Şiir, Sadece: 2014-04-06

12 Nisan 2014 Cumartesi

Geri Dönmek İstiyorum Güney’e

Veracruz’da hastayken, Güney’de bir gün
anımsadım, ülkemde, gökyüzünün suyunda
hızlı bir balık gibi gümüşten bir günü,
Loncohe, Lonquimay, Carahue, serpiştirilmişler
yukarıdan, sessizlik ve köklerle çevrilmişler,
oturuyorlar meşinden ve tahtadan tahtlarında.
Güney bir attır delgiyle batırılmış,
yavaş ağaçlarla ve çiyle taçlanmış,
kaldırdığında yeşil dudaklarını düşer damlalar,
kuyruğunun gölgesi ıslatır o büyük adalar denizini
ve büyür içinde o saygın kömür.

Söyle bana, sen gölge, söyle bana, elim,
ve söyle bana sen ayağım, kapı, kemik ve mücadele,
asla rahatsız etmeyecek misiniz ormanı, yolu, başağı,
sisi, soğuğu, senin her bir adımını kararlaştıran
o mavi şey, tüketilen sürekli?
Gökyüzü, bırak bir gün dolanayım yıldızdan yıldıza,
tepinen ışık ve barut, döken kanımı benim,
ta yağmurun meskenine ulaşana değin!
Dolanmak istiyorum
ağacın ardından ırmakla birlikte
Toltén, mis kokulu, gelmek istiyorum bıçkıhanelerden,
elektrik fındıktan gelen ışığın götürmesini istiyorum beni,
ineklerin dışkılarının yakınlarında yaymasını istiyorum beni,
ölmek ve yeniden doğmak, çiğneyerek yeryüzünün buğdayını.
Okyanus, getir bana
Güney’den bir günü, senin dalgalarına yapışmış bir günü,
ıslak ağaçtan bir günü, getir
kutup mavisi bir rüzgârı soğuk bayrağıma!


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı'dan
1941

Geri Dönüyor Sonbahar

Düşüyor çanlardan hüzünle giyimli bir gün
huzursuz bir dulun titreyen peçesi gibi,
bir renk bu, toprağa batmış
kiraz ağacından bir düş,
suyun ve kıyıların rengini değiştirmek için
durmaksızın gelen dumandan bir kuyruk bu.

Anlaşılıyor muyum bilmiyorum: gece
yaklaştığında yücelerden, yalnız şair
penceresinde işittiğinde dörtnaldaki adımları ve teperek
ezen korkunun yaprakları hışırdadığında damarlarında,
bir şey vardır gökyüzünde, şişman bir öküzün dili gibi,
gökyüzünün ve havanın belirsizliği gibi.

Yerine oturuyor şeyler yeniden,
olmazsa olmaz avukat, eller, zeytinyağı,
şişeler,
hayatın bütün izleri: yataklar, her şeyden önce,
kanlı bir sıvıyla dolu,
sırlarını kirli kulaklara teslim ediyor insanlar,
merdivenden iniyor katiller,
fakat bu değil, o eski dörtnaldır bu,
titreyen ve dayanan atıdır o eski sonbaharın.

O eski sonbaharın atı kızıl sakallıdır
ve korkunun köpüğü örter yanaklarını
ve onu izleyen hava bir deniz biçimdedir
ve kokar gömülmüş uçucu çürümeyle.

Güvercinlerin yeryüzü üzerinde paylaştırması gereken
kül grisi bir renk düşer her gün gökten
gözyaşları ve unutuş gibi örülmüş halatlar,
uzun yıllar çanlarda uyumuş gibi zaman,
her şey,
eski paçavra giysiler, karın geldiğini gören kadınlar,
ölmeden önce kimsenin göremeyeceği o siyah gelincikler,
her şey düşüyor yağmurun ortasında
kaldırdığım ellere.


Pablo Neruda
Yeryüzünde İkinci Konaklama'dan

İki Defa

Her şeyi iki defa buldum ben
Gökyüzünü, güneşi, yıldızları
Ve ne varsa baharla gelen

İlkin: gözlerimi açtığım an dünyaya
Sonra: yaşantıma girdiğin zaman sen

Ölümüm de iki defa olacak benim

Önce: Sen beni unuttuğun için
Sonra: ben artık senden vazgeçtiğim gün
İki defa öleceğim.

Ama bu öyle uzak öyle olumsuz ki
Gerçek ölüm geldiğinde belki
Bizi yine koyun koyuna bulacak
Ve uyandırmaya kıyamayacak.


Magli Elster
Çeviren: Ata Karatay

11 Nisan 2014 Cuma

Gezegenler Arası Öpüşleri Yasaklamak

Gezegenler arası öpüşleri yasaklamak
en iyi durum olmaz mıydı?

Niçin incelememeli bu tür şeyleri
donatmadan önce diğer gezegenleri?

Ve niçin uzay için
süslenmesin palazlar?

Aydaki atlar için
yapılmamış mıydı ki nallar?


Pablo Neruda
Sorular Kitabı

Baharda Bir Akşam

Bu gün hiç kalbime dokunma
Bahar alt üst etti beni
Tuzlu dalgalarla yakıyor her yanımı
Eski yenilgilerin öpüşleri

Yenilgiler, yitirişler
Erecek mi bir gün sona?
Yok, hayır bir şey söyleme!
Bahar anlatmakta bana.

Bak! açlıktan, susuzluktan
Öte istekler uyandı
Bu akşam kalbime dokunma
Bahar çok önce davrandı.


İnger Hagerup
Çeviren: Ata Karatay

10 Nisan 2014 Perşembe

Gómez

Gómez, Venezüella’nın bataklığı,
boğuluyor yavaşça yüzler
ve ruhlar çalılıklarında.
Geceleri düşüyor insanlar ona,
hızla hareket eden kollarla, koruyan
yüzünü korkunç darbeye karşı,
fakat bataklık yutuyor onu,
yeraltı bodrumlarına yutuluyor,
yollar boyunca çıkıyor sonra,
zincire vurulmuş, toprağı kazıyor
ölene dek, kötürüm edilmiş,
yitik, kaybedilmiş.


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı'dan

Dün Gece Ölümü Arzuladım

Ölümü arzuladım ölümü dün gece
Sonra birden korktum çünkü yalnızdım
Karanlık bir azgın ummandı çevremde.

Oysa gövdem bana fazla geliyordu
Günleri geceleri ne yapacaktım
Sen olmayınca?

Ölümü istedim ama öyle yakındı ki o
Kocaman gözleriyle bana bakıyordu her yönden
Ve kapkara urbalarını da giymişti törenlik
Korktum.


İnger Hagerup
Çeviren: Ata Karatay

9 Nisan 2014 Çarşamba

Góngoraik Yumuşakçalar

Kaliforniya’dan getirdim silisyumdan dikenleriyle
boynuzlu bir murexi, katılaşmış gülün
o dikenli giysisi örtülmüş dumanla,
ve içi bir gırtlak gibi gül kızılı, yanmış
etli bir taçyaprağının uysal karanlığıyla.

Bir tane de cyprea vardı bende, düştü lekeleri
üzerine kabuğun ve süsledi o saf kadifeyi
barutla ya da panterle yanmış yüzüklerle,
ve bir başkası taşıdı tas gibi o düz sırtında
ay ışığında dövme yapılmış ırmaklardan dalları budakları.

Ve daha da iyisi, yalnızca havayla
ve denizle taşınan sarmal salyangoz,
ey merdiven, ince zevkli scalaria,
ey şafağın kırılgan anıtı
bir yüzük gibi bilenmiş opal
çevreliyor kayarak şirinliğin arasından.

Açtım kumu ve soydum denizden
o katılaşmış istiridyenin kanayan mercanını,
içinde kendi boğulmuş hazinesinin
ışığını saklayan spondylus,
kızılın iğneleriyle ya da karın
saldırgan dişleriyle kuşatılmış bir sandık.

Kumda buldum o narin zeytin salyangozunu,
nemli gezgin, eflatun kızılı ayak,
şeklinde meyvenin ateşini
ölümsüzleştirdiği ıslak mücevher,
kristal cilalamıştı kendi deniz doğasını orada
ve güvercin eğmişti çıplaklığını.

Tritón salyangozu korudu
mesafeyi sesin mağarasında,
ve örülmüş kireçten binasında taçyapraklarından
kubbesiyle havaya kaldırdı denizi.

Ey rostellaria, delinmez çiçek
bir işaret olarak yükseltildin bir iğnede,
sen minyatür katedral, gül renkli mızrak,
ışığın kılıcı, suyun taş kalemi.

Fakat şafağın boyunda gösteriyor kendini
ışığın oğlu, aydan yaratılmış,
bir titreyişle yönetilen argonaut,
yoğrulmuş hamuru titreyen bir dokunuşla
köpükle, bir dalgayla giden
gemisinin yaseminden sarmalıyla.

Ve o zaman, saklanmış gelgitte,
o dut renkli denizin dolambaçlı ağzı
o muhteşem menekşe dudaklarıyla,
tridacna, bir şato gibi kapalı,
muazzam gülünün kendisini öpen
mavi ağaç gövdelerini yiyip bitirdiği yerde:
tuzdan manastır, kıpırtısız miras parçası
kaskatı bir dalgayı hapseden.

Fakat söylemeliyim, hemen hiç değinmeden,
ey Nautilus, senin kanatlı hanedanlığını,
o yuvarlak denkleminde gidiyorsun
kayıp giden sedeften geminle,
denizin çanlarının fildişiyle ve temiz çizgiyle
birlikte eridiği sarmal geometrin senin,
ve adalara doğru gitmeliyim ben, rüzgârda,
seninle birlikte gitmeliyim, sen yapının tanrısı.


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı'dan


Notlar:
Góngoraik: 1561-1625 yılları arasında yaşamış İspanyol barok şair Luis de Góngora’ya özgü anlamında kullanılan bir sıfat. İspanyolca yazan bütün çağdaş şairler tarafından Luis de Góngora’ya çok değer verilmiştir.
Silisyum: Atom sayısı 14, atom ağırlığı 28,09, yoğunluğu 2,34 olan, 1420 °C'de eriyen, endüstride geniş ölçüde kullanılan ve doğada oksijenden sonra en bol bulunan element (simgesi Si).
Murex: Mor midye. Antik çağda mor boya elde etmek için kullanılmış kabuklu deniz canlısı.
Cyprea: Bir deniz kabuğu cinsi.
Scalaria: Koni salyangoz.
Opal: Panzehir taşı. Silisin hidratlı ve jelatinli bütün türlerini kapsayan değerli bir mineral.
Spondylus: Dikenli taş istiridyesi.
Tritón: Borazan salyangoz.
Rostellaria: Deniz salyangozu.
Argonaut: Mürekkep balığı.
Tridacna: Dev midye.
Nautilus: Kafadanbacaklılar (Sefalopodlar; Cephalopoda) sınıfına dahil bir deniz canlısı cinsi. Kabuk taşımayan yegane yumuşakçalardandır. Salyangozlarınkine benzeyen kabuğu, septumlar ile odacıklara ayrılmıştır. Hayvan büyüdükçe yeni bir odacık oluşturulur ve canlı daima en son oluşturulan odacık içerisinde bulunur.

Umut

Şimdi mucize zamanı yeryüzünde,
Şimdi umut hükmeden.

Bakın - tüm canlı şeyler arasından
Umut akıp giden:
Yeşeren otlar, kabaran tomurcuklar,
Kollarında çiçekler taşıyan genç kızlar
Ve çocukların gözlerine gülümseyen analar
Baştan başa umut!

Ama mutluluk içinden
Yükselen bir keder çığlığı, bir acı inilti,
Ve bir yaşamın yargılanıp hüküm giyişi
İşte umutsuzluk.
Seven, düşler kuran, kendisi için savaşan
Fakat şimdi sadece sonsuz bir yankı olan insan
İşte umutsuzluk.

Daha demin yaşama pırıl pırıl gülen
Yüreği umutla dolu genç anne
Artık çaresiz.
Taşıyor içinde gitgide büyüyen
Bir korkunun ağırlığını.

Ey ordaki yaşam -
Yaprakları, kuş cıvıltıları, güneşi ve kahkahalarıyla -
Her şey kötü ve anlamsız kalmıyor mu
Yanımızda duran sevdiklerimizin
Göz yummaları üzerine
Umudun öldürülmesine?

Oysa yaşamın ışınları içinde yürüyen bizler
Bütün ışıkları
Karanlığa ve ölüme karşı çevirebiliriz
Bu güç var bizde.

Neden öyleyse
Biz de söylemeyelim evrenin oluşundaki yaratıcı sözü
En yalnız, en zayıf olanımız bile
Diyebilir bunu:
Işık ve umut olsun!

Çünkü her birimiz
Kendimizce ışığa bağışta bulunabilir,
Yeryüzünde ilkbahar zaferinin
Ve umudun bir parçası olabiliriz!


Nordahl Grieg
Çeviren: Ata Karatay

8 Nisan 2014 Salı

Gonzáles Carbalho’ya

Yutarken gece gölgesini ve insan seslerini,
çizgi çizgi, düşer toprağa,
işitiriz büyüyen sessizlikte, ötesinde yaşayanların,
Gonzáles Carbalho ırmağının çağıltısını,
derinliği ve sonsuz suyu
sanılır ki ağacın ya da zamanın gelişimi gibi kımıltısızdır.

Bu büyük ırmak şiirler eşlik ediyor dünyanın sessizliğine
ahenkli ciddiyetle, ve dünyanın gürültüsü ortasında
kulak verecek ona, o (tıpkı yolunu kaybetmiş kaşifler gibi
ormanda ya da yaylalarda yapıyor onu)
dayıyor kulağını
toprağa: ve henüz ortasında caddenin
adımların gürültüsü arasında işitecek bu şiirin
yükseldiğini:
toprağın ve suyun derin sesleri.

O zaman, şehrin ve sıkışıklığının altında, altında lambaların
kızıl tunikler içinde, mısırın büyüdüğü,
delip geçen bütün enlemi: şarkı söyleyen bu ırmak.

Bütün bu ırmak yatağı üzerinde: şafağın ürkütülmüş
kuşları, uzayı bölen gırtlağı akşam kızıllığının,
erguvan kırmızısı yapraklar inen yere.

Yalnızlığın içine bakmaya cesaret eden bütün insanlar:
vuranlar o terk edilmiş ipe, bütün
sonsuzca temiz olanlar, ve gemilerden işitmişler
tuzun, yalnızlığın ve gecenin birlikte eridiğini,
gecesel ilkbaharın billurundan ve Gonzáles Carbalho korosunun
güçlü yükseldiğini duyacaklar.
Anımsıyor musunuz başka birini? Aquitanya’nın prensini:
kaybetmiş kulesini yerine koydu ilk saatinde gözyaşlarının köşesinde
bin yaşındaki insanın boşaltması gibi kadehleri.
Ve yalnızca bilmeliydi, yüzleri görmeyen,
galip ya da bozguna uğramış:
dokun ötedeki bütün caddelere, o karanlığa,
ötesinde anın, ve bırak devam edelim birlikte.

O zaman görülmüştü o mütevazi hayatın mavi mürekkepten
düzensiz haritası: ırmak, şarkı söyleyen suların ırmağı
umuttan yaratılmış, batmış olan üzünçten,
kaygısız sudan yükselen utkuya doğru.

Biraderim yarattı bu ırmağı:
onun yükselmiş ve yeraltı şarkısından yükseldi
sessizlikle ıpıslak bu ciddi ton.
Şeyleri çevreleyen bu ırmaktır kardeşim.

Nerede olursanız olun, geceleri, gündüzleri, yollarda,
çayırlıkların uykusuz trenlerinde,
ya da nemli gülünün yakınında o soğuk şafağın,
ya da hemen hemen,
ortasında giysiler arasında, sıyırarak
kafa karışıklığını,
atın kendinizi toprağa, ki yakalasın yüzünüz
bu güçlü darbesini gizli, kuşatan suyun.

Birader, sen yeryüzünün en büyük ırmağısın:
dünyanın arkasında ciddi ırmaktan sesin duyulur,
ve nemlendirir göğsündeki ellerimi,
asla kesilmeyecek bir varsıllığa olan inanç,
yükselmiş gözyaşlarının berraklığına olan inanç,
insanın saldırılmış sonsuzluğuna olan inanç.


Pablo Neruda
Şarkının Irmakları
Evrensel Şarkı

17 Mayıs 1940

Tören bayrak direği bugün çıplak, boş
Eidsvoll'un yeşeren ağaçları arasında
Ama hiçbir çağda şu andaki kadar
Özgürlüğün ne demek olduğunu bilmemiştik.
Şimdi bütün memleket üzerinde bir şarkı
Kendi dilince zafere seslenir
Kapalı dudaklarla bir düşünce fısıltısı
Yabancı boyunduruğu altında.

İçimizde yer etmiş bir inanç
Özgürlük ve yaşam ayrılmaz diyor
Öylesine gerekli ki bu
İnsanca nefes alış için.
Bu yüzden boğucu korkusunu köleliğin
Şimdi ta ciğerlerimizde duyuyoruz
Batık bir denizaltıda kalmışçasına
Ve böyle ölümü istemiyoruz.

Yanan şehirlerden daha kötü
Kimsenin görmediği bu savaş
Yayılıyor bir zehirli örtü gibi
Çayırlar, karlar, ağaçlar üzerine.

Dehşetin ve alçaklığın pisliği
Sanki veba döküntüsü yuvamızda
Ama düşlediğimiz dünya bambaşka
Özlediğimiz, unutamadığımız ...


Nordahl Grieg
Çeviren: Ata Karatay


Not: Norveç'in "Anayasa ve Özgürlük Bayramı" günü

7 Nisan 2014 Pazartesi

Gonzáles Videla - Şili’nin Haini

O çok eski sıradağlardan çıktı cellatlar
kemikler gibi, felaketlerin şeceresinin
dikelmiş sırtındaki Amerikan
dikenleri gibi: alındılar,
eklendiler halk yığınlarının sefaletine.
Her gün kirletti kan onların saçaklarını.
Geldiler kemikleri çıkmış canavarlar gibi
siyah balçığımızdan oluşan sıradağlardan.

Yırtıcı kertenkelelerdi onlar, buzdan küçük krallar,
yenilerde geldiler kadim mağaralardan ve yenilgiden.
İşte böyle keşfedildi Gómez, elli yıldır
kanımızın lekelediği yollardaki çene kemiği.

Ve gölgeledi dünyayı canavar kaburga kemikleriyle
idamlardan sonra burarken bıyıklarını
çay ikram eden
Amerikan Elçisi’nin yanında.

Acımasızdı canavarlar, fakat çökmüş sayılmazlardı.
Bugün
gülüyor ışığın saflığa saklandığı o küçük ülkede,
Araukanya’nın karla kaplı, ak memleketi,
çürük bir tahtta oturan bir hain.

Anayurdumda hüküm sürüyor yozlaşma.

Gonzáles Videla sattığı ülkemin üzerine
dışkıyla ve kanla dolu kürkünü
silkeleyen bir sıçandır. Her gün
karıştırıyor ceplerindeki çalıntı parayı
ve düşünüp duruyor yarın ülkeyi mi satsam
yoksa kanı mı diye.

İhanet etti her şeye.

Bir sıçan gibi kıvrıldı halkın omuzlarında,
ve oradan kıvırdı aç gözlü kuyruğunu,
ülkemin kutsal bayrağını kemirdi,
ve toprak sahibine, yabancıya, Şili’nin yeraltına
hüküm sürene şöyle söyledi: “İstediğiniz kadar
emin kanı, ölüm cezasının idarecisiyim ben”.

Hüzünlü palyaço, sefil karışımı
maymunla sıçanın, ki taratır
altın briyantinle kuyruğunu Wall Street’te,
sen ağaçtan düşmeden ve sokak köşelerinde
üzerine basmamak için herkesin dikkat ettiği
pislik olduğun bilinmeden geçmemeli günler!

İşte böyle oldu. İhanet Şili’nin Hükümeti oldu.
Ve bir hain bıraktı adını bizim tarihimize.
Kurukafanın dişlerini bayraklar gibi dalgalandırdı hain
ve sattı biraderimi,
zehir verdi benim anayurduma,
Pisagua’yı kurdu, söktü aldı yıldızımızı,
tükürdü benzersiz bayrağın renklerine.

Gabriel Gonzáles Videla. Duruyor adı burada,
Ve zaman sildiğinde utancı
ve ülkem temizlediği zaman
buğdayla ve karla aydınlanmış yüzünü,
yeşil bir alaz gibi bu dizelerde bıraktığım
mirası arayacaklar burada onlar,
halkım tarafından geri çevrilen, ölüm kalım savaşının
kadehini getiren hainin adına rastlayacaklar.

Halkım, halkım, kaldır havaya kaderini!
Dağıt hapishaneni, yık seni içeri tıkan duvarları!
Saraydan emir yağdıran sinsi sıçanı
ez ayakların altında: şafağın ışığında kaldır mızraklarını
ve bırak parlasın en yukarısında göğün hiddetle alazlanmış
Amerika’nın yolları boyunca parıldayan yıldızın.


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı'dan
Sonsöz - 1949

Koşucular

OWENS, zenci koşucu, fırladı en önde
üstün ırkın atletleri, geride kaldılar tek tek

Sarışın başlarla silme dolu stadyum şaşkın
Ve Führer'in öfke dalga dalga yüzünde.
Ama hemen tesellisi bulunuyor yenilginin:
Nasıl olsa yine,
Kurtarmak için hayatlarını kaçışırken,
Kadın erkek binlerce yahudinin
Koşup sokaklarda arkasından yetişmek mümkün!


Nordahl Grieg
Çeviren: Ata Karatay