Şiir, Sadece: 2014-05-18

24 Mayıs 2014 Cumartesi

Evrenin Işığıyla Oynuyorsun

Evrenin ışığıyla oynuyorsun her gün.
Sen, çiçeğe ve suya gelen minicik konuk.
Her gün bir salkım gibi ellerim arasında
ezdiğim o beyaz küçük baştan daha fazlasın sen.

Benzemezsin kimseye verdim vereli sana gönlümü.
Bırak yatırayım seni sarı soluk çelenklerin arasına.
Güneyin yıldızları arasında kim yazıyor adını dumandan harflerle?
Ah, bırak anımsayayım seni, olduğun gibi, daha oluşmadan önce sen!

Birden uğulduyor rüzgâr ve çarpıyor kapalı pencereme.
Gökyüzü karanlık balıklarla dolan bir ağ gibi.
Geliyor buraya bütün rüzgârlar ve kırbaçlıyor, evet, hepsi.
Soyunuyor yağmur.

Kaçışarak geçiyor kuşlar.
Rüzgâr. Rüzgâr.
İnsanın gücüne karşı savaşabilirim sadece.
Fırtına fırıl fırıl döndürüyor kasvetli yaprakları
ve çözüyor dün akşam gökte demir atan bütün kayıkları.

Buradasın. Ah! Kaçmıyorsun sen.
En son çığlığa kadar yanıtlıyorsun beni.
Kıvrıl yanımda, korkuyormuşsun gibi.
Gene de bazen gözlerin arasında bir yabancı gölge geçiyor.

Şimdi, küçüğüm benim, getiriyorsun şimdi de bana hanımellerini,
ve senin göğsün bile dolmuş kokuyla.
Üzünçlü rüzgâr dörtnal koşarken ve öldürürken kelebeği,
seviyorum seni, ve erik ağzında ısırıyor neşem.

Ne kadar da ıstırap verdi alışman bana,
benim yalnız, yabanıl ruhuma, herkesi korkutan adıma.
Ne çok baktık sabah yıldızının yanışına, öperken birbirimizin gözlerini,
ve üstümüzdeki alacakaranlık açarken dönen yelpazelerde.
Sözcüklerim düştü sana okşayışlardan bir yağmur gibi.
Haylidir seviyorum senin güneşte yanmış sedef bedenini.
Her şeyin hükümranı olduğunu bile düşünüyorum.
Dağların neşeli çiçeklerini getireceğim sana, tırmanan zambakları,
karanlık yemişlerini, ve öpüşlerle dolu orman sepetlerini.

Seninle, yapmak istiyorum
ilkbaharın bir kiraz ağacıyla yaptığını.


Pablo Neruda
Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı

Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Ey Güzel

Ey güzel,
kaynağın serin taşı gibi
açıyor su
köpükten geniş yıldırım ışıltısını,
işte böyle yüzündeki gülüş,
ey güzel.

Ey güzel,
narin ellerle ve ince ayaklarla
gümüşten bir tay gibi,
gidiyorsun, ey dünyanın çiçeği,
işte böyle görüyorum seni,
ey güzel.

Ey güzel,
örülmüş bakırdan bir yuva
başında, yüreğimin yandığı ve dinlendiği
esmer balın rengini
taşıyan bir yuva,
ey güzel.

Ey güzel,
gözlerini barındıramaz yüzün,
gözlerini barındıramaz yeryüzü.
Ülkeler var, ırmaklar var
gözlerinde,
memleketim var gözlerinde
vuruyorum kendimi onlara,
dünyaya ışık veriyorlar,
nereye gidersem gideyim,
ey güzel.

Ey güzel,
memelerin iki ekmek gibidir, yapılmış
mısırlı topraktan ve altın bir aydan,
ey güzel.

Ey güzel,
belin
yarattı kolumu bir ırmak gibi,
bin yıldır akarken şirin bedenin üzerinden,
ey güzel.

Ey güzel,
kalçaların gibisi yoktur,
belki sahibidir toprak
şu ya da bu gizli yerinde
bedeninin kıvrımlarına ve rayihasına,
belki şu ya da bu yerde,
ey güzel.

Ey güzel, güzelim,
sesin, derin, tırnakların,
ey güzel, güzelim,
varlığın, ışığın, gölgen,
ey güzel,
hepsi benim, ey güzel,
hepsi benim, kendimin,
giderken sen ya da dinlenirken,
şakırken sen ya da uyurken,
her zaman,
yakındayken sen ya da uzaktayken,
her zaman,
benimsin, güzelim,
her zaman.


Pablo Neruda
Kaptanın Dizeleri

23 Mayıs 2014 Cuma

Fakat Bir Konuk Buldular Evde

Fakat bir konuk buldular evde,
ya da yeni gözlerle gelmişlerdi (ya da önce kördüler)
ya da fırlayan dallar çizdi onların göz kapaklarını
ya da yeni durumlar egemenleşti Amerikan toprağında.
Seninle birlikte savaşan dirençli ve güleç
zencilere bak bir kez:
Yanan bir haç dikmişler
mahallelerinin önüne,
beyaz adam astı kan kardeşini ve yaktı sonra:
asker yapmıştı onu, ama bugün
esirgeniyor zenciden oy ve karar verme hakkı: geceleri
toplanıyor haç ve kırbaçla
kimliğini gizleyen cellatlar.
(Başka bir anlatım
duyuldu okyanusun ötesindeki bu mücadeleden) .
Beklenmeyen bir konuk
yaşlı, korkunç ve sarıp sarmalayan,
kemirilmiş bir ahtapot gibi,
gelip kuruldu senin evine, ey küçük asker;
Berlin’de üretilen eski zehrini
kusuyor şimdilerde basın.
Gazeteler (Times, News Week, vs) dönüştüler
sarı ihbar gazetelerine: Nazilere
sevgi şarkıları dizen Hearst gülümsüyor
ve sivriltiyor pençelerini, ki böylelikle yeniden
düşesin resiflere ya da steplere
ve savaşasın rahatsızlık veren bu konuk için.
Sana bir rahat yok bunlardan: satmak isteyeceklerdir
daha çok çelik ve mermiyi, daha çok barut üretip
satacaklardır anında, yeni silahlar
gün yüzünü görmeden ve diğer ellere düşmeden.
Her yerde artırıyor falanjları
senin evine kendilerini efendi atayanların,
seviyorlar onlar karanlık İspanya’yı
ve sunuyorlar bir fincan kanı
(asıldı bir, yüz) : Marshall kokteyli.
Genç kan alın: Çin’den çiftçileri,
İspanya’dan tutsakları,
Küba’nın şeker tarlalarından kanı ve teri,
Şili’nin kömür ve bakır madenlerinden
gözyaşlarını alın kadınların;
sonra karıştırın bunu
copla vurur gibi bir enerjiyle,
ve unutmayın buz parçalarını ve bir kaç damlasını
“İsevi kültürünü koruyalım” şarkısının.
Acı bir karışım mı oldu?
Bunu içmeye alışacaksın, küçük asker.
Nerede olursan ol dünyada, ay ışığında
ya da lüks bir otelde sabahleyin,
kuvvetlendiren ve ferahlatan bu içeceği ısmarla yalnızca
ve Washington’un resmiyle süslenmiş olan
güzelim bir banknotla öde.

Şefkatin dünyadaki son babası Charlie Chaplin’in
kaçmak zorunda olduğunu da öğrendin
ve yazarlar (Howard Fast ve diğerleri)
ve senin ülkenin
bilginleri ve sanatçıları
“Amerika karşıtı” düşüncelerden ötürü
kabul etmeliydi yargılanmayı
savaş sayesinde zengin olan
zücaciyecilerden oluşan bir mahkemede.
Dünyanın en ücra köşelerine yayıldı korku.
Korkarak okuyor teyzem bu haberleri,
ve dünyanın bütün gözleri dikmiş bakışlarını
utancın ve intikamın mahkemelerine.
Kanla lekeli Babbitts’in kurduğu mahkemeler bunlar,
köle tacirlerinin, Lincoln’un katillerinin kurduğu,
yeni oluşturulan engizisyonlar bunlar,
(o zamanlarda da korkunç ve anlamsız olan)
inanç için değil bu,
fakat kerhanelerde ve bankalarda
kumar masalarında şıngırdayan altın içindi,
ve kimse yargılayamazdı altını.

Moriñigo, Trujillo, Gonzáles Videla, Somoza
ve Dutra buldular birbirlerini Bogotá’da ve alkışladılar.
Sen tanımıyorsun onları, genç Amerikalı: onlar
bizim göklerimizdeki karanlık vampirlerdir, acıdır
kanatlarının gölgesi:
hapishaneler,
işkence, ölüm ve nefret: Petrol ve nitrat sahibi
Güney ülkelerinin
yumurtadan çıkan bir canavarlarıdır bunlar.
Geceleyin Şili’de, Lota’da,
ulaşır celladın emirleri maden işçisinin
sade ve rutubetli evine. Ağlayarak
uyanır çocuklar.
Binlercesi onların
tutuklanır ve düşünür:
Paraguay’da
saklar ormanın sık gölgesi
kemiklerini öldürülmüş bir yurtseverin,
çınlar bir kurşun yazın fosfor parıltısında.
Orada ölmüştür gerçek.
Neden müdahale etmiyor
Bay Vandenberg, Bay Armour, Bay Marshall,
Bay Hearst savunmak için Batı’yı
Santo Domingo’da?
Neden Nikaragua’nın Başkanı
geceleyin uyandırıldı, işkence edildi ona,
neden kaçtı sürgünde ölmek için?
(Orada muzlar savunulmalı, özgürlükler değil
bu yüzden Somoza’yla idare edilebilir) .
Büyük,
utku dolu düşünceler Yunanistan’da ve Çin’de
kirli halılar gibi kirlenmiş hükümetler için
bir örtü oldu.
Ah, zavallı asker!


Pablo Neruda
Que despierte el leñador
Canto General


Not:

William Randolph Hearst (1863-1951) tarihleri arasında yaşamış Amerikalı gazete patronudur. Orson Welles'in 1941 yapımı 'Citizen Kane' adlı filmine konu olmuştur.

22 Mayıs 2014 Perşembe

Fark Ettin mi Güzün

Fark ettin mi güzün
sarı bir ineğe benzediğini?

Ve sonra nasıl da benzer
güz hayvanı kara bir iskelete?

Ve nasıl toplar kış
onca kat maviyi?

Ve kim sordu ilkbahara
saydamlıktan krallığını?


Pablo Neruda
Sorular Kitabı

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Federico García Lorca’ya Ağıt

Korkudan ağlayabilseydim ıssız bir evde,
söküp yiyebilseydim gözlerimi,
sesinin hüzünlü portakal ağacı için yapardım bunu,
ve çığlıklarda yükselen şiirin için.

Değil mi ki senden ötürü boyuyorlar maviye hastaneleri
ve okulları ve kıyılarda büyüyen varoşları,
ve yaralı melekler süslüyor seni tüyle,
ve düğün balıkları örtüyor seni pulla,
ve kirpiler yükseliyor havaya:
kendi kara zarlarıyla dikimevleri
senden ötürü dolduruyorlar seni kaşıklarla ve kanla
ve yutuyorlar kırmızı kurdeleleri,
ve öpüyorlar birbirlerini ölesiye,
ve beyaz giyiniyorlar.

Bir şeftali gibi giyinmişsin uçarken,
pirinç tanesi gibisin güldüğünde,
damarlarını ve dişlerini titrettiğinde,
boğazın ve parmakların
şarkı söylemek için,
ölebilirim şirinliğin için,
ölebilirim sonbaharda düşmüş bir küheylan
ve kanla lekeli bir tanrıyla
ortasında yaşadığın o kızıl göller için,
ölebilirim su ve mezarlarla
kül grisi ırmaklar gibi akan
mezarlıklar için,
geceleri, boğulmuş çanların arasında:
birden mermer numaralarla ve çürümüş taçlarla
ve cenaze yağlarıyla
ırmaklardaki ölüme doğru kabaran
hasta askerlerle tıkış tıkış
yatakhaneler gibi tüten ırmaklar:
ölebilirim geceleri boğulmuş haçların
geçip gidişine bakabilmen için,
ayakta ve ağlayarak,
çünkü ağlıyorsun ölümün ırmağı kıyısında,
yaralı, terk edilmiş,
ağlayarak ağlıyorsun, gözlerin dolu
gözyaşlarıyla, gözyaşlarıyla, gözyaşlarıyla.

Yalnız ve kaybolmuş, geceleri
yığabilseydim unutuşu ve gölgeyi ve dumanı
kara bir bacayla
trenlerin ve vapurların üstüne
ısırırken külü ben,
yapardım bunu içinde büyüdüğün ağaç için,
toparladığın o altın suların yuvası için,
kemiklerini örten ve sana gecenin
gizlerini anlatan boru çiçeği için.

Nemli soğanlar gibi kokan şehirler
bekliyor senin kısık bir şarkıyla geçişini,
ve sessiz tohum gemileri izliyor seni,
ve yeşil kırlangıçlar yapıyor yuvalarını saçlarında senin,
ve salyangozlar da ve haftalar da,
dolanmış direkler ve kiraz ağaçları
dönüveriyorlar etrafında, görüldüğünde
onbeş gözlü soluk başın
ve kanda boğulmuş ağzın.

İsle doldurabilseydim belediye binalarını
ve hıçkırarak sökebilseydim duvar saatlerini,
yapardım senin evine geldiklerini görmek için:
çatlamış dudaklarıyla yaz gelsin diye,
ölmekte olan giysilerle bir sürü insan gelsin diye,
parıltılı hüzünlü bölgeler
gelsin diye, ölü pulluklar ve gelincikler
gelsin diye, mezarcılar ve atlılar
gelsin diye, gezegenler ve kanlı haritalar
gelsin diye, külle örtülü dalgıçlar
gelsin diye, kendileriyle kızları götüren
uzun bıçaklarla yaralanmış maskeli adamlar
gelsin diye, kökler, damarlar, hastaneler,
kaynaklar, karıncalar,
örümceklerin arasında ölmekte olan
yalnız süvarili yatağıyla
gelsin diye gece,
bir nefret gülü ve iğneler
gelsin diye, sarı bir gemi
gelsin diye, bir çocukla rüzgârlı bir gün
gelsin diye, Oliveiro, Norah,
Vicente Aleixandre, Delia,
Maruca, Malva, Marina, María Luisa ve Larco’yla
ben geleyim diye,
La Rubia, Rafael Alberti,
Carlos Bebé, Manolo Altolaguirre,
Molinari,
Rosales, Concha Méndez,
ve adını hatırlayamadığım diğerleri.
Gel, taçlandırayım seni, sağlığın
ve kelebeklerin delikanlısı, saf delikanlılıksın
kara bir şimşek ışıltısı gibi, her zaman özgür,
ve konuşalım birlikte,
kayalıklar arasında hazır kimse yokken şimdi,
konuşalım açıkça adam gibi:
çiyden başka ne işe neye yarar ki şiir?

Geceden başka ne işe yarar ki şiir,
acı bir hançer bulurken bizi, o gün için,
o alacakaranlık için, insanın vurulmuş yüreği
hazırlanırken ölmeye o düşmüş köşede?

Her şeyden önce geceleri,
geceleri var onca yıldız,
yoksullarla dolu bir evin
pencerelerindeki kurdeleler gibi
bir ırmağın içinde hepsi.
Bazıları ölmüş, belki yitirmişler
yerlerini ofislerde,
hastanelerde, asansörlerde,
madenlerde,
ağır yaralı yaratıklar acı çekiyor
ve amaçlar var orada ve gözyaşları her yerde:
aceleyle yitip giderken yıldızlar sonsuz bir ırmakta
daha çok ağlanılıyor pencerelerde,
gözyaşlarıyla aşınmış eşikler,
yatak odaları halıları ısırmak için
dalga dalga gelen gözyaşlarıyla ıpıslak.

Federico,
görüyorsun dünyayı, caddeleri,
sirkeyi,
istasyonlarda ayrılışları
kaldırırken duman kararlı tekerleğini
sadece bazı vedaların, taşın ve demir yolu izinin
bulunduğu yer doğru.

Onca insan var aynı soruyu soran
her yerde.
O kanlı kör, o öfkeli, ve o
cesaretsiz,
o zavallı dikenli ağaç,
sırtında kıskançlığıyla o soyguncu.

Hayat böyle işte, Federico, burada
benim hüzünlü adam
dostluğumun sunabileceği şeyler bunlar.
Bunların bir çoğunu yaşadın zaten,
ve daha fazlasını da giderek öğreneceksin.


Pablo Neruda
Yeryüzünde İkinci Konaklama

20 Mayıs 2014 Salı

García Moreno

Oradan geldi zorba.
García Moreno’ydu adı.
Eldivenli çakal, papaz odasının
sabırlı yarasasıdır o,
kül ve acı toplar
ipek şapkasında
ve akıtır pençeleriyle
kanını Ekvator ırmaklarının.

O güzelim rugan ayakkabılara
çakılmış küçücük ayaklarıyla
dans ediyor suçun tam ortasında,
istavroz çıkarırken ve balmumu sürünürken
sunağın önündeki merdivenlerde,
paltosunun etekleri bulanmış
resmi geçitlerin kutsal suyuna
yeni kurşuna dizilmişleri sürüklüyor arkasından,
parçalıyor ölülerin bağırlarını,
kaçan kemiklerini yönlendiriyor onların
tabutlara doğru, giyinmiş tüylere bürünmüş
elbisesini büyücünün.

Yerlilerin köylüklerinde akıyor
ölçüsüzce kan, hüküm sürüyor korku
bütün caddelerde ve karanlık yerlerde
(yankılanan ve gecede çağlayan kaygı
yaşıyor çanların altında) ,
ve Quito’nun üzerinde ağır basıyor
manastırların kalın duvarları,
yalçın, dokunulmaz, mühürlenmiş.
Her şey uyuyor kornişlerdeki
oksitlenmiş altından çiçek süsleriyle
asılı duran takdis edilmiş
merteklerinde uyuyor melekler,
her şey uyuyor papazsı
bir dokumada, her şey acı çekiyor
altında zar gibi gecenin.

Fakat uyumuyor zulüm.
Beyaz bıyıklı zulüm
dolaşıyor eldivenleriyle ve pençeleriyle
ve şişe geçiriyor karanlık yürekleri
gücün parmaklıklarında.
Bir gün ışık bir hançer gibi
sızana dek saraya,
açılır yelek ve bırakır bir şimşeği
lekesiz gömleğe.

Böyle terk etti García Moreno
bir kez daha sarayı
aceleyle mezarları teftişe,
gayretli bir cenaze levazımatçısı,
fakat bu sefer yuvarlandı ta
katliamın dibine, tutuldu
o rutubetli morgda
isimsiz kurbanlarının arasında.


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Gece Koleksiyonu

Yendim uykunun meleğini, o uğursuz alegoriyi:
inatçıydı şart koştukları, salyangozla kaplanmış
ve çekirgeler geliyordu onun sık adımlarına,
denize özgü, keskin meyvelerin rayihalarıyla.

Ayları sallayan rüzgârdır o, bir trenin düdüğü,
sıcaklığın izidir yataklarda,
kasvetli bir gölge sesi
düşen bir çaput gibi sonsuzluğa,
mesafelerden bir tekrar, bulanık bir şarap,
kükreyen ineklerin tozlu bir kullanılışı.

Ara sıra düşüyor siyah sepeti göğsüme,
otoriteden çuvalı yaralıyor omuzlarımı,
onun ölçüsünce tuz, yarı açık ordusu
geri dönüp taşıyor ve deviriyor göğün eşyasını:
nefesi dörtnal gidiyor ve bir öpüş gibi adımları:
gözkapaklarında ekiyor sadık güherçilesini
gereken güçle ve bayramsı erekle:
nerede hazırlanılmışsa gelişine
oraya gitti bir efendi gibi:
anında donatıyor sessiz maddesini,
inatla yayıyor o peygambersi besinini.

Sıklıkla tanıyorum savaşçılarını onun,
odaları hava tarafından yenmiş, boyutunu onun,
ve çok şiddetle ihtiyaç duyuyor bir mekana
ki eğiliyor yüreğime bulmak için:
sahibidir erişilmez yaylaların o,
dans ediyor trajik ve gündelik kişilerle,
derimi kemiriyor geceleri onun havai asidi
ve içimde işitiyorum titreten enstrümanını.

İşitiyorum eski yoldaşların ve sevilmiş kadınların düşünü,
çarpıntısı beni parçalayan düşler:
yavaşça basıyorum onların halı gibi maddesine,
onların gelincik ışığını ısırıyorum çılgınlıkta.

Uyuyan ceset sıklıkla
dans ediyor yapışarak yüreğimin terazisine,
o denli kasvetli ki içinden geçtiğimiz kentler!
Karanlık gölgeden adımlarım devleşiyor,
ve yaşlı kumarhane inleri üzerinde,
aşınmış merdivenli kerhanelerin üzerinde,
çıplak kızların yatakları üzerinde, arasında futbolcuların,
gidiyoruz rüzgârla kuşatılmış olarak:
ve düşüyor bu göklerin yumuşak meyvesi ağzımıza,
kuşlar, manastır çanları, kuyruklu yıldızlar:
saf coğrafya ve ürperti gibi yaşayan o
belki gördü pırıldayarak geçip gidişimizi.

Kafaları fıçılara yaslanıp dinlenen yoldaşlar
çok uzaklarda yükünü almış, uçucu gemi,
gözyaşı sahibi olmayan arkadaşlarım, zalim yüzlü kadınlar:
gece yarısıdır ve ölümün bir gongu
gümbürdüyor etrafımda deniz gibi.
Ağzımda bir tat var, uyuyan tuz.
Bir ceza gibi sadık, atılıyorum o letarjik
bölgelerin solgunluğuna her bedende:
bir soğuk, boğulmuş gülüş,
bir çift örtünmüş göz, yorgun boksörler gibi,
hayaleti uyuşukça yutan bir nefes gibi.

Bu doğum ıslaklığında, bu netameli boyutta,
bir şarap mahzeni gibi kapanmış içine, suçludur hava:
duvarlar hüzünlü bir timsah rengiyle boyanmış,
uğursuz bir örümcek ağı deseniyle:
ölü yumuşak bir canavar üstündeymiş gibi yürüyorsun:
muhteşem üzümler, siyah ve dolgun,
asılı duruyor harabeler arasında şarap çuvalları gibi:
ey Kaptan, aç o dilsiz sürgüleri ve bekle beni,
rollerimizin dağıtıldığı bu saatte:
akşam orada yiyeceğiz, hüzünle giyinmiş olarak:
nöbet tutacak kapılarda malarya hastası.

Kalbim, geçtir ve yoktur genişlik,
gün zavallı bir çiy gibi asılmış kurusun diye,
yaşayan varlıklar ve yayılışla çevrelenmiş:
atmosferde bir şey var her yaşayan canlıdan:
uzun süre dik bakarsan havada fırlar kaplanlar,
avukatlar, eşkıyalar, postacılar, dikişçi kadınlar,
ve her bir düzeltmede, alçakgönüllü bir kalıntı,
oynamak istiyor içimizde rolünü.
Yıllardır arıyorum, araştırıyorum tevazu içinde,
yenilmiş olarak, kuşkusuz, alacakaranlığa.


Pablo Neruda
Yeryüzünde Birinci Konaklama