Sayfalar

1 Şubat 2014 Cumartesi

Kanayan Üzümler

Elleri bağlı, bilekleri
gözleri açık... kan yok gözkapaklarında
yalnız gevşeyen bir omurga, kırılan ayna parçaları

...

Yalnız gevşeyen bir omurganın
saçlara bulaşan ıslaklığı
cansız sarkışı bir gövdenin

...

Hayır, bağırmak için vakit erken
geceyi bölmeliyiz geceyi...
halkın çırpınışlar biriktiren karanlığını,
gül yapraklarında yağmur taneleri gibi
ölümü sabırla taşımalıyız bağrımızda

...

Işık kırılıyor --nasıl olsa kırılacaktı--
okşarken güvendiğimiz hayat
karanlıklara alışarak başkaldırdı
bulut gibi taşınan pankartlarla
olgun meyvalardan fışkıran suyla
acının ve akmayan gözyaşının sırrıyla
ah, bir ter gibi gitgide soğuyan kansız ölüler
kanayan üzümleri görüyorum
kanayan üzümleri
yaşadığımız bağ evlerinde
bağ evlerinde.


Nihat Behram 
1972

Tutanaklar II

Tuzlu suda yarası pişen ayak
ve pasıyla kelepçenin incelen bilek kemikleri
yıllarca taşınsa da
çıplak etin altında acısı donuklaştı

...

Ve ter
ve ipekten dökülen uyku
ve halka halka açılan bahar sabahları
kırılan kaburgaları
gökkuşağıyla sardı

...

Dostlarından gelen haberler
meraktan bir öpüş seli doldururken gövdene
gururla yükselen bakışını
toprağa düşürmek için
düşman boşuna çabaladı

...

Artık denizlerdeki dalgalar kadar azgın
çayırlar kadar ferahsın
Yüreğin aşkla örselenmiş bir kerre senin.


Nihat Behram 
1972

Gecenin Gölgelerinde Ayrılık

Karlı dal uçlarında kımıldayan ay mı
kabuğunun altında
çığlık çığlığa ışıldıyor tomurcuklar
yıldızlar mı dökülüyor gökten kırlara

...

Geceyle
sel sularında çalkanan yapraklar kaybolur
artık görünmez omzuna serpilmiş benekler
bayırlardan aşağlara doğru derinleşen karanlık
rüzgarla ıslık çalar kayalıklar boyunca

...

Çiğdem telleriyle bezenmiş yastığın ıslak
uykuna renkler topluyor dalgın dolaşan kelebekler.
motor ve ayak sesleriyle çırpınırken sokaklar,
ıssız bucaksız tarlalarda başaklar nasıl da titrek

...

Kanla beklediğim şarkılarda gelişen sevgilim
belki de kalbinde düğümlenen
ölüme giderken duyduğum gülümseyiştir
bakarsın seninle artık görüşemem
alnına vuran ışığı
sakın kaybetme geceleri.


Nihat Behram 
1972




Tutanaklar I

Sen kalbini savunurken düşmana uluorta
bağrından alkış benzeri bir gürültüyle yükselerek
şehri beyaz bir örtüyle kaplıyor içindeki duygular

...

Sen kalbini savunurken
habire göğsünde yumruklanan dünya
nemli duvarlarında hücrelerin
kanayan parmakların izleri gibi

...

Bilemem
hatıralar mı artık
seni
karanlık bir sokakta unutulmuş
sessiz gözyaşları mı gizler

...

Akarsular kadar berraksın oysa
adımların
kayalıklar kadar görkemli senin


Nihat Behram 
1971

Bu Günler Ki

İşte yüzleri ne kadar net
dostun da, düşmanın da

...

Ve ilk kalkışı tozların doğacak fırtınada
denizi coşturan dalganın ilk çalkanışı

...

Oy, sancıyla kavrulan ten
bir canı ortak taşımadaki deryalı nabız
oy, mert bir buluşmanın gözlerde parlayışı
hesapsız hurdasız iletilen heyecan

...

Ve kusursuz çırpınışlarla
hayata bağlanışın ilk atakları
düpedüz, çarpa çarpa
güneşin ve toprağın dostluğuyla,
çoğalan vahşetin
zulmüne, iğrençliğine karşı
halka adanışın
ilk atakları

...

Artık
pürüzsüz bakışımızdaki hüzün
kaybedişten değil,
acıyla da olsa
bayırlardaki yuvalarından
sıyrılarak uçan yavru kuşlarda
coşkunun yaralarla bezenişidir
Onların kalbini öpüyoruz ağlayışlarda


Nihat Behram 
1971

Ölülerimiz

Her sabah
her sabah
o kusursuz acının kollarında
o kusursuz acının kollarında öpüştüğüm gökyüzü artık
çırpınan yüreğimi yatıştırmıyor. Ve onun
koparıp dizginlerini
uçarcasına boylu boyunca
sakınmasız çarpışı
heyecanlandırıyor beni.

...


Bir serçe kümesinin konması karşıki dala
belki hiçbir şeydir,
ama sevgilimin mektubunda bir kuş resmi
beni coşkulandırabilir.
Milyarla yıldız arasında tanırım onu
çünkü seyredince güzelleşir sevginin ışıltısı
binlerce gözüm var
binlerce şafak halindeyim
anlamak istediğim şeyin karşısında,
çünkü anlamak zorundayım;
her sevinç kolayca ele geçmez
insan her acının sahibi değildir,
gökyüzü ve nehirler olmasa toprak da anlaşılmaz
ve hayatın kararı kesin:
son ana kadar onuru koruyanlar yaşayacak
söylenecek son söz kahramanca olmalıdır.

...


Vurgunum
inceliğinim senin
eyy
yapraklarda bir kuş hafifliğinde sürüp giden titreyiş
vurgunum
bir nehri besleyen suların uyumuna,
taşlara hırsla vuruşuna dalganın

...


Ölüm seni yanıltmasın...
Nasıl ki yığılır yüzüne gecenin karanlığı
gözlerinle bir başına kalırsın
ölüm öylesine gözuçlarında,
savun, kavuştur yüreğini
minicik bir çiçeğin bile kökleri
yaşamak hırsıyla uykusuzdur.

...

Ölüleriniz...
İşte Stevan Flipoviç.
Bir kahraman.
Faşistler sarmış çevresini.
Sehpada.
Boynunda ip.
Ve o son nefesiyle dalayıp ciğerini
bir bıçak gibi vuruyor kelimeleri dişleri arasından
haykırıyor : -Kahrolsun faşizm; Yaşasın mücadelemiz.-

...

Stevan Flipoviç
onurun bekçisi
direnmenin...

...

Ölüm seni yanıltmasın...
bir bir düşün yaşayanları,
alnını korkusuzca kaldır
kimin yanındasın
yerin neresi
ve senin en çaresiz anında
tek silahın nedir?

...

Ölüm seni yanıltmasın...
Usanma hayata yaraşan sesi aramaktan
her kuşun palazlandığı bir yuva vardır,
her dal güneşin ve rüzgarın avuçlarında
kendi hevesince boyanır;
çünkü yaşaması gerekiyor bir şeylerin
bir şeylerin bir şeylerin: senin olan

...

Bak: kollarını bağlıyorlar
son defa bakıyor dünyaya Nguyen Van Troi
birazdan göğsünü parçalayacaklar
ama kan onu geriletmiyor
başlıyor şarkısına:
-Yaşasın Ho Chi Minh; Yaşasın Vietnam...-

...

Damarlarım damarlarına bağlı yaralarından
çünkü öldürülmek istenen benim de sevincimdir
Nguyen onun siperi...

...

Bir buğday tanesi midir
aynı titreyişle
toprağa düşer düşmez kıpırdayan
o şarkı... bir buğday tanesi mi?

...

Ölülerimiz...
Sesleri dünyamız kadar bilge.
Birazdan kalkacaklarmış gibi
uzanıp bir sipere
koyulaşan..
Ölülerimiz...
Bakışları
uçmaya hazırlanan bir kartal kadar çevik,
vurgunum
gizleyemem.

...

Sen bağrımı amansızca zorlayan siyahlık
unutma
öldürmekten daha kuvvetlidir ölebilmek.


Nihat Behram

28 Ocak 2014 Salı

Molla Sırat'a

Tarih-i Kadime Ek


Paraya hiç dayanmayan bir şairmişim
Zangoçluk edermişim Protestanlara gider
Size edebi saygılarımı sunarım efendim
Yani yıldızlı bir kürsünün üstadına
Bilgin şairine yani İslam dininin
Molla Sırat hazretlerine yani
Lütfen bize ne güzel
Zangoçluğu yakıştırıvermişler
Ama aldanmış olmayasın sakın üstadım
Müslüman oğluyum ne de olsa
Sen o güzel dini anlatma bana
O dinden senin kadar ben de anlarım
Ben de okudum o Tanrı kitabını
Yüreğe doğan o sözleri ben de dinledim
Ben de dolaştım sizin gibi cami cami
Tanrı önünde ben de oldum iki kat
Açılırdı hayalimde cennet yolu
Dolardı yüreğime cehennem korkusu
Ulu Tuba'ya ben de tırmandım
Ben de çıktım melekler katına
Ezanı duydum mu bayılırdım
Nasıl koşardım o 'Tanrı' sesine!
Ben de tesbih çektim, dua ettim
Ben de namaz kıldım oruç tuttum,
Hepsini yaptım halt ettim!
Çünkü ne dendiyse inanmıştım
Kanmıştım senin kandıklarına
Bağlanmıştım körü körüne
Canımı adamıştım dinime canımı.
Tanrıyı da sevmiştim peygamberi de.
Ama onlar bu gün çok uzaklarda
Anladım ben asıl gerçek nerde
Anladım Hanya’yı konyayı
Bizi hakka götüren yol başka
Senin şu saydıkların var ya hani
Su şaşılacak şeyler hani doğaüstü
Onlar hep masal hep kafadan atma
Buğun hiç durmadan arıyor insan
Gitgide görüyor işin içyüzünü de
Senin hokkabazlar unutmuşlar geleceği
İsa ile Musa, aldatılan ve aldatan
O büyülü değnek, bir koca kuyruklu yalan
İşte insanoğlu bir yerde böyle sapık
Beşerin böyle delaletleri var
putunu kendi yapar kendi tapar
Git ara kiliseyi, dolaş Kabeyi
Çan sesini duy, tekbiri dinle
Umduğun, beklediğin şeyler nerde hani
Ortada bir tek şey göreme
Şeytanı da düzme, Allah’ı gibi
Buda’sı düzme, Ehrimen'i düzme, Yezdan’ı düzmece
Bir korkak kuşku yaratmış bunların topunu
Gölgeler baktım, gölgeler, gölgeler...
Sonra baktım bir karanlık uçurum
Haydi dön geri, dön geri, dön, oğlum!
Ve beynimden vurulmuş gibi devrildim.
Şimdi benim ne cennet, ne cehennem umurumda
Bakarım evrene, şaşar şaşar kalırım.
Ne tapılan tanırım, ne taptıran tanırım
Yaradılışın kuluyum ben artık
Ben yaradılışın kulu
Pıtrak gibi işte gökyüzünde mescitler
İşte onlara orda vicdanım secde eder
İşte benim bundan böyle tapınmam bu
İşte bundan böyle benim vaktim böyle geçer
Artık öyle rahat, öyle rahat ki içim
Ayırt edemem kendimi bir kayadan
Tapınmakta biraz minnacık bir kuşla
Bir ishal kuşu da, la il ilahe illallah der
Ben de la ilahe illallah derim
Ve doğruluk ve alçak gönüllülük ve sıkı dostluk
Ve el uzatma ve koruma ve insaf ve acıma
Ve sonra bir şaire zangoç dememek
İşte buyuran bunlar benim vicdanıma
Benim ayinim düşünüp yapmaktır
Benim dinim insan gibi yaşamaktır
İnanmışım: Taparım ben varlığa
Her kanat bana bir melek sesi getirir
Ne işim var peygamberle benim
Beni Hakka bir örümcek oturur
Kitabım işte yeryüzü kitabı
Bendedir iyilik, kötülük tohumu
Varırım hep böyle ta mezara dek
Yeniden dirilmek bizim nemize gerek
Taşır insanların hem aşkını, hem acısını
Bağrımdaki şu deli, şu ince yürek
İnsan gibi yaşamaktır buğun gerçek din
İnsan gibi yaşamak


Tevfik Fikret

Tarih-i Kadim

İşte, der, insanoğlunun geçmiş hayatı bu.
Ve başlar bize maval okumaya.
Ninniler uydurup uyutur bizi
dedelerimizin derin boşluklar içinde, uzun,
zifiri karanlık hayatından.
Gösterir bize evvel zamanı,
tek doğru, en güzel örnek, der.
Bakarsın gelecek günlerin farkı yok geçen geceden.
Senin tarih dediğin iste budur,
alnında altı bin yıllık buruşuklar
ve bir o kadar da kuşku.
Başı geçmişe bir düşe değer,
sürünür ayağı bomboş bir geleceğe,
bir deri bir kemik,
ayakta zorla durur.

Ben hiç tiksinmem ondan,
karşıma alırım onu arada bir,
anlat bakalım, derim, şu eskilerden.
Bir parça feylesofa benzer o,
bir parça sırtlana benzer,
berbat suratıyla da bir hortlağa.
Yoklar mezarını unutulmuş gecelerin,
başlar paslı, boğuk bir sesle
bir bana anlatmaya,
sirksiyle, ne olmuş ne bitmişse:
Hep yıkım üstüne yıkım,
acı üstüne acı!
Ne vakit geçse anlı şanlı bir ordu,
çöküverir ağır gölgesi bir bulutun,
kanlar yağar dört bir yana.
En başta bir kanlı bayrak.
Kanlı bir taç gelir arkasından.
Sonra araçlar sökün eder kan içinde:
Balta, topuz, yay, kılıç, mızrak,
mancınık, top, tüfek, sapan.
Arada, kanlı komutanlar ve savaş birlikleri.
En son alay esirler geçer.
Yenen bir kişiye yenilen on kişi,
çiğneyen haklı, yignenen hapı yuttu.
Yıkımlara, acılara alkış tut,
yüksekten bakanlar önünde eğil,
insafla birdir aşşağlık ve namussuzluk,
doğruluk lafta, yürekte değil,
iyilik ayaklarda, kötülük kucaklarda.
Bir gerçek var, tek bir gerçek:
Eli kolu bağlayan zincir.
Bir tek şey var sözü geçen: yumruk.
Hak güçlünün, kötünün yani.
Uzun lafın kısası:
Ezmeyen ezilir!
Nerde bir şeref var, iğreti.
Nerde bir mutluluk var, yama.
Bir şeyin ne başına inan ne sonuna.
Din şehit ister, gökyüzü kurban.
Her yanda durmadan kan akacak,
durmadan her yanda kan!
İşte böyle inler, sayıklar o,
anlatır insanoğlunun bu belalı ömrü
ne yolda, nasıl sürdüğünü.
Bakarım iskeletin kanlar köpürür dişlek ağzında.
Duyarım sesinin titreyen kuyusunda
yankısını korkunç bir iniltinin,
ben de başlarım birdenbire titremeye,
toprak da tiksintiyle titremiş gibi gelir bana.
Savaşın gürültüsü, patırtısı, indir artık
indir bu acıklı sahnenin perdesini!
Dinsin sonu gelmeyen bu karışıklık!
Sen de, gelenekçi iskelet,
yazdığın kara yazılara bir son ver,
aydınlığa susadık biz, aydınlığa susadık.
Uzun karanlıklar içinde uyumak isteyen mi var?
Bizden iyi geceler onlara,
bizden onlara iyi uykular!
Kimsin, ey gölge, kendinden geçmiş,
koşuyorsun karanlıklara doğru?
Kanla oynamış gibisin,
kırmış geçirmişsin insanoğlunu.
Sen buna kahramanlık mı dedin?
Onun koç'ku' kan ve hayvanlık be?
Şehirler çiğne, ordular dağıt,
kes, kopar, kır, sürükle,
ez, vur, yak ve yık.
Yalvarmalara yakarmalara boş ver,
gözyaşlarına iniltilere aldırma.
Ölümle, acıyla doldur geçtiğin yeri,
ne ekin koç, ne ot koç, ne yosun.
Sönsün evler, sürünsün insanlar orda burda,
kalmasın alt üst olmayan hiçbir yer,
mezar taşına dönsün her ocak,
damlar çoksun yetimlerin başına.
Bu ne alçaklık böyle bu ne namussuzluk!
Hey bana bak, başbuğ musun ne?
Yerin dibine bat, cakanla gösterişinle!
Her başarı bir yıkım bir mezarlık,
işte bir yavrucak yatıyor surda,
ey cihangir, onu gör de utan!
Devril, bağımsızlığın eskimiş tahtı, devril,
nice acılar verdin bütün insanlara,
inim inim inlettin bütün insanları.
Parçalan, kararmış taç, tuz buz ol,
hep senin yüzünden yoksulluğu insanların.
Göz yaşından incilerin nemde hani?
Nasıl da yosun tutmuşlar, bir görsen!
Eski çağlar nasıl kanmış size?
Ey kan içen kargalar,
bütün karanlıklar sizinle dolu!
Artık yeter fikri susturduğunuz,
yerini hiç bir şey tutamaz bu dünyada
zincirsiz, kelepçesiz yaşamanın.
Hadi gidin tarih korusun sizi,
-haydutlara en iyi sığınaktır gece-,
gidin, yok olun siz de o mezarlıkta.
İste müjdelerin en güzeli,
işte en gerçek özgürlük
düşümüzdeki gelecek çağlarda:
Ne savaş, ne savaşan, ne salgın,
ne saltanat, ne yoksulluk, ne ezen, ne ezilen,
ne yakınma, ne de zulmün kahrı,
ne tapılan, ne tapan,
ben benim, sen de sen!

Ey soyulan iskelet, kimse bilmeyecek zaman,
kimse bilmeyecek senin sayıp döktüklerini,
savaş ne, karışıklık ne, zafer ne, anlaşma ne?
Belki duyulmadık bir öykü,
belki korkunç bir masal.
Çok sürmez köhne kitap,
fikri gömen sayfaların
bugün olmazsa yarın yırtılacak.
Ama kim yapacak dersin bu işi?
Bu öyle büyük, öyle kocaman bir devrim ki,
hangi güç kalkar, ben yaparım der?
Yerlerin ve göklerin sahibi mi?
Tamam, işte oldu şimdi!
Yeri göğü elinde tutan o kibirli,
o somurtkan ve dokunulmaz.
Bütün bu kavgalar onun yüzünden değil mi?
Gökyüzü, sen söyle,
yüzyıllarca sel gibi akan şu,
- şimdi esrik bir ağzın türküsü,
kuru sesi zindandaki bir adamın,
iç açan bir söz ya da yakan bir söz şimdi,
bir geniş 'oh!', bir derin 'eyvah!',
bir yakarış, bir övgü,
Şimdi tüy gibi bir rüzgar,
Şimdi ağzın bir kasırga.
Dokunaklı bir yakınma şimdi,
sabredemeyen bir basa kakma,
bir titreme, bir can sesi,
bir savaş davulunun gümbürtüsü,
için için ağlaması çaresizliğin,
kahrın iyilik bilir kişnemesi,
bir söylev, apaçık, gürül gürül,
Şimdi utangaç ve hasta bir yalvarış,
bir rahatlık bir iç sıkıntısı,
Simdi korkunç bir haykırma -
bütün bu karman çorman gürültü patırtıyla
inleyen boş kubbe, sen söyle!
Sen ki her sesi yankılayansın,
söyle, bu bir sürü boş çabalama içinde,
daha yukarlardaki şu tanrı katına
hangi sesin yankısı varabilmiş ki?
Hangi dua kabul olmuş bugüne dek?
Dinlerim seni, göklerin tanrısı,
din ulularından dinlerim seni:
'Ne benzer var, ne noksanı,
canlı ve olumsuz ve her şeye gücü yeten ve yüce.
Odur veren yiyeceği içeceği,
düşleri gerçek yapan o,
bilen, haberi olan, kahreden ve öç alan,
açık, kapalı her şeyi duyan ve anlayan,
el uzatan yoksullara ve çaresizlere,
her zaman her yerde bulunan ve her yeri gören...'
Seni böyle ovup duruyorlar iste.
Oysa senin en üstün özelliğin ne,
'Ortaksız' oluşun değil mi?
Kaç ortağın var şu bataklıkta, bir bak.
Topu Olumsuz ve her şeye gücü yeten ve kahreden.
Ve topu ortaksız ve tek.
Ve topunun buyruğu yasağı ve saltanatı var,
ve topunun yukaçlarda bir gökyüzü.
Bütün oradan gelir yüreğe doğan.
Topunun güneşi, ayı, yıldızları var,
ve topunun görünmez bir tanrısı.
Topunun adanan bir cenneti var,
ve topunun bir varlığı, bir yokluğu,
ve topunun saygıdeğer bir peygamberi.
Ve topunun cennetinde körpecik güzel kızlar yasar.
Ve topunun cehenneminde birer lokmadır insancıklar.
Tanrılar ne derse onu yapacak halk,
sabırla ve kahırla olacak iki büklüm.
Ama tanrılar ne derse onu yapacak.
İnanasım gelmiyor bunların hiçbirine.
'Ne bileyim?' diyor kime sorsam.
Hepsi bir kuruntu mu bunların yoksa?
Belki aldanmak yasamanın bir gereği.
Belki de hepsi de doğrudur, kim bilir,
belki ben hiç bir şeyin farkında değilim,
karıştırmaktayım 'yok' la 'var' I.
Kusurum ne? Kuşkuda olmak mi?
Kuşku koşmaktır aydınlıklara doğru.
İnsan aklidir eninde sonunda gerçeği bulacak olan.
Belki de yok olacağız bir gün topumuz birden.
Kim bilir, obur dünya belki de var.
Madem bu beden o olumsuzun isi,
ne diye kıvranır durur bin turlu dert içinde?
Hadi diyelim aslimiz toprak bizim,
sen gel onu kederden bir çamur yap.
- her yeri kanla, göz yaşıyla dolu -
insaf be, bu kadarı da olur mu?
Sen gel hem yoktan var et,
sonra da ettiğini boz, kötüle.
Hiç bir yaramandan ummam bunu:
Yaradan yok eder, ama perişan etmez!

En zorlu düşmanın iste, tanrı,
boğmak ister seni ulu katında,
çok iyi tanırsın sen o yılanı,
onun kızgın zehrinden bir vakitler bize
bir tadımlık vermiştin hani.
Kuşku! En zalim en güçlü düşman.
Bunu ya bildin ya koydun kafamıza,
ya da bilemedin isin nereye varacağını.
'şeytanlık, düzen, sapıklık' denen şey var ya,
buğun yerinden yurdundan edecek seni o.
Tapınağında ışıklarını söndürüyor,
elleriyle parçalıyor heykelini.
Sense, iler tutar yerin kalmamış,
göçüp gidiyorsun olanca gücünle.
Burçlarında yıkılmalar falan hani?
Nemde hani gümbürtüsü yıldırımlarının?
O kızgın soluğun hani nemde?
Ne cehennemlerinde bir kaynama var?
Ne büyük acını gören bir göz.
Ne de kulaklarda dokunaklı bir çınlama.
Oysa bir ufak parçası kopsa insanin,
bir sızlanma olur, duyulur bir ağlaşma.
Sen Yeryüzü ve Gökyüzü’nle göç gir de,
bir inilti bile duyulmasın ortalıkta.
Tam tersi, kahkahadan geçilmiyor.
Zaten yalana ağlasa ağlasa,
bir ikiyüzlüler ağlar,
bir de ahmaklar.



Tevfik Fikret

Yağmur

Küçük, muttarid, muhteriz darbeler
Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz
Olur dembedem nevha-ger, nagme-saz
Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz
Küçük, muttarid, muhteriz darbeler...

Sokaklarda seylabeler ağlaşır
Ufuk yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır;

Bulutlar karardıkça zerrata bir
Ağır, muhtazır dalgalanmak gelir;

Bürür bir soğuk, gölge etrafı hep,
Numayan olur gündüzün nısf-ı şeb.

Söner şimdi, manzur olurken demin
Hayulası karşımda bir alemin.

Açılmaz ne bir yüz, ne bir pencere;
Bakıldıkça vahşet çöker yerlere.

Geçer boş sokaktan, hayalet gibi,
Şitaban u puşide-ser bir sabi;

O dem leyl-i yadımda, solgun, tebah,
Surur bir kadın bir rıda-yı siyah

Saçaklarda kuşlar -hazindir bu pek! -
Susarlar, uzaktan ulur bir köpek.

Öter guş-ı ruhumda boş bir enin,
Boğuk bir tezad-ı sukun u tanın;

Küçük, pür heves, gevherin katreler
Sokaklarda, damlarda pür ihtizaz
Olur muttasıl nevha-ger, nağme-saz
Sokaklarda, damlarda pür ihtizaz
Küçük, pür heves, gevherin katreler...


Tevfik Fikret
1897


Günümüz Türkçe'siyle

Küçük, tekdüze, ürkek vuruşlar
Kafeslerde, camlarda titreşerek
Dürmadan türkü söyler, ağıt yakar
Kafeslerde, camlarda titreşerek
Küçük, tekdüze, ürkek vuruşlar

Sokaklarda seller ağlaşır
Ufuk yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır;

Bulutlar karardıkca zerrelere bir
Ağır, olgun dalgalanma gelir;

Bir soğuk gölge çevreyi bürür,
Gündüzden geceyarısı görünür.

Söner şimdi, görünürken demin
Maddesi karşımda bir alemin

Açılmaz ne bir yüz, ne bir pencere;
Bakıldıkça vahşet çöker yerlere.

Geçer boş sokaktan, hayalet gibi
Koşarak bir Cocuk, başı Ortülü

O sıra, andığım gece, solgun ve bitkin,
Sürür bir kara Carşafı bir kadın

Saçaklarda kuşlar - acıdır bu pek! -
Susarlar, uzaktan ulur bir köpek.

Oter ruhumun kulağında boş bir inilti,
Boğuk bir sessizlikle tınlamanın çelişkisi

Küçük, istek dolu, inci gibi damlalar
Sokaklarda, damlarda hep titreşir
Ezgi söyler durmadan, ağıt yakar
Sokaklarda, damlarda hep titreşir
Küçük, istek dolu, inci gibi damlalar...

Sis

Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan
ağırlığının altında herşey silinmiş gibi,
bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar!
Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık;
lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası!
Ey zulümler sâhası... Evet, ey parlak alan,
ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha!
Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan,
Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kıralıçesi!
Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden
sefahate susamış bağrında yaşatan.
Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı içinde
sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın.
Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak,
ey bin kocadan artakalan dul kız;
güzelliğindeki tâzelik büyüsü henüz besbelli,
sana bakan gözler hâlâ üstüne titriyor.
Dışarıdan, uzaktan açılan gözlere, süzgün
iki lâcivert gözünle nekadar canayakın görünüyorsun!
Canayakın, hem de en kirli kadınlar gibi;
içerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden.
Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken,
lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi!
Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır,
İçerinde temiz bir zerre aslâ bulamazsın.
Hep riyânın çirkefi; hasedin, kârgüdmenin çirkeflikleri;
Yalnız işte bu... Ve sanki hep bunlarla yükselinecek.
Milyonla barındırdığın insan kılıklarından
Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar?

Örtün, evet ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi!
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Kaatil kuleler, kal’ali ve zindanlı saraylar.
Ey hâtıraların kurşun kaplı kümbetlerini andıran, câmîler;
ey bağlanmış birer dev gibi duran mağrur sütunlar ki,
geçmişleri geleceklere anlatmıya memurdur;
ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi.
Ey kubbeler, ey şanlı dilek evleri;
ey doğruluğun sözlerini taşıyan minâreler.
Ey basık tavanlı medreseler, mahkemecikler;
ey servilerin kara gölgelerinde birer yer
edinen nice bin sabırlı dilenci gürûhu;
“Geçmişlere Rahmet! ” diye yazılı kabir taşları.
Ey türbeler, ey herbiri velvele koparan bir hâtıra
canlandırdığı halde sessiz ve sadâsız yatan dedeler!
Ey tozla çamurun çarpıştığı eski sokaklar;
ey her açılan gediği bir vak’a sayıklıyan
vîrâneler, ey azılıların uykuya girdikleri yer.
Ey kapkara damlariyle ayağa kalkmış birer mâtemi
sembole eden harap ve sessiz evler;
ey herbiri bir leyleğe yahut bir çaylağa yuva olan
kederli ocaklar ki, bütün acılıklariyle somutmuş,
ve yıllardır tütmek ne... çoktan unutulmuş!
Ey mîdelerin zorlaması zehirinden ötürü
her aşâlığı yiyip yutan köhne ağızlar!
Ey tabi’atin gürlükleri ve nimetleriyle dolu
bir hayata sâhip iken, aç, işsiz ve verimsiz kalıp
her nâmeti, bütün gürlükleri, hep kurtuluş sebeplerini
gökten dilenen tevekkül zilleti ki.. sahtadir!
Ey köpek havlamaları, ey konuşma şerefiyle yükselmiş
olan insanda şu nankörlüğe lânet yağdıran feryât!
Ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler;
ey eksinlik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar!
Ey ancak masalların tanıdığı bir hâtıra: Nâmus;
ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol: Ayak öpme yolu.
Ey silahlı korku ki, öksüz ve dulların ağzındaki
her tâlih şikayeti yapageldiğin yıkımlardan ötürüdür!
Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için
yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
Ey tutulmıyan vaitler, ey sonsuz muhakkak yalan,
ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”!
Ey en şiddetlikuşkularla duygusu kö¨rleşerek
vicdanlara uzatılan gizli kulaklar;
ey işitilmek korkusuyle kilitlenmiş ağızlar.
Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret!
Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm;
ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre!
Ey korku ağırlığından iki büklüm gemeye alışmış
zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet!
Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç;
ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç!
Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca;
ey kimsesiz; âvâre çocuklar... Hele sizler,
hele sizler...

Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!


Tevfik Fikret
3 Mart 1902 (Tanin, 1324/1908, sayı 1)

Sen Olmasan

Sen olmasan...
Seni bir lâhza görmesem yâhut,
Bilir misin ne olur?
Semâ, güneş ebediyyen kapansa, belki vücud
Bu leyl-i serd ile bir çâre-i teennüs arar,
Ve bulur;
Fakat o zulmete mümkün müdür alıştırmak
Bütün güneşle, semâlarla beslenen rûhu,
Bu rûh-ı mecrûhu? ..

Sen olmasan...
Seni bulmak hayâli olsa muhâl,
Yaşar mıyım dersin?
Söner ufûlüne bir lâhza kaail olsa hayâl;
Soğur, donar, kırılır senden ayrılınca nazar
Ne hazin
Gelir hâyât o zaman hem vücûda hem rûha,
Yaşar mıyız seni kaybetsek âh ben, kalbim,
Bu kalb-i muztaribim?

Sen olmasan...
Bu samîmî bir îtirâf işte;
Sen olmasan yaşayamam:
Seninle rabıtamız hoş bir îtilâf işte;
Fakat bu râbıta hâlî mi rûhu ezmekten? ...
Akşam
Gurûba karşı düşündüm sükûn içinde bunu:
Fenâ değil sevişip ağlamak, fakat heyhât,
Bükâya değse hayat! ..


Tevfik Fikret

Sancağ-ı Şerif Huzurunda

Ey rayet-i Peygamber, ey ümmid-i ahiri
Milyonla kulubun;
Ey nefha-i gaybiye-i nusret, ki safiri
Vecd- aver olur ruhuna şarkın ve cenubun;
Kudsiyyet-i feyzinle açıl, rengini göster,
Varsın soluk olsun

Bir hahzacık ey seyf-i cihad, oyna kınından,
Aksın koyu kanlar;
Vadeyliyor Allah, olacaktır sana kurban
İslam’a ihanet düşünen can-ü cihanlar.

Gafil medeniyyet, seni en sonra muhakkak
Hüsran ile tetvic edecek akl-i tebahın

Allahına şükret:
Şükret ve maasine olup taib-ü nadim,
Haktan talep-i ecr-i cihad et... Ne saadet,
Rabbin ne saadet ki, bugün din uğrunda
Emvalimi verdim;
Rabbim ne saadet, ne saadet ki yolunda
Emvalimi, eşgalimi, amalimi verdim.

Artık yürürüm... avn-i Hüda meşal-i rahım,
Biazm-ü iradet;
Peygamberimin sancağı oldukça penahım.

Elbet benimdir ebedi savn-ü selamet
Artık yürürüm... Yıldırım insin beni yakmaz,
Boğmaz beni tufan;
Ben hıfz-ı melaikteyim, elbette bırakmaz
Onlar beni düşmanlara, yoktur buna imkan.
Gözler yumulu, sine açık, can müteselli,
Vicdansa pür-ümmid.

Ben Rabbime doğru
Her an müteveccih, mütevekkil ve saburum,
Ölsem de ne mutlu bana, kalsam da ne mutlu!


Tevfik Fikret
1915 - Son Şiiri

Sabah Olursa

Bu memlekette de bir gün sabah olursa, Halûk,
Eğer bu memleketin sislenen şu nâsiye-i
Mukadderâtı, kavî bir elin kavî, muhyî
Bir ihtizâz-ı temâsıyla silkinip şu donuk,
Şu paslı çehre-i millet biraz gülerse... O gün
Ben ölmemiş bile olsam, haya pek ölgün
Bir irtibâtım olur şüphesiz; -O gün benden
Ümîdi kes, beni kötrüm ve boş muhîtimde
Merâretimle unut; çünkü leng ü pejmürde
Nazarlarım seni mâziye çekmek ister; sen
Bütün hüvviyet ü uzviyyetinle âtîsin:
Terennüm eyliyor el’ an kulaklarımda sesin!

Evet, sabah olacaktır, sabah olur, geceler,
Tulû-i haşre kadar sürmez; akıbet bu semâ,
bu mâi gök bize bir gün acır; melûl olma.
Hayatta neş’ e güneştir, melâl içinde beşer,
Çürür bizim gibi... Siz, ey fezâ-yı ferdânın
Küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!
Ufukların ebedî iştiyâkı var nûra.
Tenevvür... Asrımızın işte rûh-ı âmâli;
Silin bulutları, silkin zılâl-i ehvâli;
Ziyâ içinde koşun bir halâs-ı meşkûra.
Ümidimiz bu: Ölürsek de biz, yaşar mutlaka.
Vatan sizinle, şu zindan karanlığından uzak!


Tevfik Fikret


Günümüz Türkçesi...

Bu memlekette de bir gün sabah olursa, Haluk,
Eğer bu memleketin sislenen alın yazısı
Dirençli, dinç bir elin güçlü, canlılık verici
Dokunmasındaki titremle silkinip, şu donuk,
Şu paslanan yüzü halkın biraz gülerse... - O gün
Ben ölmemiş bile olsam, hayata pek ölgün,
Pek az ilişkim olur kuşkusuz; - o gün benden
Ümidi kes; beni kötrüm ve boş muhitimde
Bütün acımla unut; çünkü kör, topal, tükenik
Bakışlarım seni geçmişte görmek ister; sen
Bütün etin, kemiğin, kimliğinle yarısın:
Ve şarkılar gibi hep hep kulaklarımda sesin...

Evet, sabah olacaktır, sabah olursa, geceler
Geçer, kıyamete dek sürmez; en sonunda bu gök
Bu mavi gök size bir gün acır; usanma sakın.
Hayata neş'e güneştir, usanç içinde kişi
Çürür bizim gibi... Siz, ey yarın uzaylıların
Küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!
Tükenmez özlemi vardır ufukların ışığa,
Işık, ışık... Bugünün işte ruhu, özlemi bu;
Silin bulutları, silkin o korku gölgesini,
Koşun ışıklar içinden o kutlu kurtuluşa.
Ümidimiz bu; ölürsek de biz, yaşar mutlak
Vatan sizinle şu zindan karanlığından uzak!

Günümüz Türkçesine Aktaran: Ahmet Muhip Dırana

Promete

Kalbinde her dakîka şu ulvî tahassürün
Minkâr-ı âteşini duy, dâimâ düşün:
Onlar niçin semâda, niçin ben çukurdayım?
Gülsün neden cihan bana, ben yalnız ağlayım? ...
Yükselmek âsmâna ve gülmek ne tatlı şey!
Bir gün şu hastalıklı vatan canlanırsa... Ey
Müştâk-ı feyz ü nûr olan âtî milletin
Meçhul elektrikçisi, aktâr-ı fikretin
Yüklen, getir -ne varsa- biraz meskenet-fiken,
Bir parça rûhu, benliği, idrâki besleyen
Esmar-ı bünye-hîzini; boş durmasın elin.
Gör dâimâ önünde esâtîr-i evvelin
Gökten dehâ-yı nârı çalan kahramânını...

Varsın bulunmasın bilecek nâm-ü şanını.


Tevfik Fikret
Haluk'un Defteri


* Promete: Prometheus, Yunan mitoloji kahramanlarından. Titan İapetos ile Klymene'nin oğlu, Zeus'un düşmanı ve insanların dostu. Zeus'un elinden ateşi çalarak insanlara verdi. Zeus onu Kafkasya'da zincirle bir kayaya bağlayarak cezalandırdı. Bir kartal gündüz karaciğerini yiyor, fakat ciğer geceleri yeniden büyüyordu. Sonunda, Herakles kartalı öldürerek Prometheus'u kurtardı. Prometheus adı «önceden gören» anlamına gelir ve akıl ile özgür düşünceye verilen değeri simgeler. (Bak: Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü. 1978, s. 278-281).


Günümüz Türkçe'siyle


Yüreğinde her dakika su yüce özlemin
Ateşten gagasını duy, durmadan düşün:
Onlar niçin gökte, ben niçin çukurdayım?
Gülsün niçin herkes bana, ben yalnız ağlayım?
Yükselmek göklere ve gülmek ne tatlı şey!
Bir gün şu hastalıklı yurt canlanırsa...
Ey Işıkla ilerleyişi özleyen ulusun geleceğinin
Bilinmeyen elektrikçisi, dünyasından düşüncenin
Yüklen getir —ne varsa— biraz miskinliği gideren,
Bir parça ruhu, benliği, anlayışı besleyen,
Vücudu canlandıran yemişleri; boş durmasın elin.
Gör her zaman önünde ilkçağ efsanelerinin
Gökten ateşin dehasını çalan kahramanını...

Varsın bulunmasın bilecek adını sanını.

Küçük Asker

Küçük asker, silah elde
Kahramanca ilerliyor
Karşısında bütün belde
"Kahramanım, yaşa!" diyor...

Küçük asker, küçük asker!
Vatan senden hizmet ister.

Vatan için çeker emek
Herkes; bu borcu herkesin.
Vatan demek ninen demek,
Sen nineni sevmez misin?..

Küçük asker, küçük asker!
Vatan senden şefkat ister.

Vatan senden hayat umar,
Sen yaşarsan o canlanır;
Vatan için ölmek de var,
Fakat borcun yaşamaktır...

Küçük asker, küçük asker!
Vatan senden kuvvet ister.

Minimini omuzların
Taşıyacak yarın tüfek;
Tüfek değil, vatan yarın
O omuza yüklenecek...

Küçük asker, küçük asker!
Vatan senden gayret ister.

Küçük asker dinle bunu:
Sakın boşa silah atma;
Kılıcını, kurşununu
Haksızlığa karşı sakla...

Küçük asker, küçük asker!
Hak da senden kuvvet ister.


Tevfik FİKRET

Ömr-i Muhayyel

Bir ömr-i muhayyel...Hani gülbünler içinde
Bir kuşcağızın ömr-i bahârîsî kadar hoş;
Bir ömr-i muhayyel...Hani göllerde,yeşil,boş
Göllerde,o sâfiyet-i vecd-âver içinde
Bir dalgacığın ömrü kadar zaîl ü muğfel
Bir ömr-i muhayyel!

Yalnız ikimiz,bir de o:Ma'bûde-i şi'rim;
Yalnız ikimiz,bir de onun zıll-ı cenâhı;
Hâkîlere bahş eyleyerek hâk-i siyâhı
Dûşunda beyaz bir bulutun göklere âzim.
Her sahn-ı hakîkatten uzak,herkese mechûl;
Bir safvet-i masûmenin âgûş-ı terinde,
Bir leyle-i aşkın müteennî seherinde
Yalnız ikimiz sayd-ı hayâlât ile meşgul.

Savtındaki eş'ar-ı pür-âhenk ile mâlî,
Şİ'rimdeki elhan-ı muhabbetle nagam-saz,
Ah istiyorum,göklere âmâde-i pervâz
Bir lâne-i âvârede bir ömr-i hayâlî...

Bir ömr-i hayâlî...Hani gülbünler içinde
Bir kuşcağızın ömr-i bahârîsî kadar hoş;
Bir ömr-i hayâlî...Hani göllerde,yeşil,boş
Göllerde,o sâfiyet-i vecd-âver içinde
Bir dalgacığın ömrü kadar zaîl ü hâlî
Bir ömr-i hayâlî!


Tevfik Fikret

Kuşlarla

Kuşlar uçar,
Ben koşarım.
Onların kanatları var,
Benim kanadım kollarım.
Kuşlar kanadını çırpar,
Ben de kolumu sallarım.
Uçun kuşlar, uçun kuşlar,
Hepinizle yarışım var.


Tevfik Fikret

Kimseden Ümmid-i

Kimseden ümmid-i feyz etmem, dilenmem perr-ü-bal
Kendi cevvim, kendi eflakimde kendim tairim,
İnhina tavk-ı esaretten girandır boynuma;
Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim.


Tevfik Fikret

Han-ı Yağma

Bu sofracık, efendiler - ki iltikaama muntazır
Huzurunuzda titriyor - bu milletin hayatıdır;
Bu milletin ki mustarip, bu milletin ki muhtazır!
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Efendiler pek açsınız, bu çehrenizde bellidir
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir?
Bu nadi-i niam, bakın kudumunuzla müftehir!
Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say
Haseb, neseb, şeref, oyun, düğün, konak, saray,
Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay;
Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı yok zarar
Gurur-ı ihtişamı var, sürur-ı intikaamı var.
Bu sofra iltifatınızdan işte ab u tab umar.
Sizin bu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malını
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini
Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini.
Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!
Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak!
Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak,
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!


Tevfik Fikret

Haluk'un İnancı


Bir yaratıcı güç var, ulu ve akpak,
kutsal ve yüce, ona vicdanla inandım.

Yeryüzü vatanım, insansoyu milletimdir benim,
ancak böyle düşünenin insan olacağına inandım.

Şeytan da biziz cin de, ne şeytan ne melek var;
dünya dönecek cennete insanla, inandım.

Yaradılışta evrim hep var, hep olmuş, hep olacak,
ben buna Tevrat'la, İncil'le, Kuran'la inandım.

Tekmil insanlar kardeşi birbirinin... Bir hayal bu!
Olsun, ben o hayale de bin canla inandım.

İnsan eti yenmez; oh, dedim içimden, ne iyi,
bir an için dedelerimi unuttum da, inandım.

Kan şiddeti besler, şiddet kanı; bu düşmanlık
kan ateşidir, sönmeyecek kanla, inandım.

Elbet şu mezar hayatı zifiri karanlığın ardından
aydınlık bir kıyamet günü gelecek, buna imanla inandım.

Aklın, o büyük sihirbazın hüneri önünde
yok olacak, gerçek dışı ne varsa, inandım.

Karanlıklar sönecek, yanacak hakkın ışığı,
patlayan bir volkan gibi bir anda, inandım.

Kollar ve boyunlar çözülüp, bağlanacak bir bir
yumruklar şangırdayan zincirlerle, inandım.

Bir gün yapacak fen şu kara topragi altın,
bilim gücüyle olacak ne olacaksa... İnandım.


Tevfik Fikret

Haluk'un Bayramı

Baban diyor ki: 'Meserret çocukların, yalnız
Çocukların payıdır! Ey güzel çocuk, dinle;
Fakat sevincinle
Neler düşündürüyorsun, bilir misin? ... Babasız,
Ümitsiz, ne kadar yavrucakların şimdi
Sıyah-ı mateme benzer terâne-i îdi!

Çıkar o süsleri artık, sevindiğin yetişir;
Çıkar, biraz da şu öksüz giyinsin, eğlensin;
Biraz güzellensin

Şu ru-yı zerd-i sefalet... Evet meserrettir
Çocukların payı; lâkin sevincinle
Sevinmiyor şu yetim, ağlıyor... Halûk, dinle!


Tevfik Fikret

Doksan Beşe Doğru

Bir devr-i şeamet, yine çiğnendi yeminler;
Çiğnendi, yazık, milletin ümmid-i bülendi!
Kanun diye topraklara sürtündü cebinler;
Kanun diye, kanun diye kanun tepelendi...
Bihude figanlar yine, bihude eninler.

Eyvah! otuz üç yıl o zehir giryeleriyle,
Hüsranları, buhranları, ehvali, melali,
Amal-ü devahisi ve sulh-ü seferiyle
Bir sel gibi akmış, mütevekkil, mütehali.
Yazsın bunu tarih-i iber hatt-ı zeriyle!

Ey bir dem-i rüya gibi geçmiş kara günler,
Bir lahza edin seyr-i cahiminizi tekrar,
Dönsün bize o derin nazra-i muğber.
Heyhat! otuz üç yıl, otuz üç yıl bütün ekdar
Heyhat! ne bir ders, ne bir fikr-i mukarrer

Silmez fakat elvahını tarih-i muanit,
Doksan beşi aç! gölgesi bir tac-ı harisin
Saklar mütelaşi, mütereddit, mütemerrit
Evca-ı şebengizini bir yevm-i habisin.
Hala o vesavis, o desayis, o mefasit.

Hala o şebin zeyl-i temadisi bu ezlam,
Hala o cehalet, o tecahül ve o techil,
Hala vatan hissesi bir tude-i alam,
Hala düşünen başlara hep latme-i tenkil,
Hala sırıtan dişlere hep lokma-i inam!

Hala tarafiyyet, hasebiyyet, nesebiyyet,
Hala: ‘bu senindir, bu benim! ’ kısmeti cari,
Hala gazap altında hakikatle hamiyyet.
Hep dünkü terennüm, sayıdan, saygıdan ari;
Son nağmesi yalnız: yaşasın sevgili millet!

Millet yaşamaz, hakka tahassürle solurken
Sussun diye vicdanına yumruklar inerse;
Millet yaşamaz, meclisi müstahkar olurken
İğfal ile, tehdit ile titrer ve sinerse;
Millet yaşamaz maşer-i millet boğulurken!

Kanun diyoruz; nerde o mescud-i muhayyel?
Düşman diyoruz nerde bu? hariçte mi, biz mi?
Hürriyetimiz var, diyoruz, şanlı, mübeccel,
Düşman bize kanun mu? ya hürriyetimiz mi?
Bir hamlede biz bunları, kahrettik en evvel.

Bir hamle-i mahnum-i tagallüple değiştik
Hürriyeti şahsiyyete, kanunu gurura,
Heyhat! otuz üç yıl geri düştük ve mühlik
Yoldan şu nedametli ve gafletli mürura
Bişüphe o humma-yi cünun oldu muharrik.

Ey millete bir sille olan darbe-i münker,
Ey hürmeti kanunu tepen sadme-i bidad,
Milliyeti, kanunu mukaddes tanıyan her
Vicdan seni lanetle, mezelletle eder yad...

Düşsün sana meyyal-i tahakküm eğilen ser
Kopsun seni –bir hak diye- alkışlıyan eller


Tevfik Fikret
1912

Bir İçim Su

Güzel çoban, bir içim, bir yudum su testinden
Bugün sıcak yine pek, sanki ortalık yanıyor

Güzel çocuk senin olsun hayatım istersen
Niçin gözüm sana baktıkça böyle yaşlanıyor?

Güzel çoban, ne kadar tatlı söylüyorsun sen
Yalan da olsa içim doğru söyledin sanıyor

Güzel çocuk, bana bak, aldatır mıyım seni ben?
İçin bu yaşları boş anlıyorsa aldanıyor!

Güzel çoban, bir içim, bir yudum su testinden
Bugün sıcak yine pek, sanki her yanım yanıyor!


Tevfik Fikret

Bana Kimsin Diye Sorma Meleğim

Bana kimsin diye sorma meleğim
Pek güzel dinle de izah edeyim
Nam-ı naçizime `Fikret' derler
Şi're de nisbetimi söylerler
Kaldığım varsa da gah ekmeksiz
Kalmadım şimdiye dek mesleksiz
Nur bekler gibi nısf-ı şebde
Bekledim on iki yıl mektebde
Sonra çıktım ne için bilmeyerek
Bu da bir cilve-i baht olsa gerek
Bab-ı Ali'ye müdavimlendim
Ehl-i namus diye mimlendim
Şimdi bir hayli eser sahibiyim
`Ahmed Ihsan'da musahhih gibiyim
Saye-i lutf-i cihan-banide
Hocayım Mekteb-i Sultani'de...


Tevfik Fikret

Balıkçılar

-Bugün açız yine evlatlarım, diyordu peder,
Bugün açız yine; lâkin yarın, ümid ederim,
Sular biraz daha sakinleşir... Ne çare, kader!

- Hayır, sular ne kadar coşkun olsa ben giderim
Diyordu oğlu, yarın sen biraz ninemle otur;
Zavallıcık yine kaç gündür işte hasta...

- Olur;
Biraz da sen çalış oğlum, biraz da sen çabala;
Ninen baban, iki miskin, biz artık ölmeliyiz...
Cocuk düşündü şikayetli bir nazarla: - Ya biz,
Ya ben nasıl yaşarım siz ölürseniz?

Hâlâ
Dışarda gürleyerek kükremiş bir ordu gibi
Döverdi sahili binlerce dalgalar asabi.

- Yarın sen ağları gün doğmadan hazırlarsın;
Sakın yedek biraz ip, mantar almadan gitme...
Açınca yelkeni hiç bakma, oynasın varsın;
Kayık çocuk gibidir: Oynuyor mu kaydetme,
Dokunma keyfine; yalnız tetik bulun, zirâ
Deniz kadın gibidir: Hiç inanmak olmaz ha!

Deniz dışarda uzun sayhalarla bir hırçın
Kadın gürültüsü neşreyliyordu ortalığa.

- Yarın küçük gidecek yalnız, öyle mi, balığa?
- O gitmek istedi; 'Sen evde kal! ' diyor...
- Ya sakın
O gelmeden ben ölürsem?

Kadın bu son sözle
Düşündü kaldı; balıkçıyla oğlu yan gözle
Soluk dudaklarının ihtizâz-ı hâsirine
Bakıp sükût ediyorlardı, başlarında uçan
Kazayı anlatıyorlardı böyle birbirine.
Dışarda fırtına gittikçe pür-gazab, cûşan
Bir ihtilâc ile etrafa ra'şeler vererek
Uğulduyordu...

- Yarın yavrucak nasıl gidecek?

şafak sökerken o, yalnız, bir eski tekneciğin
Düğümlü, ekli, çürük ipleriyle uğraşarak
ilerliyordu; deniz aynı şiddetiyle şırak -
şırak dövüp eziyor köhne teknenin şişkin
Siyah kaburgasını... Ah açlık, ah ümid!
Kenarda, bir taşın üstünde bir hayâl-i sefid
Eliyle engini güya işaret eyleyerek
Diyordu: 'Haydi nasibin o dalgalarda, yürü! '

Yürür zavallı kırık teknecik, yürür; 'Yürümek,
Nasibin işte bu! Hâlâ gözün kenarda... Yürü! '
Yürür, fakat suların böyle kahr-ı hiddetine
Nasıl tahammül eder eski, hasta bir tekne?

Deniz ufukta, kadın evde muhtazır... ölüyor:
Kenarda üç gecelik bâr-ı intizâriyle,
Bütün felaketinin darbe-i hasariyle,
Tehi, kazazede bir tekne karşısında peder
Uzakta bir yeri yumrukla gösterip gülüyor;
Yüzünde giryeli, muzlim, boğuk şikayetler...


Tevfik Fikret

Ağustos Böceği İle Karınca

Karıncayı tanırsınız
Minimini bir hayvandır
Fakat gaayet çalışkandır
Gaayet tutumludur, yalnız
Pek hodgamdır, bu bir kusur:
Hodkam olan zalim olur.

Bir gün ağustos böceği
Tembel tembel ötüp durmak
Neticesi aç kalarak
Karıncadan göreceği
Bürudete bakmaz, gider
Bir lokma şey rica eder
Der ki: - Acıyınız bize
Coluk çocuk evde açız
Ianenize muhtacız.
Karınca bir yüreksize
Layık huşunetle sorar:
- Aç mısınız? Ya o kadar
Uzun, güzel günler oldu.
O günlerde ne yaptınız?
Böcek inler: - Açız, açız
Bakın benzim nasıl soldu
O günlerde gülen, öten
Sazla, sözle eğlenen ben
Bugün bakın ne haldeyim!
Vallah açız, billah açız,
Halimize acıyınız!
Karınca eğlenir: - Beyim,
şimdi de raksedin, ne var?
'Yazın çalan kışın oynar.'


Tevfik Fikret

27 Ocak 2014 Pazartesi

Hayalet

Sesinde yayılmış ve kalıcı kamerlerin bile
avuntu bulmak istediği
büyülenmiş, solgun bayan öğrenci,
nasıl da yükseliyorsun geçmiş yıllardan ve yaklaşıyorsun.

Kürekler gibi savaştı gözleri
o ölü sonsuzlukta
denizden doğmuş varlıklar arasında
uyku ve madde hakkındaki bir umutla.

Uzaklarda
başkadır kokusu toprağın
ve alacakaranlık gelir ağlayarak
koyu gelincikler biçiminde.

Yukarıda kımıltısız günlerde
uyudu günün duyarsız delikanlısı
bir kılıca yaslanmış
ışıktan parıltında senin.

Unutuştaki uzun yolun gölgesinde
büyüyor nasılsa
yalnızlığın çiçeği, nemli, yayılmış,
uzun bir kıştaki toprak gibi.


Pablo Neruda
"Yeryüzünde Birinci Konaklama"dan

Hayat

Bırak başkaları oyalansın kemik evlerle...
Elmanın çıplak renklerine sahip dünya:
Irmaklar sürüklüyor kendisiyle
madalyalardan bir zenginliği
ve her yerde oturuyor uysal Rosalína
ve Yoldaş Juan...

Kaba taşlar güvence oldu,
ve üzümden daha yumuşak balçık
yükseltti evimi buğday artıklarıyla.
Engin toprak, sevgi ve yavaş çanlar,
şafağa değgin kavga ruhu,
sevginin beni bekleyen saç örgüsü,
firuzenin dinlenen yığınları:
evler, yollar, düşlerde bir heykel oluşturan dalgalar
yıkıyorlar bol suyla
en erken seherdeki fırınları,
kumda dersini almış saatler,
gezgin buğdayın gelincikleri,
ve bu karanlık eller
benim hayatımın özünü yoğurdu:
hayata yanar portakallar
hayatın bin türlü amacına.

Bırak mezarcılar kazsınlar kazanın
özünü, bırak kaldırsınlar
külün ışıksız parçacıklarını
ve konuşsunlar solucanların dilini.
Önümde sadece mısır tohumu var,
ışıltılı manzaralar ve şefkat.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan

Hayatlar

Oy, hissederim
nasıl da kötüleşerek yanımda
olduğunu, insanlar arasında utkulu!

Çünkü bilmezsin,
görmediğin binlerce yüzün
utkuyu benimle kazandığını,
benimle yürüyen binlerce ayağın ve bağrın,
ben yokum,
varolmamaktayım,
beni izleyenlerin yalnızca alnıyım,
daha güçlüyüm,
çünkü kendi küçük hayatımı
taşımam yalnızca bende,
fakat bütün hayatları taşırım,
ve güvenle ilerlerim,
çünkü bin gözüm var
ve vururum kayanın ağırlığıyla,
çünkü bin elim var,
ve sesim duyulur
dünyanın bütün kıyılarından,
çünkü sesim
konuşmayan herkesindir,
şarkı söylemeyenlerindir,
ve seni öpen ağzımla
bugün şarkı söyleyenlerindir.


Pablo Neruda
"Kaptanın Dizeleri"nden
1952

Her Zaman

Senin aksine
kıskanç değilim ben.

Bir adamla gel
sırtında,
yüz adamla gel saçında,
bin adamla gel memelerin ve ayakların arasında,
boğulmuş adamlarla dolu
bir ırmak gibi gel,
hiddetli denize kavuşan bir ırmak,
o sonsuz köpük püskürtüsü, zaman!

Hepsini getir
seni beklediğim yere:
ikimiz her zaman yalnız olacağız,
her zaman biz, sen ve ben,
yalnız olacağız dünyada
başlamak için hayata!


Pablo Neruda
"Kaptanın Dizeleri"nden
1952

Herkese

Herkese, karanlıkta
elimi tutan gecenin suskun
yaratıkları sizlere, sizlere,
sizler ölümsüz ışığın lambaları,
sizler yıldızların örgüsü,
hayatın ekmeği, gizli biraderler,
herkese, Sizlere
söylerim ben: burada olanaklı değil hiç bir sağol,
kimse dolduramaz
temizliğin çömleğini,
Sizlerin suskun değerliliğiniz gibi
yenilmez ilkbaharın sancaklarındaki
bütün güneşi
barındıramaz hiç bir şey.
Düşünüyorum da
yalnızca
ki bütün bu sadeliğe layık olabilecek
şeyi acaba yaptım mı, bir çiçek kadar temizce,
ki ben belki de sizinle biriyim, sizlerden biriyim tıpkı,
bu toprak zerresi, un ve türkü,
bu nereden geldiğini ve nereye bağlı olduğunu bilen
doğal hamur.
Ne uzak bir canım ben
ne de derine gömülmüş bir kristal
ki farkına bile varamazsın, yalnızca
halkım ben, gizlenmiş kapı, kara ekmek,
ve beni ağırlarsan kendini ağırlamışsın demektir,
bu konuk
çokca vuruldu yere
ve çokca
doğdu yeniden.
Her şey, herkes,
tanımadığım herkes, daha önce
bu adı duymamış olanlar, uzun ırmaklarımız
boyunca yaşayanlar,
volkanların eteklerinde, bakırın
kükürt ekşisi gölgesinde, balıkçılar ve köylüler,
mavi renkli yerliler cam gibi kıvılcımlı
göllerin kıyılarında,
yaşlanmış elleriyle pençe yaparken şu anda
beni soran kunduracı,
beni beklediğinizi bilmeyen sizlerden
biriyim ben, övüyorum ve türkülüyorum sizleri.


Pablo Neruda
"Sığınmacı" (El fugitivo), "Canto General"den