Sayfalar

14 Eylül 2013 Cumartesi

Tanrım

Tanrım bana sabır ver
Tahammülüm yok artık
Gözüme bir perde ger
Tahammülüm yok artık.
Bu deliler âlemi
Büktü benim belimi
Bu bitmeyen elemi
Tanrım doldur çilemi


G...K...
Akıl Hastalarının Yazdıkları Şiirler, İnilti

Punitaqui’nin Çiçekleri

Orada anayurt daha da katıydı şimdi.
Saçılmış tuzdu altın,
kırmızı alevler saçan bir balık, ve o hiddetli
toprak parçası doğuyordu ezilmiş küçük
dakikasında onun, kanlı tırnakların getirdiği.

Şafakta soğuk bir badem ağacı gibiydi,
sıradağlarının dişleri altında,
deliyor yürek kendi çıkışını,
araştırıyor, yokluyor, acı çekiyor, tırmanıyor, ve
en merkeze, en gezegensi yüksekliğe ulaşıyor
yırtılmış gömleğiyle.

Yanık yürekli biraderler,
bırakın elime bugün yaptığınız işi,
ve bırakın bir kez daha gitsin o uyuyan katmanlara,
daha da derine, kaçmak isteyen
yaşayan altını elinin bir maşa
gibi tuttuğu daha da derine.

Ve oraya geldiler bir kaç çiçekle
yöre kadınları, Şili yaylalarının kızları,
madenin mineralsi kızları,
ve bıraktılar bir buketi ellerime, bir kaç çiçek
Punitaqui’den, bir kaç kırmızı çiçek,
sardunyalar, bu katı topraktan,
ellerimde en derin dehlizdeymiş gibi
bulunan alelade çiçekler,
döndürdü bu çiçekleri
kırmızı suyun kızları,
insanın derine gömülmüş derininden.

Ellerini ve çiçekleri tuttum, mahvolmuş,
mineralsi toprağını, taçyapraklarının
ve acıların esrarlı kokusunu.
İnceledim onları ve biliyordum geldiklerini
altının kötü yürekli yalnızlığına,
kan damlaları gibi gösterdiler bana
heba olmuş hayatlarını.

Onların yoksulluklarında
çiçek açan kaleydiler, şefkatin
buketi ve uzak metal.

Punitaqui’nin çiçekleri, atardamarlar, hayat,
yatağımın ucunda geceleri yükseliyor kokularınız
ve alıp götürüyor beni hüznün
en derin maden dehlizlerine,
geçerek o ezilmiş yüksekliği, geçerek karı,
ve hatta sadece gözyaşlarının ulaşabileceği kökleri geçerek.

Çiçekler, yayla çiçekleri,
madenden ve taştan gelen çiçekler,
Punitaqui’nin çiçekleri, kızları
o acı yeraltının: bendesiniz, ve unutulmadınız hiç,
hep hayatta kalacaksınız bende ve kuracaksınız
ölümsüz berraklığı, taştan bir taçyaprak
ölmez hiç.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan

Quila Bambusu

Gülemeyen dikey yaprakların arasında
saklıyorsun saklı mızraklardan kolonini.
Unutmadın sen. Yaprakların arasından yürürken
fısıldıyor sessizlik ve yaralayan sözcükler
uyanıyor, dikeni besleyen heceler.
Unutmuyorsun. Kanla ıpıslak
duvar kireciydin sen, evin ve savaşın sütunuydun,
bayraktın sen, Araukan annem için çatıydın,
orman savaşçısı için kılıçtın, Araukan çamı,
yaralanmış ve öldürülmüş çiçeklerle dimdik bakardın.
Erişilmezce saklıyorsun kendi yaptığın mızraklarını
ve yabanıl bölgenin rüzgârının bildiği gibi,
yağmur, kavrulmuş ormanların kartalı
ve yenilerde her şeyi soyulmuş ürkek kiracı.
Belki, belki: söyleme kimseye gizlerini.
Bir orman mızrağı sakla benim için ya da sakla ağacı
bir ok için. Ben de unutmadım seni.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan

13 Eylül 2013 Cuma

Sakı Saçlı Yarime

Gözlerin cennet, saçlarının sarısı
Ama seni gözlerin için de sevmiyorum.
Allın sarısı saçların bakışların gibi
Gölgeli ama seni saçların için de sevmiyorum.
Deniz kokulu dudağın dudağıma değerse
Beni çıldırtacak ama seni dudakların için de sevmiyorum
Çünkü sen benim vücudum ben de senin ruhunum.


B…D…
Akıl Hastalarının Yazdıkları Şiirler, İnilti

Rafael Alberti’ye

Rafael Alberti’ye (Puerto de Santa Maria, İspanya)


Rafael, İspanya’ya gelmeden önce şiirin selamlamıştı
beni yolda, harfin bir gülü, tahtadan oyulmuş bir salkım,
ve bugüne kadar bende bir anı olarak kalmadı yalnızca
fakat hoş kokulu ışıktı, dünyanın kaynağıydı.

Barbarlıkla kurutulmuş ülkene ekledin
zamanın unuttuğu o çiyi,
ve İspanya uyandı seninle hayata,
tekrar taçlandı sabahın incisiyle.

Anımsamalısın beraberimde ne getirdiğimi:
uzlaşmaz asitlerle parçalanmış düşler,
sürgün sularda konaklama,
ormanda yanmış saraylar gibi
filizlenen köklerin geldiği yalnızlık.
Rafael, nasıl unutabilirim ki o zamanı?

Ülkene geldim düşer gibi
taştan bir aya ve her yerde rastladım
nadaslı tarlanın kartallarına, kuru dikenlere,
fakat senin sesin, ey denizci, bekliyordu orada
sunmak için bana bir hoşgeldini, ve kokusunu
şebboyun, deniz meyvelerinin balını.
Ve şiirin gemideydi, çıplak.

Güneyin çam ormanları, üzüm cinsleri
sundu senin yontulmuş elmasına reçinesini
ve dokunup geçtiğim zaman çok güzel bir ışığa,
çözüldü dünyaya getirdiğim karanlığın çoğu.

Işıkta yaratılmış bir mimar, çiçek yaprakları gibi,
dizelerinin sarhoş eden kokusu boyunca;
gördüm eski zamanların sularını, miras kalan kar,
ve herkesten daha çok şey borçluyum İspanya için sana.

Parmaklarınla dokundum peteğe ve çorak tarlaya,
kumsalları tanıdım, bir okyanus gibi
aşınmış insanlardan, ve şiirin
safirden giysisi
parçalandı o basamaklarda.

Biliyorsun yalnızca biraderin öğrendiğini. Ve bu saatte
sadece bunu öğretmedin bana,
kaderinle doğrultulu olarak
sadece sönmüş haşmetini değil aşiretimizin,
ve kan henüz bir kez daha geldiğinde İspanya’ya
benimmiş gibi savundum halkının ata yadigarını.

Şimdiden biliyorsun, bütün dünyanın bunların hepsini bildiğini.
Sadece seninle birlikte olmak istiyorum,
ve hayatının yarısı eksikken bugün,
bir ağaçtan daha çok hakkın bulunan ülken,
bugün, anayurdun felaketleri arasında, sadece
üzünç değil sevdiklerimiz arasında
fakat senin yokluğun da saklıyor
zeytinin kurtlar tarafından yutulan mirasını,
vermek istiyorum sana, ah verebilirsem, ağabey,
bir zamanlar bana verdiğin o yıldız berrağı sevinci.

Aramızda gerildi
şiir göksel bir deri gibi,
ve seninle koparacağım bir salkımı,
bu asmaları, bu gölgelerin kökünü.

Haset açarken insan kapılarını
açamıyordu ne senin kapını ne de benim.
Ne güzel
rüzgârın hiddeti
bırakırken giysisini orada
bırakıyordu ekmeği, şarabı ve ateşi bize,
bırak ulusun gazabın esnafları,
bırak ayakların altında kıvrılmış şey gibi inlesin,
ve kaldır kehribarla köpüklenen kadehini
şeffaflığın bütün törenleriyle.

Kimse unutur mu ki ilk olduğunu?
Bırak açsın yelkenini ve karşılaşacağı yüzün olacak.
Bizi hızla gömmek isteyen mi var?
Pekâlâ, fakat kaçışın borç senedi var elinde.

Gelmeliler, fakat kim sarsabilir hasadı
sonbaharın eliyle yukarı kaldırılan
şarabın titreyişiyle o renkli dünyaya.

Ver bana bu kadehi, birader ve işit: nemli ve dalgalı
Amerika’mla kuşatılmışım, ara sıra
kaybediyorum sessizliği, kaybediyorum gecesel tacı,
ve çevreliyor nefret beni, belki hiçbir şey, bir boşluğun
boşluğu, bir köpeğin
bir kurbağanın alacakaranlığı,
ve o zaman hissediyorum ne kadar ayırdığını bizleri ülkemin,
ve yolculuk yapmak istiyorum senin evine, biliyoruz ikimiz de
beni beklediğini sadece ikimizin birlikte geçirebileceği
hoş zamanların. Bir borcumuz yok kimseye.

Fakat sana bir borçları var onların, ve bir ülke borçlular sana: bekle.
Geri döneceksin. Geri döneceğiz birlikte. Seninle birlikte
bir gün dolaşacağız altınla sarhoş bu kumsallarda
senin limanlarına doğru giderken, o zamanlar hiç ulaşmadığım
Güney’in limanlarına.
Göstermelisin bana sardalyelerle
zeytinin kumsalları sıkıştırdığını,
ve yeşil gözlü boğalarla dolu yaylaların
sahibi Villalón (toprakta dinlendiğinden ötürü
ziyaret etmeyen başka bir arkadaş daha) ,
ve beyaz İspanyol şarabıyla dolu fıçılar,
góngoraik yüreklerinde topazın
solgun ateşle parladığı katedraller.

Rafael, onun dinlendiği yere gideceğiz,
kendinin elleriyle ve senin ellerinle
İspanya’yı hayatta tutanın.
Ölemeyen ölmüşün nöbetini tutuyorsun sen,
çünkü varlığın koruyor onu.

Orada buluyorsun Federico’yu, fakat çoklar, düşmüşler,
gömülmüşler, İspanya sıradağlarının arasında, haksızca
düşmüş olanlar, kanı dökülmüşler,
yitirilmiş mısır tohumları dağlarda,
yoldaşlarımız bizim, ve onların balçığında yaşıyoruz biz.

Yaşıyorsun çünkü sen her daim mucizelerin tanrısıydın.
Kimse senden daha fazla gayret göstermedi, kurtlar
yemek istiyordu seni, parçalamak istiyordu gücünü.
Her biri ölümünde kurtçuk olmak istiyordu.

Fakat yanıldılar. Belki senin şarkının
yapısıdır, o el değmemiş şeffaflık,
senin şefkatinin silahlanmış enerjisi,
direnç, dünyaya olan sevgini kurtaran
seçkin kalen senin.

Seni izleyeceğim denemek için Genil’in
suyunu, bana verdiğin o hükümranlığı,
yelken açmış gümüşte bakmak için
o hafifçe uyuyan resimlere
şarkının mavi hecelerinin yarattığı gibi.

Demirhanelere de girmemiz gerek: orada
bekliyor halkın metali şimdi yeniden doğmak için
bıçaklarda: şakıyarak geçtim yanından
yakınında gök kubbe gibi devinen o kızıl ağın.
Bıçaklar, ağ ve şarkı alıp götürecek acıları.
Yanmış elleriyle senin halkın,
çayırlıkların defneleri gibi, taşıyacak barutun arasından
senin sevginin kazada yaydığı şeyi.

Evet, sürgünlerimizden doğuyor çiçek, anayurdun
şekli, yıldırımlar altında halkın fethettiği,
ve sadece bir gün değil oluşturan
o kaybolmuş balı, düşlerin gerçeğini,
fakat şarkı olan her bir kökü
dünyayı dolduruyor yapraklarıyla.

Orada bulunuyorsun, ve bir şey yok kımıldayan
bıraktığın elmas ışıklı aydan:
yalnızlık, rüzgâr köşelerde,
her şey dokunuyor temiz bölgene,
ve o son ölüler, o hapse
düşenler, vurulan aslanlar,
ve gerilla savaşçıları, yüreğin
kaptanları, kan içinde kalmışlar
senin kendi kristal giysilerinde,
kendi yüreğinde senin, kökleriyle onların.

Uzun zaman geçti bu günlerin üzerinden
bölüştüğümüzden bu yana ışıklı bir yara bırakan acıları,
nallarıyla savaş atı
ezdi geçti köyü ve kırdı camları.
Bütün bunlar doğdu baruttan,
tohumu kaldırmak için bekliyor bütün bunlar seni,
ve bu doğumda yeniden sarmalamak için seni,
duman ve şefkat bu zor günlerden.

Gerilmiş derisi İspanya’nın ve orada yaşıyor
senin izin namlı kabzalı bir kılıç gibi,
ve unutuş yok hiç, seni silecek kış yok,
ışıklı birader, halkın dudaklarından gelen.
İşte böyle konuşuyorum seninle, belki bir söz unuttum,
anımsamadığın mektuplarına karşılık verdim nihayet,
Doğu’nun iklimi örterken beni
al bir koku gibi.
Senin altın alnın
bu mektupta rastlasın başka bir çağdan bir güne,
ve bir gündeki başka bir çağ gelecektir.
Hoşça kal diyorum sana
bugün, 1948, onaltı Aralık,
Amerika’da şarkı söylediğim bir yer.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"nın "Şarkının Irmakları" adlı bölümünden "Canto General", "Los rios del canto" 


Notlar:

Rafael Alberti: 1902-99 yılları arasında yaşamış, İspanya’nın en önemli şairlerinden biri. İç Savaş’tan itibaren Franco diktatörlüğü boyunca 24 yıl Arjantin’de sürgünde yaşadı. Eserleri Franco döneminde tümüyle yasaklanmıştı.

Góngoraik: 1561-1625 yılları arasında yaşamış İspanyol barok şair Luis de Góngora’ya özgü anlamında kullanılan bir sıfat. İspanyolca yazan bütün çağdaş şairler tarafından çok değer verilmiştir. Neruda, Evrensel Şarkı’da bulunan “Góngoraik Yumuşakçalar” adlı şiiriyle Luis de Góngora’yı övmek istemiştir.

Genil: İspanya’nın Andaluzya bölgesinde Córdoba ile Sevilla arasında Guadalquivir nehrine dökülen bir nehir.

12 Eylül 2013 Perşembe

İlham

Ey ilham-ı şerif neredesin?
Niçin istifsar-ı hatır etmezsin?
Gel de gir benim kafama!
Yardımcı ol yazmama

Birkaç satır yazmak istiyorum,
Bu yazıya "Şiir" diyorum.
Bakalım okuyucular ne der?
Bu kadarlık kiyafet eder...


A…D…
Akıl Hastalarının Yazdıkları Şiirler, İnilti

Rapa Nui

O muhteşem denizin göbeğisin, Tepito-te-henúa,
denizin atölyesi, söndürülmüş taç.
Senin lav püskürtülerinden yükseldi insanın
alnı okyanusun yücesinde,
taşın çatlamış gözleri
ölçtü o siklonsu evreni,
ve hayatın beli senin heykellerinin
tamamlanmış boyutunu diken eldi.

Tanrısal kayaların oyuldu
Okyanus’un bütün çizgilerine doğru,
ve insan yüzleri çıktı ortaya,
adaların derinliklerinden yaratılmış,
boş kraterlerden doğmuş,
ayakları sessizliğe dolanmış.

Nöbetçilerdi onlar ve kesmişlerdi
bütün nemli imparatorluklardan
gelen suyun dolaşımını,
ve yüz yüze maskelerle geri tuttu
deniz kendi mavi, fırtınalı ağaçlarını.
Bu yüzlerden başka kimse şeneltemezdi
deniz imparatorluğunun dolaşımını. Dilsizdi
bir gezegenin kapısı gibi,
adanın ağzını geren bu tel.

İşte böyle, denizin dışbükey ışığında
taçlanıyor taşın masalı
ölü madalyalarıyla ölçümsüzlük,
ve o küçük krallar, dalga köpüğünün
sonsuzluğu için,
bütün bu ıssız monarşiyi kuranlar,
geri dönüyorlar denize o görünmez geceden,
geri dönüyorlar tuzdan lahitlerine.

Sadece ay balığı öldü kumda.

Sadece zaman kemiriyor moais tanrılarını.

Sadece sözcükler biliyor
kumdaki sonsuzluğu:
mühürlenmiş ışık, ölü labirent,
boğulmuş kadehin anahtarları.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan


Notlar:
Rapa Nui: Polinezya dilinde Paskalya Adası’na verilen isimdir. Paskalya Adası, Şili'ye 3.700 km, Tahiti’ye ise 4000 km uzaklıktaki volkanik bir bölgedir. 2002 yılı itibarıyla 3.791 kişilik nüfusa sahiptir. 1722 yılında Hollandalı denizci Jacop Roggeveen tarafından, Paskalya gününde keşfedildiği için bu isimle anılmıştır ada. Paskalya Adası’nı ilginç kılan özellik ise adada bulunan 974 tane dev heykeldir. Heykellerin boyu 4-22 metre arasında değişiyor. Ağırlıkları ise ortalama 50 ton civarında. Ada yerlilerinin yaklaşık 1000 yıl önce başladıkları ve 600 yıl boyunca sürdürdükleri bu sanatsal aktivitede ürettikleri heykellerden bazıları ayakta bazıları da yere yatmış şekilde bulunmaktadır. Heykellerin bazılarında dövme de bulunmaktadır. Uzun kulaklı başlarının üzerinde taştan yontulmuş silindirlere de rastlanır. Üzerlerinde ki yazılar ise hâlâ çözülememiştir. Heykellerin çoğu korkulu gözlerle deniz ufkuna bakmaktadır.

Tepito-te-henúa: Polinezya dilinde, Paskalya Adası’na verilmiş olan ilk isimdir. “Tepito-te-henúa”, “dünyanın sonu” anlamına gelmektedir.

Moais: Paskalya Adası’ndaki heykellere verilen ad.

11 Eylül 2013 Çarşamba

Zafer

Düşmüş baktı bir gün

Aynada saçına kırlar

Geçmişti kaybolmuştu

Mazide kalan yıllar.

Bir de baktı başlamış

Vücudunda sızılar.

Dedi; gitti kayboldu

Geri dönmeyen yıllar.



B…İ…
Akıl Hastalarının Yazdıkları Şiirler, İnilti

Recabarren İçin

Recabarren İçin
I

Dünya, dünyanın metali, o yoğun
güzellik, mızrak, lamba ya da yüzük
olacak demir dolu barış,
saf irin, zamanın
satınalma gücü, çıplak toprak için
hekimlik sanatı.

Mineral batmış ve gömülmüş
bir yıldız gibiydi.
Gezegenin nabızatışları altına saklandı
ışık gram gram.
Kalın harmani, balçık ve kum
örttü senin yarıküreni.

Ne ki sevdim senin tuzunu, yüzeyini.
Senin ağır yağmurunu, gözkapağını senin, görünümünü.

Katı arılığın ayarında
türkü söyledi elim: zümrüdün
gelinsi çoban-şiirinde alıntı yapıldı benden,
ve demirin boşluğunda koydum bir gün yüzümü
uçuruma dek, direnç ve çoğalım aktı gitti benden.

Ama bir şey bilmiyordum ben.

Demir, bakır, tuz biliyordu bunu.

Altın her çiçek koparıldı kanla.
Her metalin bir askeri var.


Bakır
II 

Bakıra geldim, Chuquicamata'ya.

Akşamdı sıradağlarda.
Hava buzsoğuğu bir cam gibiydi
kuru berraklıktan yapılmış.
Daha önce bir çok gemide yaşamıştım,
ama çölün gecesinde
parıldadı bu muhteşem maden
göz-kamaştıran bir gemi gibi
bu gecesel tepelerin
parıldayan çiyi altında.

Kapattım gözlerimi: Uyku ve gölge
gerdi güçlü tüyünü
üzerime dev bir kuş gibi.
Sallanırken elemli araba
bir bu yana bir öbür yana, fırladı
yakındaki yıldız, bir mızrak gibi
delip geçen gezegen
buzsoğuğu bir ateşten donmuş bir şimşek
ve bana yöneltilmiş bir tehdit.

Chuquicamata'da Gece
III 

Gece zaten koyuydu, uçurum derinliğince bir gece
bir çanın içindeki boşluk gibi.
Ve gördüm gözlerimin önünde amansız duvarları,
kırıyordu bakırı bir piramitte.
Yeşildi buraların kanı.

Ta ışığa boğulmuş gezegenlere dek ulaştı
bu yeşil, bu gecesel ihtişam.
Damla damla yarattı insan
turkuvaz bir sütü,
sonsuzlukta parıldayan
taştan bir şafağı,
ötesinde kumgecesinin
yıldız kuşanmış, açık toprağını.

Adım adım sürükledi beni Sendika'ya
o zaman
kendi eliyle karanlık.
Şili'de olmuştu bu,
Temmuz ayında, o soğuk mevsimde.

Adımlarımın hemen yanından geçiyordu günler
(ya da yüzyıllar) (ya da sadece aylar
bakırdan yapılmış, taştan yapılmış ve taştan ve taştan,
yani: zamanla cehennemden yapılmış:
bitimsiz olandan yapılmış, kükürt-sarısı bir elin
desteğiyle yapılmış)
yalnızca bakırın tanıdığı
başka adımlar ve ayaklardan.

Kirli bir kalabalıktı,
açlık ve paçavralar, yeraltında
geçitler açan yalnızlıklar.
O geceyi görmedim
sayısız yaralarının resmi törenle geçişini
madenin merhametsiz sahilinde.

Ne ki durdum baktım bu acıların tarafında.

Bakırın omurgakemikleri ıslaktı,
Terli darbelerle çıkarılmış
And-dağı havasının bitimsiz ışığında.
Kazıp çıkarmak için bu mineralsi kemiklerini
yüzyıllarca gömülü kalmış heykelin
inşa etti insan
bu boş tiyatronun galerilerini.
Ne ki bu katı öz,
gelişmesindeki taş, bakırın
utkusu kayboldu ve bıraktı arkasında volkanın emrettiği
bir krateri, tepelerde soluk bir delik bırakan
bu yeşil yıldızı
demircil bir tanrının göğsünden sökülmüş.


Şilililer
IV 

Bunların hepsini yaratan senin elindir.

Senin elindi, bu mineralsi köylünün
tırnakları, savaşılmış
'tantanacı halk yığını', insandan malzeme
serildi ayaklar altına, paçavralar içindeki küçük insan.
Senin elin bu coğrafya gibiydi:
gömdü bu kraterlerin yeşil karanlığını,
okyanussu taştan bir gezegeninin temelini attı.

Cephanelikler arasında dolaştı,
bükülmüş kükürdü toparladı
ve barut koydu her yana
baygın bir tavuğun
yumurtlaması gibi.

İnanılmaz bir krater hakkında bu anlatılanlar:
ta dolunaydan
görünür dibi
ki gömülmüş el ele
Rodriguez diye biriyle, Carrasco diye biriyle,
Diaz İturrieta diye biriyle,
Abarca diye biriyle, Gumersindo diye biriyle,
Şili'li biriyle, binlercedir adı O'nun.

Bu sınırsızlık sürükledi
paçavralar içindeki Şili'liyi, adım adım, birlikte
kazılıp açılmış topluluktan, bir gün
ve bir gün daha, bir kış daha,
çıplak yumruklarla, hızlı, tepelerin
sürükleyen atmosferi,
ve kümeledi toprağın bölgeleri arasında.


Kahraman

Yalnızca bir çok parmağın gürültücü
hızı değildi bu, yalnızca kürek değildi bu,
yalnızca kol değil, kalça, insanın bütün
ağırlığı ve enerjisi:
ağrıydı, belirsizlik ve hiddetti
kazan her bir santimetresini
kireçli tepeyi ararken
yıldızın yeşil damarlarını,
gömdülerdi kuyruklu-yıldızların
fosforışıklı kuyruklarını.

Kansı tuz doğdu insanın
eridiği kuyudan.

Çünkü hırçın Reinaldo'ydu O,
taş-arayıcısı, yorulmaz
Sepelveda, oğlun senin, teyzen
Eduviges Rojas'ın yeğeni,
mineralsi sıradağları havaya uçuran
ateşli kahraman.

İnsan hayatına ve toprağa,
en içteki dölyatağının taşkınlığına
sızmasını bilen biri gibi
bozguna uğrattım kendi kendimi:
batıncaya dek sarkıtlar gibi
gözyaşının sellerinde insana,
zavallı, düşmüş kandan,
toza bulanmış terden.


Görevler
VI 

Başka bir keresinde Lafertte'yle gittik çok uzaklara
mavi, el etek çektiren İquique'den
Tarapaca'dan
kumun sınırları boyunca.

Elias gösterdi bana güherçile-işçisinin
küreğini. Her bir adamın parmakları
gömülmüş duruyordu
tahtadan sapına küreğin:
her bir parmak ucundan ötürü
aşınıp gitmişti kürek.
Kürekteki bu ellerin damgası
ezdi çakmaktaşını,
ve böylece açtılar topraktan ve taştan,
metalden ve asitten mahzenleri,
bu acılı tırnaklar, gezegenleri
havaya uçuran
ellerin bu simsiyah zinciri,
madenleri gökyüzüne doğru kaldırıyor
ve diyor ki kutsal kitaptaki
öyküye benzeyen bir masalda olduğu gibi:
'İlk günü bu yeryüzünün.'

İşte, kimsenin daha önce görmediği
(başlangıç gününe kadar) ,
ayağa kalktı küreğin ilk örneği
cehennemin kırıntıları üzerinden: baş etti onlara
kaba, ateşli elleriyle,
açtı toprağın yaprağını,
ve mavi gömlek içinde atıldı ileriye,
beyaz dişli rehber,
güherçilenin kâşifi.


Çöl
VII

Büyük kumçöllerinin katı yemek-yeme zamanı
geldi çattı:
dünya çıplaktı,
sereserpeydi, yalıtılmış ve ak-paktı en uçtaki
sınırına dek kumun:
yaşayan tuzun, yalnız tuz-kuyularının çıkardığı
hışırtıya kulak ver:
güneş dinamitliyor pencererini o boş sonsuzlukta,
ve toprak savaşıyor ölümle, tuzun inildeyen
kuru, yarı boğulmuş sesinin altında.


Noktürn
VIII

Çölün çevresine gel,
bozkırın koyu, havalı gecesine,
gecenin yıldızdan ve uzaydan oluşmuş çevresine gel,
Tamarugal bölgesinin zamanda yitmiş
bütün sessizliği topladığı yere.

Uzaklıktan ve aydan yapılma bir kubbede
kireçmavisi bin yılların sessizliği,
oluşturmakta gecenin çıplak coğrafyasını.
Seviyorum seni, eldeğmemiş toprak, sevdiğim gibi
o kadar zıt şeyi:
çiçeği, sokağı, ırmak yüzeyini, dinsel töreni.

Seviyorum seni, ey okyanusun temiz bacısı.
İnsansız, duvarsız ya da bitkisiz,
kimseler beni desteklemeden
başarmak zordu benim için bu boşluğun okulunu.

Yalnızdım bir başıma.
Hayat ovalar ve yalnızlıktı.

Bu dünyanın erkeksi bağrıydı.

Ve sevdim senin sarp biçiminin düzenini,
boşluğunun kesin sonsuzluğunu.


Çorak Toprak
IX

Yutulmuş çorak toprakta insan
yaşadı kemirerek çıplak toprağı.
Önüne geldim tam mağaranın,
daldırdım elimi bitlerin arasından,
dolaştırdım raylar boyunca
avutulmaz şafağa dek,
uyudum katı talaşlar üzerinde,
işten çıktım akşama doğru,
buhar ve iyod kasıp kavurmuştu beni,
tokalaştım o adamla,
konuştum genç karısıyla O'nun
eşikte arasında tavukların,
arasında paçavraların, sefil yoksulluğun
bütün kokuları arasında.

Ve birleştirdiğimden bir çok
acıyı, topladığımdan
ruhun çanağında onca kanı,
gördüm temiz odaların birinden,
akıl ermez bozkırdan,
bir insanın geldiğini, aynı çeşit kumdan yapılma,
bir kımıldamaz, her şeyi barındıran çehre,
muhteşem bir gövde için biraz giysi,
inatçı lambalar gibi
bir çift yarı kısılmış göz.

Recabarren'di adı O'nun.


Pablo Neruda
"Los libertadores"den - "Canto General"

10 Eylül 2013 Salı

Beni

Gönül defterine unutma sakın
Satır, satır, ince, ince, yaz beni
O bembeyaz gülden beyaz göğsüne
Çekiç ile vura vura kaz beni

Geçecek mi senelerden zor günler
Gözüm, gönlüm, dilim, seni heceler
Hatırla da bazı bazı geceler
Göğsüne resmimi bas da, ez beni

Bu hasret, bu gurbet ne acı derken
Başlarsa bitecek ne kadar erken
Bir gün Çankaya'dan bensiz geçerken
Hatırlarsın dertli, dertli saz beni...


Ş…K…
Akıl Hastalarının Yazdıkları Şiirler, İnilti

Reis'in Terbiyesi

İnce bir oktu Lautaro.
Esnek ve maviydi babamız.
İlk gençliği sessizlikti yalnızca.
Çocukluk yılları eylemdi.
Gençliği hedefi belirli bir rüzgârdı.
Hazırladı kendini uzun menzilli bir mızrak gibi.
Alıştırdı ayaklarını çağlayanlara.
Dikenler arasında geliştirdi ruhunu.
Yarıştı Guana-ineğiyle.
Hayvanların kış-uykusunda yaşadı.
İzledi kartalların öğünlerini.
Büktü kayaları sırlarından.
Ateşin çimen-yaprağını yaşattı.
Soğuk ilkbaharla beslendi.
Yakıldı cehennemsi uçurumlarda.
Zalim kuşlar arasında avcıydı.
Utkularla renklendi elleri.
Okudu gecenin saldırısında.
Karşı durdu çökerten kükürde.

Beklenmedik ışık, hız oldu.

Sonbaharın duraklayışını öğrendi.
Çalıştı görünmez hayvan-inlerinde.
Sonsuz kar'ın çarşaflarında uyudu.
Okların yolunu düzeltti.
Av-eti kanını içti yollarda.
Ele geçirdi dalgalardan defineyi.
Tehdit yaptı kendini kasvetli bir tanrı gibi.
Yedi her bir halk-mutfağından.
Öğrendi şimşeğin alfabesini.
Tarttı saçılmış külü.
Kara deriler sardı yüreğini.
Farketti dumanın spiral ipliğini.
Kendisini inşa etti suskun liflerden.
Zeytinin yüreği gibi yağladı kendini.
Katı ve şeffâf kristal oldu.
Fırtına rüzgârı gibi sınadı kendini.
Savaştı kan susana dek.

Böylece halkına yaraşır olabildi. 


Pablo Neruda
"Los libertadores"den - "Canto General"

9 Eylül 2013 Pazartesi

Nalan

Nalanı!.. Nalan!..
Bu dünyada (aşk) ta yalan!..
Sevdâ da yalan!..
Ölüm hakikat olan!..
Unutuluyor en sonunda
Aşk ızdırabıyla bir gül gibi solan!...
Mes'ut kişidir elbet aşk yüzünden mes'ut olan!
Melânkolik bir beste gibi sevdası ruha dolan!...
Nalân!..
Aşk! muhakkak ki masal misali
Zaman içinde kaybolan!.
Leylâ ile Mecnun oluyor
Gönül dertleriyle saçlarını yalan.


R...G...Ö...
Akıl Hastalarının Yazdıkları Şiirler, İnilti


Not: Bu şiir günde (16) paket sigara içen R...G…Ö... tarafından yazılmıştır

Rosas

Toprağın arasından görmek çok zor
(berrak tacını kaldıran ve çiyin yüksek toplamını
aydınlatan zamanın arasından değil) ,
fakat toprak undan ve haklı kızgınlıktan şişman,
ölülerle ve metallerle perçinleşmiş ambar,
beni geri çeviren birbirine dolanmış yalnızlık
bırakmıyor ki bakayım dibe.

Fakat konuşacağım onlarla, benimkilerle, bir gün
kaçmışlardı bayrağıma, temizlik
kristal berrağı bir yıldız gibiyken giysilerinde.

Sarmiento, Alberdi, Oro, del Carril:
sonraları kirletilmiş temiz anayurdum benim,
saklamıştı sizlere
metalik narin bedeninin ışığını,
ve ziraatın yoksul tuğlaları arasında
sürgündeki düşünceler
dokundu birlikte sert madencilikle
ve asmaların tatlı dikenleriyle.

Şili bölüştürdü onları kalesinde,
verdi tuzu yuvarlanan denizinden
ve serpiştirdi kovulmuş tohumu.
Bu sırada ovada dörtnal at sürüş.
Göksel saçların iplikleri üzerinde
kırıldı yüzük,
ve terden sırılsıklam hiddetli hayvanların
nallarını ısırdı pampa.

Hançerler, oligarkların kahkaha merhemleri
işkence üzerine. Taçlanmış ay
unutulmaz gölgesiyle bir ibiğin
ırmaktan ırmağa beyazlığı üstünde.

Kızıl üzüm bağlarından bir tren oldun sen,
bir maske oldun, mühürlenmiş bir titreyiş,
ve rüzgârda değiştirdiler seni
trajik bir balmumu eliyle.
Senden çıktı gece, dehlizler,
kararmış kaldırım taşları, sesin ölüp gittiği
merdivenler, karnavalın dört yol ağzı
ölüm ve ahmaklarla kesişen,
ve göz kapaklarından bir sessizlik
gecenin bütün gözlerinin üstüne inen.

Köpüklenen buğdayın nerelere gitti?
Meyve taşıyan letafetin, geniş kucaklayan ağzın,
şarkı söylemek için ne varsa kıpırdayan
senin tellerinle, muhteşem davullarında
senin gürültülü derinle, sonsuz yıldızla,
suskunlaşan altında bu bastırılmış
kubbenin vicdansız yalnızlığında.

Gezegen, enlemler, güç dolu berraklık,
kıyıların boyunca, ortak kardan kuşakların boyunca
toplanır gecesel sessizlik sürerek
sersemleten bir denizde,
ve dalga dalga anlattı çıplak suyu,
o boz rüzgâr çözdü titreyen tuzunu
ve gece yaraladı bizleri step gözyaşlarıyla.
Fakat halk ve buğday karıştı birbirine: o zaman
düzleştirildi yeryüzünün başı, ışıkların
gömülmüş iplikleri tarandı, ölüm savaşı
araştırdı özgür kapıları, harap olmuş rüzgârdan
ve yolların toz bulutlarından,
batmış değerler, okullar,
kavrayış ve çehre yükseldi tozdan tek tek
yıldız berrağı birlikler, ışıklı sütunlar,
el değmemiş bölgeler olana dek.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan
1829 - 1849