adam sen de
ağrıyadursun yaşıyoruz ya..."
Bazıları için şiir
bir roldür,
bir dükkancıktır bazıları için
kardır.
Onun gibileri içinse
ağrıdır şiir
rol değil.
Nazım'ın kalbi de işte
ağrıdı durdu böyle.
Üzerine titreyen doktoru bir defasında
hani pek de güvenmeyerek
demişti bana:
"Bakın, demişti,
Keskin konulardan kaçının ki
ağrımasın Nazım'ın kalbi..."
İlahi doktor!
Hastanız gitti.
Fayda etmedi çabalarınız.
Ama kalbi
gizli gizli çarparak
devam ediyor ağrımaya
ölümünden sonra da
İçimdeki acı ağrıyor
Ruslar için Türkler için ağrıyor
Nazım gibi mahpusta hür herkes için
ağrıyor.
Hapishane şefkatiyle yetişen o kalp
(ölümden sonra bile)
dinlemiyor doktorları,
korkak olduğumuz zaman ağrıyor,
neme lazım dediğimiz zaman
ve
kendisi gibi iyilikle
cesaretle
"Merhaba kardeşim..." diyemediğimiz zaman ağrıyor.
Varsın ağrısın kalplerimiz
hepsi için
yeter ki ağrımasın
kalbi Nazım Hikmet'in.


Yevgeni Yevtuşenko
Türkçesi: Lel Starostov