Yıldızlar dönüştüğünde
toprağa ve metale, ve ölüp gittiğinde
onların erkesi ve şafağın kadehi
ve kömür döküldüğünde ve ateş
sunulduğunda meskenlerinde,
düştü deniz yanan bir damla gibi
mesafeden mesafeye, zamandan zamana:
küre oldu mavi ateşi onun,
tekerleğindeki hava çalan bir çan gibi,
en içteki yaratığı onun titredi köpükte,
ve tuzun ışığında yukarı kaldırıldı
o yayılmış teşrihin çiçeği.
O yalıtılmış yıldızlar
dinlenirken giderek sönen lambalar gibi
ve inceltirken onların dokunulmaz saflığını,
doldurdu deniz kendi muazzam uzayını tuzla
ve yara iziyle, şeneltti günün yayılışını
yalayan ışıltı ve devinimle,
yarattı toprağı ve serbest bıraktı köpüğü,
kaybolduğu yerde kauçuktan bir iz bıraktı,
doldurdu uçurumu heykellerle,
ve kanın temeli atıldı onun sahillerinde.
Dalga kabarmasının yıldızı, ana su,
ana madde, yenilmez ilik,
balçıkta yükseltilmiş titreyen kilise:
sendeki hayat taciz etti gecesel taşı,
geri çekti kendini dokunduğunda yaraya,
çekip gitti kalkanlarla ve taçlarla,
berrak dişleri çekti,
yığdı savaşı karnında.
Karanlığın biçimlediği şey, parçalandı
şimşeğin soğuk özüyle,
yaşıyor senin hayatında, Okyanus.
Dünya yarattı insandan kendi cezasını.
Öldürülmüş canavar, çökmüş dağlar,
inceledi durdu ölümün yumurtasını.
Fakat senin çağının koşusu altında hayatta kaldı
o boğulmuş zaman diliminin kanatları,
ve yaratılmış ihtişam taşıyor
aynı kepekten zümrütleri,
o aç çamlar yutuyor
mavi çember ağızlarıyla,
dalgalı saç emiyor boğulmuş gözleri,
savaşan gezegenlerden yıldız mercanı,
ve balinanın yağla doymuş gücünde
kayıyor o toz eden karanlık.
Eller olmaksızın dikilmiş katedral,
gelgitin sayısız vuruşu altında,
tuz bir iğne ucu oldu,
kuluçkaya yatmış sudan bir bıçak ağzı oldu,
ve saf varlıklar, yeni saçılmış,
kaynaşıp durdu ve iç içe geçirdi duvarları
– mantarın gri mücevheriyle
kuş yuvalarından gruplar gibi –
kayana dek o kızıl tunik yere,
o sarı tanrılaştırma yeni bir hayat buldu,
büyüdü o kireç beyazı horozibiği.
Her şey oluşun kendisiydi, titreten öz,
et yiyen, ısıran taçyaprakları,
üst üste yığılmış çıplak kitle,
tohum ağırlığı bitkilerin bir seğirtişi,
nemli kürelerin kanaması,
yaratıkların bölünmüş sınırlarını deviren
sonsuz bir mavi rüzgâr.
Ve işte böyle dönüştü o dokunulmaz ışık
kendi menekşe cevherlerini ısıran bir ağza.
Okyanus, daha uysal bir biçim oldu,
hayatın apaydınlık mağarası,
karnında hayata gebe, kayan kitlesi
üzüm salkımlarının, dölyatağının dokusu,
filiz dişler savurmuş bilgiyi,
o sabah tazesi lenfin kılıcı,
çiftleşmenin keskin kokulu organları:
her şey zonkladı sende hayatla ve doldurdu suyu
boşlukla ve sallamalarla.
İşte böyle aldı hayatın tacı
kendi yabanıl aromasını, kendi köklerini,
ve dalgalar bir yıldız istilası oldu:
bel ve bolluk hayatta kaldı,
hotoz ve yayılma kaldırdı
köpüğün altın konuklarını.
Ve sahiller üzerinde titredi daima
denizin sesi, suyun gelin yatağı,
o rüzgârla uğultulu, yok eden deri,
yıldızın hiddetlenmiş sütü.
Pablo Neruda
Evrensel Şarkı
toprağa ve metale, ve ölüp gittiğinde
onların erkesi ve şafağın kadehi
ve kömür döküldüğünde ve ateş
sunulduğunda meskenlerinde,
düştü deniz yanan bir damla gibi
mesafeden mesafeye, zamandan zamana:
küre oldu mavi ateşi onun,
tekerleğindeki hava çalan bir çan gibi,
en içteki yaratığı onun titredi köpükte,
ve tuzun ışığında yukarı kaldırıldı
o yayılmış teşrihin çiçeği.
O yalıtılmış yıldızlar
dinlenirken giderek sönen lambalar gibi
ve inceltirken onların dokunulmaz saflığını,
doldurdu deniz kendi muazzam uzayını tuzla
ve yara iziyle, şeneltti günün yayılışını
yalayan ışıltı ve devinimle,
yarattı toprağı ve serbest bıraktı köpüğü,
kaybolduğu yerde kauçuktan bir iz bıraktı,
doldurdu uçurumu heykellerle,
ve kanın temeli atıldı onun sahillerinde.
Dalga kabarmasının yıldızı, ana su,
ana madde, yenilmez ilik,
balçıkta yükseltilmiş titreyen kilise:
sendeki hayat taciz etti gecesel taşı,
geri çekti kendini dokunduğunda yaraya,
çekip gitti kalkanlarla ve taçlarla,
berrak dişleri çekti,
yığdı savaşı karnında.
Karanlığın biçimlediği şey, parçalandı
şimşeğin soğuk özüyle,
yaşıyor senin hayatında, Okyanus.
Dünya yarattı insandan kendi cezasını.
Öldürülmüş canavar, çökmüş dağlar,
inceledi durdu ölümün yumurtasını.
Fakat senin çağının koşusu altında hayatta kaldı
o boğulmuş zaman diliminin kanatları,
ve yaratılmış ihtişam taşıyor
aynı kepekten zümrütleri,
o aç çamlar yutuyor
mavi çember ağızlarıyla,
dalgalı saç emiyor boğulmuş gözleri,
savaşan gezegenlerden yıldız mercanı,
ve balinanın yağla doymuş gücünde
kayıyor o toz eden karanlık.
Eller olmaksızın dikilmiş katedral,
gelgitin sayısız vuruşu altında,
tuz bir iğne ucu oldu,
kuluçkaya yatmış sudan bir bıçak ağzı oldu,
ve saf varlıklar, yeni saçılmış,
kaynaşıp durdu ve iç içe geçirdi duvarları
– mantarın gri mücevheriyle
kuş yuvalarından gruplar gibi –
kayana dek o kızıl tunik yere,
o sarı tanrılaştırma yeni bir hayat buldu,
büyüdü o kireç beyazı horozibiği.
Her şey oluşun kendisiydi, titreten öz,
et yiyen, ısıran taçyaprakları,
üst üste yığılmış çıplak kitle,
tohum ağırlığı bitkilerin bir seğirtişi,
nemli kürelerin kanaması,
yaratıkların bölünmüş sınırlarını deviren
sonsuz bir mavi rüzgâr.
Ve işte böyle dönüştü o dokunulmaz ışık
kendi menekşe cevherlerini ısıran bir ağza.
Okyanus, daha uysal bir biçim oldu,
hayatın apaydınlık mağarası,
karnında hayata gebe, kayan kitlesi
üzüm salkımlarının, dölyatağının dokusu,
filiz dişler savurmuş bilgiyi,
o sabah tazesi lenfin kılıcı,
çiftleşmenin keskin kokulu organları:
her şey zonkladı sende hayatla ve doldurdu suyu
boşlukla ve sallamalarla.
İşte böyle aldı hayatın tacı
kendi yabanıl aromasını, kendi köklerini,
ve dalgalar bir yıldız istilası oldu:
bel ve bolluk hayatta kaldı,
hotoz ve yayılma kaldırdı
köpüğün altın konuklarını.
Ve sahiller üzerinde titredi daima
denizin sesi, suyun gelin yatağı,
o rüzgârla uğultulu, yok eden deri,
yıldızın hiddetlenmiş sütü.
Pablo Neruda
Evrensel Şarkı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder