Şiir, Sadece: 2014-02-16

22 Şubat 2014 Cumartesi

Halk Ordusuna Güneş Şarkısı

Halkın silahı! Burada! Tehdit ve kuşatma
kasıp kavuruyor hala ve karıştırıyor toprağı ölümle,
dikenler gibi katı toprak!
Selam sana, selam,
selam olsun diyor dünyanın anneleri sana,
selamlıyor okullar seni, yaşlı marangozlar
selamlıyor seni. Başak,
süt, patates, limon, defne,
yeryüzü ve insan ağzına ait olan ne varsa
selamlıyor onlar seni ey Halk Ordusu.
Her şey, ellerden bir kolye gibi,
titreyen bir bel gibi, şimşeğin bir kararlılığı gibi,
her şey hazırlanıyor sana, yöneliyor sana!
Demirden gün,
pekişmiş mavi!
İleri, kardeşler,
ileri sürülmüş toprakta,
ileri kuru, uykusuz, çılgın ve havı dökülmüş gecede,
ileri asmaların arasından, kayaların soğuk rengini çiğneyerek,
selam sana, selam olsun, ileri! Kışın sesinden daha fazla
ısıran, gözkapağından daha hassas,
gök gürlemesinin ucundan daha da güvenilir,
o hızlı elmas gibi doğru, yeniden savaşçı,
toprağın derininden çelik katısı suyla
çiçekle ve şarapla, toprağın sarmal yüreğiyle,
bütün yaprakların kökleriyle, bütün toprağın rayihalı ürünleriyle
hemfikir savaşçılar.

Selam olsun, askerler, selam olsun, nadaslı kızıl tarlalar,
selam olsun, haşin yoncalar, selam olsun, şimşek ışıltısında
demir almış köyler, selam, selam, selam olsun,
ileri, ileri, ileri, ileri
madenlerden, mezarlıklardan, ölümün lanet iştahına karşı
açılan cepheden, hainlerin
iğneleyen terörü,
ey halk, etkin halk, yürekler ve tüfekler,
yürekler ve tüfekler, ileri.
Fotoğrafçılar, maden işçileri, demiryolu işçileri,
kömürün ve taşın kardeşleri, çekicin akrabaları,
ormanlar, denetimsiz eğlenceler, ileri,
partizanlar, binbaşılar, çavuşlar, politik komiserler,
halkın pilotları, gecenin askerleri,
denizin askerleri, ileri:
önünüzde
yalnızca ölümlü bir zincir var, çürümüş balıklardan
bir çukur: ileri!
yalnızca ölen ölüler var orada,
korkunç, kanlı irinden bataklık,
hiç düşman yok: ileri, İspanya,
ileri, halkçı çanlar,
ileri, elma bölgeleri,
ileri, tahıl sancaklar,
ileri, ateşten büyük harfler,
kavgada, dalgada, ovada,
dağda, kekre kokularla dolmuş şafakta
sürüklersiniz kendinizle sürekli doğumu,
talep eden dayanıklılıktan bir ipi.
Bu arada
yükselir kök ve sessizliğin çelengi
beklemek için o mineralsi utkuyu:
her bir alet, her bir kırmızı teker,
her bir testere sapı ya da pulluk,
her bir kazma vuruşu, kandaki her bir titreyiş
izleyecek adımlarını, ey halk ordusu:
düzenleyen ışığın ulaştığında unutulmuş
zavallı insanlara, senin berrak yıldızın
boğuk sesli ışınlarının kökünü saldığında ölümde
ve inşa ettiğinde umudun yeni gözlerini.


Pablo Neruda
"Üçüncü Konaklama"nın "Yürekteki İspanya" bölümünden

Kendi Bıraktığım İzlerde

Kendi bıraktığım izlerde yürümeye
Ne gücüm var, ne de anlamı var bunun.
Varsın tersyüz olsun yüreğim.
Varsın peltekleşsin dilim;
Konuşmayı unutan ya da
Yeni bir dile başlayan gibi.
Tüm bu yararsız, anlamsız döküntüleri
Kurumuş çalılar gibi ateşe vermek istiyorum
Yeşil ormanı bırakıp yalnızca.
Kullanılmış, sıradan sözcüklere -
Neden sığınmalı, onlar-
Satılık kadınlar gibi tıpkı
Hazırdırlar satılmaya.
Sözcükler sözcükler sözcükler ...
Ve yitiyor arada, aslolan.
Amaçsız, yabanıl, boş bir danstan başka
Nedir sözcüklerden kalan?
Varıyor iflasın eşiğine mantık. Durmalı öyleyse.
Biz ki tıka basa doymuşuz yalan sözcüklere.
Ey benim şiirim! Bir ölüm iniltisi ol
Titreyen iniltisi ol son nefesin.
Ya da yeni doğanın haykırışı -ki.
Bu sesin altında henüz
Yoktur çizgileri nesnelerin.
Bırak, yaşamın sıcak kucağı
Şiiri beslesin. Bırak, savrulup gitsin sözcükler
Sapın ayrılması gibi başaktan.
Bırak, çağrısına onun
- hiçbir söze gerek duymaksızın -
Titreyerek yanıt versin yakın bir can.


Josef Fodor
Çeviren: A. Behramoğlu

21 Şubat 2014 Cuma

Halk Ordusunun Zaferi

Fakat toprağın belleği gibi, metalin
ve sessizliğin taşlaşmış ışıltısı gibi,
halk, anayurt ve yulaf, senin zaferindir.

Delik deşik sancağın ilerler
zamandan ve topraktan
damarlar üstündeki göğsün gibi.


Pablo Neruda

"Üçüncü Konaklama"nın "Yürekteki İspanya" bölümünden

Ölüme Doğru

Dere tepe aşarak, ovalardan geçerek
Askerler uzaklara, savaşmaya gittiler.
Dinlediler uğursuz top gürültülerini,
Sonunda içlerinden dedi ki yaşlı bir er:

Ne mutlu genç olan kimseye, kuzum
Ne karısı vardır, ne de çocuğu,
Ölürse geride kalmayacaktır,
Ne dulu, ne öksüz bir yavrucuğu.

Dere tepe aşarak, ovalardan geçerek
Askerler uzaklara, savaşmaya gittiler.
Dinlediler uğursuz top gürültülerini,
Cevap verdi bir ara içlerinden genç bir er:

Ne mutlu sizlere ey ihtiyarlar,
Yetmez mi güldünüz, kederlendiniz,
Başlangıçta bile değiliz henüz
Aşkın tan vaktinde ölüyoruz biz.


Jösef Erdelyi
Çeviren: Sami N. Özerdim

20 Şubat 2014 Perşembe

Hangi Zorunlu İşi Yapar

Hangi zorunlu işi yapar
cehennemdeki Hitler?

Duvarları ya da kadavraları mı boyar?
Ölülerin gazlarını mı koklar yoksa?

Onca yakılmış çocuğun külleriyle mi
beslerler yoksa O’nu?

Ya da ölümünden beri huni huni
kanla mı beslediler O’nu?

Ya da çakıyorlar mı ağzına
başkalarından çekilmiş altın dişleri?


Pablo Neruda
Sorular Kitabı

Yalnız

Küçük odada üç kişi vardık;
Ben, geceyarısı bir de sessizlik.
Üçümüz de candan arkadaştık.
Kurt yemiş, aşınmış, köhne odamda
Üst katta, bir tavan arasındaydık,
Ben, geceyarısı bir de sessizlik.

Çabucak ayrıldı geceyarısı,
Yavaşça, geldiği gibi çekildi.
Biz ikimiz kaldık, iki yakın dost.
Sevinçle kederle, ben ve sessizlik.

Sessizlik, hafif bir kadın örneği,
Dizime oturdu ve beni sardı
Öpüşü kanımı dondurdu sanki
Vücudumu baştanbaşa ürpertti.
Bağırarak ağlamaya başladım.

Arkamda çatlayıp gıcırdadılar
Köhnemiş eşya.
Ve tembel sessizlik kahkahalarla
Çekildi gitti...
Tavan arasında kaldım yapayalnız.


Sandor Forbath
Çeviren: Sami N. Özerdim

19 Şubat 2014 Çarşamba

Hapishaneler

Fakat, sen,
ey sokaktaki Portekizli,
aramızda konuşalım,
kimse işitmez bizi burada,
bilir misin nerededir
Álvaro Cunhal?
Hisseder misin
o cesur Militãos’un
yokluğunu?
Portekizli kız,
Dans edersin
Lizbon’un
gül kızılı sokaklarını dolanarak,
fakat bilir misin
Bento Gonçalves nerede düştü,
o en saf Portekizli,
denizinin ve kıyılarının ünü?
Bilir misin
İsla de la Sal adında
bir ada
olduğunu
ve Tarraffal’a
gölgeleri attıklarını?
Evet, biliyorsun, ey kız,
evet, biliyorsun, ey delikanlı!
Sessizlikte
dolaşıyor söylenti, yalnızca
Portekiz’de değil, ama bütün dünyada.
Evet, biliyoruz,
uzak ülkelerin halkları olarak,
biliyoruz mezar gibi delinmez
ya da mezarlık yarasalarının tunikleri gibi
bir taşın nasıl otuz yıldır
boğduğunu hüzünlü çığlığını senin, ey Portekiz,
işkencenin damlalarıyla
lekeliyor şirinliğini
ve koruyor gölgeden kubbelerini.


Pablo Neruda
"Üzümler ve Rüzgar"dan
1954


Not:
Álvaro Cunhal: Portekiz Komünist Partisi Başkanı’ydı. 1961 yılında hapishaneden kaçtıktan sonra, Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa ülkelerinde sürgün olarak yaşadı. Marcello Caetano’ya karşı Nisan 1974’de yapılan darbeden sonra ülkesine dönmüştü.

Militãos: Portekizli bir devrimci.

Bento Gonçalves: Portekizli bir devrimci.

İsla de la Sal: Kap Verde’de bulunan adalardan biri. Portekiz’de diktatörlük döneminde tutukluları sürdükleri bir yerdi.

Tarrafal: İsla de la Sal adasındaki toplama kampının adı.

Bir Şeyin Belirmesini Bekliyorum

Ve yürüdükleri zaman kanatlarının gürültüsünü duydum.
Hezekiel 24


Melekler kederli. Görmez misin ellerindeki kılıcı?
Şimşekler salarken onlar ışığın içine
uçarlar ışıltılı kara lekeleri üzerinden güneşin,
ve güneş açılıverir önlerinde, çünkü onlar ellerinde kılıçla
uçmaktalar.
Melekler kaparlar zavallı gözlerini ve bağırırlar yukardaki
ışınlara
"Ulu tanrı! Ulu tanrı! ulu tanrı!"
Ve ışınlar meleklerin önünde kalkarlar şaha.- Öyle ya.
Ve güneşle ay küçük köpekler gibi büzülürler yanında onların.
Ve yıldızlar dağılırlar çil yavrusu gibi
ve aşırı bir alçak gönüllükle patlayıp o saat sönüverirler.

Gene de bu melekler ne kadar kederliler. Geçtiler kemiklerin
içinden kemik tarlası üzerinde uçarlarken.
Ve bu kemikler de kederliydiler, sularda boğulmuşlar, ateşte
yakılmışlardı bu kemikler,
o kadar yanmışlardı ki bir beyazlık kalmıştı tarlalarda kala kala.
Kemik tarlası üzerinde, diyorum. Orada bile yankı yaptı
meleklerin çığlığı
Karşılık vermediler miydi tarladaki bu kemikler de "ulu tanrı!
Ulu tanrı! Ulu tanrı!" diye onlara. Öyle ya.
Oysa sular boğmamış mıydı bu kemikleri, ateş yakmamış mıydı
bu kemikleri?
Çürük evlerinde bıraktıkları çocukları tütüyordu gözlerinde bu
kemiklerin gene de.

Ah! Düşünce o kadar büyük mü gerçekten, söyle bana
Vladimir İliç, o kadar büyük mü gerçekten?
Geçecek kadar hayatın ve ölümün üzerinden, kemiklerin içinden
geçecek kadar,
ve hiç var olmayan bir şey kalacak kadar iliklerde?
Söyle bana, madem tanrı üç kere ulu, öyleyse uludur onun adı,
bütün varlıklar üzgünken bile, kederliyken bile, bunu iliklerinde
duyar,
dahası var, en acı umutsuzluklar içinde öfkeliyken bile
iliklerinde duyar bunu,
düşünmesi bile insanı ürpertir ama sen gene de söyle bana,
böyle içten bağlılığı varlıklara kim öğreten?
Ah! Yumuşacık bir yürek var sende ve de korkunç bir yürek,
söyle öyleyse, Düşünce nedir biliyordun sen çünkü,
biliyordun, Düşünce kan dökücü, Düşünce iyilik, ama iyiliği
istediği için kan dökücü,
insanoğlunun ilk günahıyla lekelerini yenen güneş gibi
savaşmak zorunda olduğu için kan dökücü,
karanlıklar taşıyan her çağın içine sinmiş kötülüklerle savaşmak
zorunda olduğu için kan dökücü.
Sen ki o kadar iyisin, cezalandırdın gene de - oysa iyilik isteği de
dağlar gibi büyüktü sende,
ve işte öylesine büyük oldu, dağın tepesine çöken bulut gibi
öylesine büyük senin alnına inen keder ve karanlık.
Ey Vladimir İliç, yardım edebilir misin insanoğluna? Boşuna
bunu sana sormam.
Karanlık daha karanlık olur yeni bir çağın eşiğinde, geceler daha
derin.
Ben bu dünyanın vadilerinde hiçbir karşılık duymam.
Boşuna otururum burada ve beklerim görünmesini bir şeyin ne
zamandır, ama hiçbir şey kıpırdamaz.
Sadece resmin başını eğer ve kederli gözlerin bir şeyler söylemek
ister arada bir.
Bir de senin dev gibi eserin.


Milan Füst
Çeviren: A. Kadir - Mahir Şaul

18 Şubat 2014 Salı

Harf

İşte böyleydi. İşte böyle olmalı. O kireçli
dağlarda ve dumanın
kıyılarında, işliklerde,
bir ileti yazılmış duvarlara
ve halk, sadece halk, görebilir onu.
Onun berrak harfleri terden
ve yalnızlıktan oluştu. Yazılmış duruyor.
Sendin yoğuran onları, halk, yolunda
ve kalkıyorlar ayağa gece boyunca
alazlanan, kasvetli ateşi gibi şafağın.
Halk, gir günün sahillerine.
Birleşmiş bir ordu gibi yürü,
ve adımlarınla inlet toprağı
ve aynı çınlayan özdeşliğinle.
Kavgada terle bir olasın,
tozla kaynayan kanıyla
yollarda biçilmiş halkın.

Bu berraklığın üstüne doğacaklar,
çiftçi evleri, şehir, madenler,
ve filizlenen toprak gibi
bu dayanıklı birliğin üzerinde
yaratan değişmezlik kalacak, hayatlarınız
için yeni bir şehrin tohumu.
Eziyet görmüşün ışığı lonca, anayurt
yoğrulmuş metalürjik ellerle,
düzen balıklardan kaynaklanıyor
denizden bir dal gibi, çiçeklenen
duvarcı loncalarıyla silahlandı duvarlar,
tahılın okullarıyla, insandan doğruldu
fabrikalar için kereste.
Geri dönüyor barış sürgünden, bölüşülmüş
ekmek, şafak, o topraksı sevdanın
sihirli gücü, inşa edilmiş
gezegenin dört rüzgârı üzerinde.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan

Geceye Açılmış Pencere

Kara bir karga gibi bu gece
Kara bir karga gibi bu gece
Nerde kaldı dikişçi küçük kız
Nerde sabahların horozu

Öt horozcuk öt artık
Bitsin sessizliğin korkusu
Bitsin sessizliğin korkusu
Nerde kaldı dikişçi küçük kız
Nerde uçuşuyor kısa etekleri

Kara bir karga gibi bu gece
Kara bir karga gibi bu gece
Nerelere gideyim nerelere
Seni bulmak için sabahtan önce

Kara bir karga gibi gece.


Lajos Kassak
Çeviren: Adalet Cimcoz

17 Şubat 2014 Pazartesi

Yine De Gülümseyerek

Ne sağnaklar görmüşüz, yarılan gökyüzünden alnımız yıldırımlarla ağmış,
ne rüzgarlar çınlamış bağrımızda, coşkusundan kırılmış kaburgamız,
dişlenip kayaları ne ateşler yakmışız, aşmışız ne zifiri uçurumlar,
yine de ürkütmeden öpmüşüz bir ceylanı gözlerinin yaşından
incitmeden tutmuşuz ağzımızda yorulan kelebeği;
şimdi asmalardan korukların tadı silinmiş,
sesimizde sendeleyen bir keder,
uykusuzluk serin serin sızıyor acıyan tenimizden;
ziyanı yok, nasıl olsa gönlümüzde aşkın yeri çok derin.

Ne azgın canavarlar üstüne yürümüşüz bir demet çiçek için,
neyimiz var neyimiz yok vermişiz bir narin dilek için,
yıllarını taş duvara örmüşüz ömrümüzün bir hırçın yürek için;
şimdi çevremizde yosunlaşmış sessizlik,
yabanıyız gittiğimiz her şehrin, çiğdemsiz, kükremesiz,
kimsecikler sezmiyor boynumuzdan didişen örümceğin zehrini;
ziyanı yok, nasıl olsa nabzımızda durulanır iksiri.
Ne güzel sevmişiz, ağzımızda mavi bir tat kekremiş,
ne sızılar sarmışız yumuşacık öpüşlerin çığlığını kuşanıp,
şafaklar tutuşkunu şarkılar yuvalanıp ne mintanlar yırtmışız,
şimdi usulcacık ürpersek kara gece uykumuz kaçacak kadar delik
üstümüz çimensiz tepeler gibi bereketsiz, örtüsüz, serin;
ziyanı yok, nasıl olsa gönlümüzün çayırları ipekten, bakışımız lekesiz.

Ne masalar düzmüşüz kıvrımları gümüş, kakmaları sedeften,
ne milyonlar yanından başeğmeden geçmişiz, huyumuz değişmemiş,
hayatımız günbegün çarpışarak yaşanılan sırların ürünüdür;
şimdi kar altında avcumuz, avurdumuz ilaçsız,
ıssızlaşmış sabahlar, yoksunluk arsızlaşmış,
kaçışır yolumuzdan gölgesini de alıp o şaklabanlar inildesek açlıktan;
ziyanı yok, nasıl olsa gönlümüzün dağı taşı altından.

Ne devlerle dalaşmış kanımızı göstermeden silmişiz.
ne kudurgan günlerde elimizi dost eline titremeden vermişiz,
bir ömür seğirtmişiz bir nefes beklemeden;
şimdi nice anışların dudağı üşüyen bir çocuk kadar uçuk,
nicesi elsıkışların sahtekar çıkmış.

- Bizi eşkiyalar soymamış abi
muhabbet yıkmış!



Nihat Behram

Bir Çember İçinde

İşte yetmiş iki yaşındayım
Yazgısını düşünün ki bir taşra delikanlısının
Silkinip şöyle bir, çıkmıştı dünyaya.
Görünen ve görünmeyen olguların
Bulmak ve kavramak için uyumunu.
Çünkü her şey bir tuhaf geliyordu ona.

Yürüyerek, yaylıda, trende ya da
Gidiyordum amaca doğru.
Bilmiyordum kendim de
Onun ne olduğunu.
Karşıma çıkan her şeyi
Yığıyordum omzumdaki torbaya:
Göğü ve toprağı, hışırtısını rüzgarın
Şiir dizelerini, açlıktan bayılmaları,
Bakışlarındaki parıltıyı sevdiğim kadınların.

Ve işte yetmiş iki yaşındayım.
Nasıldıysam öyleyim şimdi de.
Hiç bir şey doyundurmuyor beni
Her şey bir tuhaf yine.
Demek bitmemiş daha göreceklerim
Fakat sıçramıyorum artık şuraya buraya
Bir karış dışarda dilim.
Oturmuşum kapalı pencerenin arkasına
Biraz yorgun hissediyorum kendimi;
Ve sigara içerek üst üste
Bir kız anımsıyorum çocukluğumdan
Yabani erik ağacının altına oturmuş
Mavi çiçekler işleyen
Beyaz ketenden masa örtüsüne.


Lajos Kassak
Çeviren: Ataol Behramoğlu

16 Şubat 2014 Pazar

Yenilgi

Ah susuşu o saf yüreğin
ah, acısı acemi çocukluğun
düş kırıklığı, coşkudaki bozgun

Ah yenilginin yorgun kısrağı
kendi içini kavuran kızgın ateş
bekleyişe bağlanan umut, tasası haykırışın

Ah, ardı ardına kenetlenen ölüm
ah, hıncı sabırla bezeyen sır
yazmadaki sırması ağlayışın, tırnaklara oturan kan

Sanki delirmenin eşiğindeyim
boş bomboş gözlerine gömülmüşüm bir köpeğin
mısırların süt taneleri, kestanelerin
bademlerin daha olgunlaşmamış
suyla susuzluk arası kayganlığında
aranıp duruyorum kendimi

Ey yangınlarda patlamaya hazırlanan merak
ey içimi ekşi sularla çalkalayan baş dönmesi
ıssız ıpıssız boşluğu aysız gecenin
ölümle yaşamak arasındaki şerit
naneler, kekikler, ebegümeçleri
ve şifalı bulutu kaynar kükürt deresinin
çekiyor altımdan nemli döşeğimi

Ah, yürekleri toprağa saplanan arkadaşlarım
ah, oğlakların, tayların, buzağıların
acı otlarla kararan damakları
(akşamları barut kokusuyla dönsem de odama,
sancısı: çaresiz seyrettiğim ölümün

Ah, bir kere daha kederliyim
ah, çılgın bir aşkın kollarında incelen bıçak
seni öperek bilemeliyim


Nihat Behram