Sayfalar

25 Ekim 2014 Cumartesi

Burada

Geldim buraya saymak için
denizde yaşayan,
denizde çalan,
denizde bulunan çanları.

Bu yüzden yaşıyorum burada.


Pablo Neruda
El Mar y Las Campanas

Burada Bitiriyorum

Burada bitiyor bu kitap. Kömür ateşi gibi
bir öfkeden doğdu, yanan ormanlardan oluşan
çayırlıklardan. Keşke devam edebilseydi
kırmızı bir ağaç gibi
ve yayabilseydi berrak yanık izini.
Ama sen sadece öfkeyi bulmadın
ağacın dallarında: kökler yalnızca acıyı değil
kudreti de arıyordu,
ve ben düşünce dolu taşın gücüyüm,
birleşmiş ellerin sevinci.

Nihayet insanların arasındayım.

İnsanlar arasında yaşayan bir rüzgârım,
ve kıstırılmış yalnızlıklardan
giderim sayısız kavgaya,
özgürce çünkü arıyor senin elin elimi
ve kuşatıyor yılmaz sevinçleri.

Bir insanın gündelik kitabı, açık bir ekmek
işte bu benim şarkımın coğrafyası,
ve köylülerin imecesi
toplayacak bir gün bunun ateşini
ve alazını görecekler ve yeniden
yapraklar olacak toprağın gemisinde.

Ve bu sözler doğacak yeniden,
belki başka bir zamanda, acı olmaksızın,
kirli lifler kara otlar gibi
şarkıma yapışmaksızın,
ve tekrar benim korlu
ve yıldız ışıklı kalbim harlanacak tepelerde.
Böyle bitiriyorum bu kitabı, burada bırakıyorum
benim Evrensel Şarkı’mı, sürgünde yazdığım,
yurdumun gizli kanatları altında mırıldandığım.
Bugün, 5 Şubat, bu yıl 1949,
Şili’de, “Godomar de Chena”da,
45 yaşımın dolmasına bir kaç ay kala.


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı
1949

Burada mı Deniz?

Burada mı deniz? Güzel, kapat içeri.
Ver bana
en büyük çanı, evet, yeşil olanı,
hayır, onu değil, öbürünü,
bronz ağzında çatlak olanı,
ve tamam! Yalnız kalmak istiyorum
denizin kendisiyle ve çanla.
Uzun zaman bir şey söylemeyeceğim,
sessizce, öğreneceğim daha birçok şeyi,
öğreneceğim var olup olmadığımı.


Pablo Neruda
El Mar y Las Campanas

Burada Seviyorum Seni

Burada seviyorum seni.
O kasvetli çamlarda araştırıyor rüzgâr kendini.
Ay fırlatıyor soluk şavkını devinen sulara.
Günler tekdüze geçiyor, izliyor birbirini.

Raks eden biçimlerde özgürleştiriyor sis kendini.
Balıkçıl martı çakılıyor akşamın göğüne.
Bazen bir yelken. Yüksekte, yüksekte yıldızlar.

Ah, kara haçıyla bir gemi.
Yalnız.
Erken kalktığım oluyor, ve ruhum bile nemli.
Yankılanan sesler uzak denizden.
Bir limandır burası.
Burada seviyorum seni.

Burada seviyorum seni, ve boşuna saklıyor ufuk seni.
Bu soğuk şeylerin arasında seviyorum seni hâlâ.
Bazen yolculukta öpüşlerim o ağır gemilerde,
hiç varmayacakları bir amaca doğru hızla giden orada.
O zaman görüyorum kendimi, bu eski çapalar gibi unutulmuş.
Akşam indiğinde daha da üzünçlü mendireklerden.
Yoruluyor yaşantım, boşuna geçmiş yaşantım.
Seviyorum sahip olmadığım şeyi. Sen, uzaktasın sen.
Tiksintim duruyor hâlâ alacakaranlığın ikircikliğine karşı.
Fakat geliyor gece ve başlıyor şarkısına.
Düşlerden tekerlerini döndürüyor ay.

En büyük yıldızlar bakıyor bana senin gözlerinle.
Seni sevdiğim için, rüzgârdaki çamlar
adını şakımayı istiyor iğne yapraklarından çanlarıyla.


Pablo Neruda
Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı

Buradan Çok Ötede

Hindistan, sevmedim senin utançsız elbiseni,
senin korunmasız yığınların paçavralar içinde.

Yıllarca dolandım ben
korkunun tepelerini aşmak isteyen gözlerle,
yeşil balmumundan pastalar gibi şehirler arasında,
tılsımlar ve kanlı ekmeği korku salan haşmet gibi
pagodalar arasında.
Gördüm sefil olanı, fazlasıyla hem de
kardeşinin acısıyla dolup taşmış,
küçük köyler ezilmiş
çiçeklerin muhteşem pençelerinde,
ve nöbetçi bir asker gibi zamanda
gittim yığınların arasından ve çekip aldım
kara kenarlı yığınları, kölelerin tartışma nedenini.
Tapınaklara girdim, alçı ve pişirilmiş balçık,
basamaklardı, kirlenmiş kanla ve ölümle;
ve o hayvansı rahipler, yabanıl esrime içinde
kendinden geçmiş, tozda kaynayan
paralar için dövüşen,
fosfor ayaklı yüksek putlar
intikam isteyen dillerini uzatırlarken
ve çiçekleri ezerken, ah sen küçük insan
düşüyordun kıpkızıl fallus bir taşın üzerine.


Pablo Neruda
Yo soy
Canto General

24 Ekim 2014 Cuma

Adı Dua Olan Sevgilim

Yedi rekât günah kıldım bedeninde
Dizlerinde yedi zikir secdeye vardım
İhmalin uzak meleğine teninde aldandım
Yapayalnızdım kendi kalabalığım içinde
Tarih kadar yalnız,
aşka âşina, acıya unutkandım

Er yüzlerde tavaf ettim bunca yıl kalb evini
Kırk yemin kurutmuştur sanırken içimin pınarlarını
İnanmadığım Allah'a
Senin yüzünde inandım
Adı dua olan sevgilim
Yandım yandım yandım

Sessizliğe borcum var birkaç kelime,
Sessizliğe borcum var birkaç feryat,
Sessizliğe borcum var birkaç çığlık,
Sustum, yıllarca sustum kan içinde
Ödeyemedim borcumu onca şiirle
Adı dua olan sevgilim
Yandı ruhumun gömleği
Yedi deryalar içinde
Aştım aştım aştım

Aslında sen yoktun
Yalnızca bir duayı sevdim ben
Varlığın yalanımdı
Aşktım aşktın aşktı
Geçti gitti hepsi
Geçti gitti işte
Dudaklarım kilitli
Yasin yasin yasin

Çok şükür ölmeden
Son duamı ettim ben
Allah beni tek etti
Kendi dağımı kazdım defterime
Gün geldi burdan da gittim


Murathan Mungan

Affedilmeyen

Puhu, biyografi çağı
can çekişmenin grameri
varlığın kıstırıldığı sözcükler
hayatını yazsın herkez
tedavüldeki jestler bizi almıyor
karartmayı çalışıyor bürokratik felcin ara dolguları
çok tanrılı görüştü yapıcıları
ne yaptınız
arkhont atum alizeler
ayrıntıların cinnetiyle yoğunlaşan batakta
gündeliğin kiri
üstüpüye silin şiirlerinizi
çığlıklarınızı törpüleyen metal dünya
ne tanrı istiyorsunuz ne patron
görüntü yapıcıları
kanla geçirdiler ellerine bütün iktidarları
kanla alınsın ellerinden
çekinmeyin vahşetin estetiğinden
vardığımız yerde iki şey kaldı geriye
bir intikam bir de affedilmeyen


Murathan Mungan

Alacanım

Ah, nerede benim altından avaze sesim!
Yankısı bir duvara gömülmüş testide kaldı
Avaze sesim!

Şimdi başkalarının kalplerinde yankılanan
Bir zamanlar içinden geçtiğim aşklardı
Feryattan kimseler ölmez, denirken
Duvarlardan geçtim
Artık kimseyi sevemez aşktan ölmüş yürek, derlerdi
Şimdi kulağını dayadığın duvarda inleyen testi
Bir zamanlar feryatlarda unuttuğum avaze sesim!

Alacanım
Mil yeşili gözlerin
Dindirdi gözlerimi
Kaç körü birden öldürdün bende
Mahsur kaldım, eksik oldum, kapına düştüm
Ben yandıkça
Ezber ettin ayazın demirini
Alacanım,
İndi mi göğsüne heves?
Hangi duvarın halısında
Gördün, bildin, vurdun beni
Kaç ormandan geçti
İçinde kaybolduğumuz o büyük takip
İçimizde bunca gurbet dururken
Yol ettik uzaktaki sılayı
Şimdi buradayız
Kanlar içinde
Alacanım
İndi mi göğsüne heves?

Etimdeki eksik yangın, sindi yüreğim
Seyreldi tenim sahtiyan tarih
Mahsur kaldım, meçhul oldum, şehit düştüm,
Alacanım,
İndi mi göğsüne heves?

Alacanım,
Rahat et, ben gölgene ilişeyim
Her belanı ben göreyim
Yüreğimi ihbar et,
Bana bir uçurum ver, gideyim
Alacanım
İndi mi göğsüne heves?
Biliyorsun adımın kıblesini
Bir meşhur hafızla, meşhur bir şehvet
Alacanım,
Şuramda sinsi bir sızı
Gel öldüğümü farz et
Senden gelen her harabe
Canımdan uçurduğum şahin
Pençesinde kaldı bileğim, yazım, harflerim
Bir yanım onla uçtu, sende kaldı, ben bittim
Alacanım,
İndi mi göğsüne heves?

Alacanım,
Yakılmış bir köyün adıydı adın
Görmedi kimse
İçinde bende yandım
O gün bugün kalbimin doğusunda tüten duman
Nerede olursan ol göğündeyim kanlı tarih her zaman
Mardin'im, Midyat'ım
Ah benim altından avaze sesim
Kardeşlerimdi ölen de, öldüren de
Aranızdaki duvarda
Gömülü kaldım

Etimden uçurduğum uçurum
Meşhurdum, meçhuldüm, mahsurdum
Bir hafızken eskiden
Mecnun kaldım şimdi
Aşktan, senden, kendimden
N'olur sevmeden öldürme beni
Alacanım,
Söyle, indi mi göğsüne heves?


Murathan Mungan

Anakin

kimse öç alamaz benim masumiyetimden
dizelerdeki zehirle
kaç hafıza gezer
dilimin altında bilenen yılan
dağları iğne deliğinden geçirir
kimsenin zamanına uğramadan

tenha kin uzak gölge hileli
köklerde demlenen
içimizde dinmeyen kuytu mevsim
vaktini bekleyen düğümlü sarmaşıklar gibi
kalbim öldürür herkesi

ah kimseden sorulmaz ki
hiçbir şey yapmamanın zehri

gövdeye indirilmiş sözlük
kullanırken azalan
vahşiliğin likit beklentisi
içimizde çalkalanan şimdi,
burada ve hiçbir zaman

taze hikâyelerle yamanır yaralı bellek
tuzak yeni tehlikelerle gövdelenir
hiç kullanılmadıkları boşluklarda
sanrısını tetikleyen kelimeler
tanıdık bir yabancılık kazanır
başkalarına anlatıldıkça
çınlayan eşyanın
teslim aldığı
hayatların bilgisi
sızamaz esrarımıza
her iklim kendi mutlağını ararken
kilitli hayaletlerin yer değiştirdiği aynalardan
aynalara yepyeni bir boşluk kalır

damarlarımda sahipsiz akan
kuraklık
gürültüsü vahşi kan
çöl kanunları geçiyor
göçümün unutulmuş ormanlarından
kin bekliyor kınında
borçlandığı zamanları
geri göndermek için
kullanıldığı günahlara
yemin ve rehin
ne kadar ikizse kalbimize
ölüm aşkta seğirir
kimseye aldırmadan
geçen mevsimler gibi
biz kendimizi tanıdık sanırken
yıllar bizi kendiyle değiştirir

ancak şiirle söyleyebiliriz:
kendimize bunca yabancılık
bizi tanıdık kılan
kırmızı netice, kızıl kin
kandan alınmış rengin verimi
ömrün birçok çaprazı gibi
uzaklık kazanır görüldükçe
aşkla öldürür, ölümle âşık eder
ruhun duvarlarına köpürmüş
kara is karanlık iklim uçsuz gerçeklik
kendini yaşar sahibinin görünmezinde
ne kadar yolculuk etsen de dibe
içinden çıkamadığın
içindeki ölü çocuk
her şey ne çok belli derken
ne çok belirsizlik
anaya babaya yâra aşk kadar derin
aşk kadar büyük kin
yıllara eşlik eden sinsi nabız
saydam zırhlarla korunmuş büyük şemsiyesi gündeliğin
balık gözlerinin bile göremediği derinliklerde
bizden sonrakilere devrettiğimiz
bize teğet kuşanmış gizlerin
bazen yanılıp aşk deriz buna
zaten yanılmadan diyemediği hiç kimsenin
dipte derin damar
aşk, en köklü kin
ana baba yâr
bir gün hepsi kaybolur
birbirinin yarasının içinde

derin, çok derin
toprağın bilinen sırlarıyla
kendimden yapılmış mezarımı örter gibi
bağışlıyorum suçlarımı bilmediğim bir karanlığa
ne kadar ödeşsen de ömrün yetmez
bizi biz yapan içimizin saklı sularında
bizden habersiz yaşayanlara

aştım sandığın bir eşiğin ayakları altında
bir gün bir damar uğultusu vurur dünyaya
ölerek bile kaçamazsın aramızdan
ehlileştirilmiş tekrarlarla yaşanan sayıklama
yeniden döneceksin buraya
imkânsızdır aşk insan imkânsızlaştıkça
dünya başka bir yer olana kadar: anakin


Murathan Mungan

Armalar

Bazı sözler karanlıkta söylenir
bazı sözler hiçbir zaman
karşı karşıya kaldığımız armalardır
yüzümüzü parça parça aydınlatırken
uzaktaki ateş
yalnızca onlardır konuşan ve hatırlayan
simgelerde çökelir magmalaşır tarih
armalanmış rüya ölü dil
bazı anlar için çözer kendini
sökülür taşınır çerçeve başka deneyimlere
yüzümüze değen alev
kadar içimizdeki çakım
belirler bizi ve kendi karanlığına döner
simgelerin dilsizliğinde
karşı karşıya dururken biz
armalardır her şeyi kararlaştıran
bazı sözler karanlıkta söylenir
bazı sözler hiçbir zaman


Murathan Mungan

Aşkın Karanlık Metali

Karanlıkta duruyorum aşk vurmasın yüzüme
dokunmasın kimse bana
kimse ulaşamasin artık tenimin incinen yerlerine...
uyanmasın bir daha etimdeki yaralı hayvan
zamanın siyah deltasında çürümek istiyorum
biliyorum artık kimse yok kimsesizliğime...

biliyorum aşka kimse yok
aşkın karanlık metali soğuyor yüreğimin derinliklerinde...
aşklarım, arkadaşlarım, dostlarım
dağılıp gitti herkes
içimi sızlatacak kimse kalmadı içimde...


Murathan Mungan

Ateşte Unutulmuş Ferman

herkes kendi ateşini başkasının cehenneminde sınar
kendi külünde söner bütün rüzgârlarına yazıldığın akşam

ateş tadında kum tadında kalarak
derinleştirir bazı ayrılıkları zaman

al ağrını git buradan
en uzun eylülü ömrümüzün

uyutmuyor seni ne kömürleşmiş bu gurur
ne göğsündeki kaplan

seçilmiş taş milyonlarca taş arasından
başını vurduğun
çok gençti genç olmak için bile
kendi zamanına muhtaç
kendiyle dalgın

daha yolun başında görülüyordu
menzilindeki noksan

ömrünce sızlayacak
kayıplar sarayında ateşte unuttuğun ferman


Murathan Mungan

23 Ekim 2014 Perşembe

Avara

anımsıyor musun?
bir çetemiz vardı: Vahşi Siyah Atlar
ısmarlama serserilikler yaşardık
kimseden bir şey demeden kaçıp gitmeler gibi
sokaklarda sabahlamak, parklarda yatmak
yabancıları mahalleye sokmamak gibi
Ve bir gün gideceğimiz bir Amerika vardı
herkesin bir Amerika'sı vardı o zamanlar
herkes gece istasyonlarında
kendi Amerika'sını aradı

kısık ışıklı arkadaş odaları
plağın bir yüzünü kaplayan uzun parçalar eşliğinde
kendi rüyalarımıza dalar, dağılırdık
okyanuslar, gemi yolculukları, kanayan ıslıklar
ve dünyanın bütün limanları
önümüzdeki sessizce uzardı

Biterdi plak, disk boşa dönerdi.
Düşlerimiz çarpıp geri dönen sulardı şimdi
Böyle zamanlarda ilk sözü söylemekten
Kaçınırdı herkes
Sonra biri usulca kalkar, herkese çay koyardı
Anımsıyor mısın?

vahşi siyah atlardık
kentin ışıklı çöllerinde kendi izini arayan
deri ceketlerimize sığdıramadığımız düşlerimiz kadar
aşık ve düşmandık
dünya acıtırdı bizi. her şey kanatır, her şey yaralardı
sevişmek çekip çıkarmazdı bizi derinliğimizden
öfkemizi dindirmezdi hiçbir şey
geceleri uyuyamayan çocuklardık,
otobüs garlarında uzun maceralar umar
apansız yolculuklara çıkardık

uykulu kentlere girerdik gece yarıları
ıssız ağaçlar olurdu yol kenarlarında
gökyüzünde parlak yıldızlar, her yere aynı uzaklıkta
sarhoş bindiğimiz otobüsün penceresinden
sanki bambaşka bir dünyaya bakardık
sonra saklayarak yüzümüzü birbirimizden
yumruklarımızı sıkar sessizce ağlardık
ışığı açık kalmış pencerelere, kepengi örtülü dükkanlara,
yaz bahçelerinden taşan çiçeklere,
adını bile bilmediğimiz bu kente
neye olduğunu bile bilmediğimiz bir hasretle
uzun uzun bakardık
anımsıyor musun?

ahh o gece yolculukları
bir başka kentte, bir başka insan olmanın umutları
kaç yol arkadaşı kaldı şimdi geriye
gençliğin ilk acılarını birlikte keşfettiğimiz

kaç yol arkadaşı?
sürüyerek götürdüğümüz dargın beraberlikleri saymazsak
ne kalıyor elimizde?
ölenler,
terk edenler,
bir de telefonları, adresleri, kendileri değişenler

vahşi, siyah atlardık; yılkıya bırakıldık
içimizden kimse gidemedi Amerika'ya
kendi Amerika'sı da olmadı hiçbirimizin
yağmur aldı
rüzgar aldı
zaman aldı
o vahşi siyah atları
herşey o eski rüyada kaldı

çarpıp geri dönen düşlerimizin üstünde
çürümüş cesetleri yüzüyor şimdi vahşi siyah atların
öldükleri sahilleri kendileri de bilmiyorlar
peki sen anımsıyor musun?


Murathan Mungan

Ay Zeytin Gece

Kamçılı karanlıktı geldin üstüme
Bütün masalları dolaştın
Ay zeytin gece
Ay vurmuştu alnına
Perçemlerin Tokat akıtması
Yorgundu atılmış yılan derisi
Değiştirilmiş güvercin gömleği tende
Nereye gidiyorsun, dedim
Zeytinlerin arasından
Siste silinip giderken yollar
Aydı zeytindi geceydi
Korkmadım bağırdım ardından
Aydaki zeytindeki gecedeki delikanlı
Nereye böyle
Aldı rüzgar sesimi duyurmadı
Vurdu geçti durduğum yeri
Gümüşünü silkeledi yüzüme
Atının kanatları
Ben öldüm, ölüm bulunamadı
Kamçılı bir karanlıktı
Hikayemin gecesini dürdüm de
Kimse çıkamadı dışarı
Ay kaldı zeytin kaldı gece kaldı
Sis kaldı yollar kaldı
Karanlıktı


Murathan Mungan

Ayaküstü Yaşanmış Ölümsüz Aşk Hikayeleri

Her durakta ölümsüz bir aşk edineceğim
Bir bakıştan bir duruştan
Çağrışımın sonsuz hazından
Unutulmaz bir sevgili daha bırakacağım ardımda
Belki de yaşanabilecek en uzun serüveni terk edeceğim
Daha otobüsün ilk basamağında
Kim bilebilir ki?
Sonrayı, sonrasını kim bilebilir?
Gizli gizli veda edeceğim ona, görmeyecek
Ve bu duyguyla burkulmuş yüreğim
Otobüs camına bağrında kanlı bir ok ile
Bir aşk levhası çizecek, ah min-el!
Bu da ötekiler gibi kendisini ölesiye sevdiğimi bilmeden
Yaşayıp gidecek


Murathan Mungan

Bana Zamandan Söz Ediyorlar

Gelip size zamandan söz ederler
Yaraları nasıl sardığından ya da her şeye nasıl iyi geldiğinden.
Zamanla ilgili bütün atasözleri gündeme gelir yeniden.
Hepsini bilirsiniz zaten, bir işe yaramadığını bildiğiniz gibi.
Dahası onlar da bilirler. Ama yine de güç verir bazı sözler, sözcükler,
öyle düşünürler.
Bittiğine kendini inandırmak, ayrılığın gerçeğine katlanmak,
sırtınızdaki hançeri çıkartmak, yüreğinizin unuttuğunuz yerleriyle
yeniden kucaklaşmak kolay değildir elbet. Kolay değildir bunlarla
başetmek, uğruna içinizi öldürmek. Zaman alır.

Zaman
Alır sizden bunların yükünü
O boşluk dolar elbet, yaralar kabuk bağlar, sızılar diner, acılar
dibe çöker. Hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir. Bir
yerlerden bulunup yeni mutluluklar edinilir.
O boşluk doldu sanırsınız.
Oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir.

Gün gelir bir gün
başka bir mevsim, başka bir takvim, başka bir ilişkide
o eski ağrı
ansızın geri teper.
Dilerim geri teper. Yoksa gerçekten
Bitmişsinizdir.

Zamanla yerleşir yaşadıkların, yeniden konumlanır, çoğalır
anlamları, önemi kavranır. Bir zamanlar anlamadan yaşadığın
şey, çok sonra değerini kazanır. Yokluğu derin ve sürekli bir sızı
halini alır.
Oysa yapacak hiçbir şey kalmamıştır artık
Mutluluk geçip gitmiştir yanınızdan
Her şeye iyi gelen zaman sizi kanatır...


Murathan Mungan

Bıçak

Yere düşürülen bir bıçak sesi
Kristali tuzla buz olmuş gözlerinin
biliyorum ay kanatıyor
ne zaman sussak geceyi
Kendini benim yerime koy
Oğul öksüzü babalar yerine
Susmayalım. Bıçak uyuyor kelimelerin kalbinde

Kanlı bir şerbet gibi akar dururdu
İpeği ikiye bölen kılıçların ağzı
Bir biz inmedik suya
Kaç mevsimin yağmuru buruştu elimizde
Örtülü çarşılarda ölümü tebdil ettik
uzak durduk kabzasına çağıran intikamdan
Bir biz inmedik suya
Kendini benim yerime koy
Oğul öksüzü babalar yerine
Susuyorum. Ölülerim uyuyor kalbimde


Murathan Mungan

22 Ekim 2014 Çarşamba

Büyük Okyanus

Ey okyanus, armağanlarından ve tahribatından seçebilseydi ellerim
bir ölçüyü, bir meyveyi, bir ekşi mayayı, o zaman seçerdi
dünyadan uzak sakinliğini, çeliğindeki o çizgileri,
havayla ve geceyle korunan genişliğini,
ve yok eden temizliğinde
kendi sütunlarını patlatan ve çökerten
beyaz dilinin enerjisini.

Kıyıları tuz buz eden ve dünyayı kuşatan
kumun o barışını yaratan
son dalganın tuzlu ağırlığı değil:
kudretin merkezi hacmidir o,
suların yayılmış gücü,
hayat dolu o dokunulmaz ıssızlık.
Zaman belki ya da bütün bu devinimle
ağzına dek dolu tas, ölümün fark etmediği
mükemmel birlik, yok eden
mutlaklığın yeşil bağırsakları.

Bir damlayı yükselten indirilmiş koldan,
tuzdan bir öpüş kaldı geriye yalnızca. Kıyılardaki
insan bedenlerinden yalnızca ıslak çiçeklerin
nemli bir nefesi. Derinliğinin enerjisi
harcanmaksızın kayıp gitti sanılır,
sanılır ki geri döner dinlencesine.

Senden fışkıran dalga,
kimliğin oku, yıldızla süslü tüy,
köpük oldu sadece, kırıldığında ve geri yuvarlandığında
yok olmadan tekrar oluşmak için.

Bütün kudretin kaynak oluyor yeniden.
Sadece çürümüş çöpten vazgeçtin sen,
senin deniz yükünün fırlattığı kabuklardan,
işgüzar bereketinin kovduğu her şeyden,
artık çiçek salkımı olmayan her şeyden.

Heykelin yayılmış yatıyor dalgaların ötesinde.
Göğsü ve ceketi gibi tek bir yaratığın
nefes alışı gibi, yaşıyor ve düzenli,
ışığın maddesiyle yükseltilmiş,
dalgalardan yükselmiş, oluşturuyor ovaları,
gezegenin çıplak derisi.
Dolduruyorsun kendi hayatını özünle.

Taçlandırıyorsun sessizliğin kubbesini.

Tuzunla ve balınla titriyor dünyanın leğeni,
suların her şeyi kaplayan boşluğu,
ve hiçbir şey özlenmiyor sende
yarılmış kraterlerde gibi, dağların kapları:
boş tepeler, yara izi ve işaretler
kolluyor yaralanmış havayı.

Taçyaprakların çarpıyor dünya tuzuna,
denizaltı mısır tohumun titriyor,
o esnek yosunlar tehditkarca asılı duruyor, gevşekçe,
balıklar kaynaşıp duruyor ve ürüyorlar,
ve yalnızca pulların ölü ışıltıları
yükseliyor ağların sicimlerine,
bir milimetre, yaralanmış
kristal birliklerinin sonsuzluğunda.


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı

Büyük Ölüm, Demir Grisi Kanatlı Kuş

Büyük ölüm, demir grisi kanatlı kuş, sen değildin
zavallı mirâsçısı aceleyle hazırlanmış öğünler arasında
evlere taşınan boş derisinin altında:
en son çürümüş halat artığıydı O,
döğüşmeye gelmemiş göğüsten bir atom
ya da alna düşmemiş çiy gibiydi.

Kendisi yenilemeyecek olan gibiydi; huzursuz, çevresiz
zavallı ölümün bir kıymığı:
bir kemik, onunla ölen bir çıngırak gibi.
çözdüm sargıları, daldırdım elleri
ölümü öldüren alelâde acılara,
ve yarada bulduğum tek şey ruhun buharlaşan yarıklarından
sızan buz-soğuğu bir rüzgâr üflemesiydi.


Pablo Neruda
Alturas de Macchu Picchu
Canto General

Büyük Sevinç

Araştırdığım karanlığı göremiyorum artık.
Gemi direği yapılacak ağacın sürekli sevincini duyuyorum,
ormanların kalıtına sahibim, yolu yalayan rüzgara
ve dünyasal ışığın altında seçilmiş bir güne.

Başka kitaplarda hapsolsun diye değil yazdıklarım,
ne de zambak müptelası çıraklar için,
fakat su ve ay isteyen sıradan insanlar için yazıyorum,
değişmez düzenin parçaları olan
okullar, ekmek ve şarap, gitarlar ve çalgılar isteyenler için.

Halk için yazıyorum, okumasalar bile
şiirlerimi kendi garip gözleriyle.
An gelecek ki, bir dize, yaşantıma değen o hava
ulaşacak kulaklarına onların,
ve o zaman kaldıracak ırgat bakışlarını,
maden işçisi gülümseyecek kırarken kayayı,
çoban silecek alnının terini,
elini titreşimiyle yakan balıktan yükselen
ışığı daha bir berrak görecek balıkçı,
ve tamirci, ak pak ve yeni yıkanmış, sabun kokarak
okuyacak benim dizelerimi,
ve belki şöyle diyecekler: 'Bir yoldaştı O! '

Bu yeterli, arzuladığım taç işte bu.

İsterim ki, şiirim fabrikaların ve madenlerin kapılarında
toprağa, havaya,
zulme uğrayan insanın utkusuna değgin olsun.
İsterim ki bir genç ağırbaşlıca ve metallerle
bulsun yarattığım gücü bir sandık gibi, ve açtığında onu,
yüzyüze gelsin hayatla-
ve daldığında ruhu içine
bulsun sevincimi fırtınalarla kundaklanmış
dağ doruklarına götüren ansızın esen rüzgarları.


Pablo Neruda
Yo soy
Canto General

Cellatlar

Kertenkeleye benzeyen, pullu Amerika, filizlenen
bitkiye dolanmış, dolanmış ağaç gövdesine
boy atan bataklıkta:
zehirli yılanların sütüyle
beslemiştin korku saçan oğullarını,
sıcak beşikler yumurtadan yeni çıkmış
kana susamış bir zürriyet
ve örttü onu sarı bir çamurla.
Erkek kedi ve akrep fuhuş yaptılar
o yabanıl ormanlarla kaplı yurtta.

Daldan dala kaçtı ışık,
fakat uyanmadı uyuyan.

Şeker kamışı likörü kokuyordu battaniye,
malalar kaydı aşağı
dinlencenin utangaç köşelerinde,
ve yüksekten atılan meyhanelerde
çıplak ayaklı ırgat
haykırdı bağımsızlığını.


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı

Cephedeki Sendikalar

Nerede maden işçileri, nerede
halat örenler, derileri
tabaklayanlar, ağ atanlar,
neredeler?

Nerede binanın tepesinde
tükürerek ve söverek şarkı söyleyenler,
yüksekte salınan çimentoda?

Başına buyruk ve gece gibi karanlık
demiryolu adamları nerede?
Nerede levazımcılar?

Bir tüfekle, bir tüfekle. Ovanın
kahverengi nabız atışında
bakarlar harabelere.

Gönderirler mermileri amansız
düşmana, dikenlere
ve engereğe gönderir gibi, işte böyle!

Gece ve gündüz, şafağın
hüzünlü külünde, alazlanan
öğlelerin sağlamlığında.


Pablo Neruda
Yürekteki İspanya
Yeryüzünde Üçüncü Konaklama

21 Ekim 2014 Salı

Chercane Kuşları

İsterdim ki bana güvensizlik beslemeyesiniz: yazdır,
yumuşacık yapıyor su beni ve yukarı kaldırıyor özlemimi
bir dal gibi, şarkım ayakta tutuyor beni
belli izlerle belirlenmiş bir ağaç gibi.
Sizler önemsizler, sizler sevgililer, gelin benim kafama.
Yuva kurun bir kertenkelenin ışıltısındaki
omuzlarımda, bir çok yaprak
düşmüş gibi düşüncemde,
ah küçük sihir çevresi şirinliğin, kanatlı
mısır tohumu, küçük tüylerle örtülü yumurta,
gözün kesinlikle kaçışı ve hayatı izlediği yerdeki
en saf biçimler,
burada, yuva kur kulağımda, sizler korkusuzlar
ve önemsizler: yardım edin bana,
her gün biraz daha kuş olmak istiyorum.


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı

Chimbarongo'da Seçim

Şili'de, Chimbarongo'da kısa süre önce
bir senato seçiminde bulunuyordum.
Gördüm nasıl seçildi,
bu vatanın destekleri.
Öğleden önce saat onbirde
gelirdi arabalar tarladan
ırgatlarla dolu olarak.
Kıştı; ıpıslak,
kir pas içinde, aç, çıplak ayaklı
iniyorlar Chimbarongo'nun
köleleri arabalardan aşağıya.
Korkunç bir manzara: terden sırsıklam, paçavralar içinde,
koşturuluyorlar hep birden ve ellerinde
bir kağıt gönderiliyorlar geriye,
gözetleniyorlar; üst üste yığılmışlardı,
geliyorlar geriye ücretlerini almaya,
ve yeniden gönderiliyorlar
arabaya
atlar gibi, sıra sıra.
Sonra
ayaklarının önüne et ve şarap attılar
kendi hallerine bırakana dek onları, aşağılayarak onları
hayvanlar gibi, ve unuttular sonra onları.

Sonra işittim
bu yöntemle seçilmiş senatörün sesini:
"Bizler, Hırıstiyan yurtseverler,
bizler, düzenin savunucuları,
bizler, ruhun oğulları."
Ve uluyan eski zamanların
karanlık mağaralarındaki
bir mamut hortumu gibi
çarparak kayalara
göbeğini titretti
konyak sıcağı öküz sesi.


Pablo Neruda
La arena traicionada (İhanete Uğramış Kum)
Canto General

Cholula

En güzel giyitlerini kuşanır
gençler Choula'da, altın ve tüy,
ayakkabılar tam şölenlik,
ve sorguluyor fatih.

Ölüm verdi onlara yanıtları.

Orda dinleniyor binlerce ölü.
Oldukları yerde titriyor
öldürülmüş yürekler,
ki günün bu ipliğini saklarmışcasına
rutubetli uçurumda açılmışlar.
(Fetihçiler atlarla geldi ve öldürdüler,
kestiler altın ve çiçekle saygı
gösteren eli,
bulvarın yolunu kapattılar, dokunmasın
diye kimse onlara kestiler kolları,
ve öldürdüler memleketin çiçeğini,
hayrete düşmüş kardeşlerimden akan kanın
içinde battılar ta dirseklerine kadar.


Pablo Neruda
Los conquistadores
Canto General

Chucao Kuşu

Türlü türlü, soğuk yapraklardan işitiliyor birden
chucao kuşunun sesi, sanki bir şey bulunmuyor
yalnızlığın yığılmasından oluşan bu çığlıktan başka,
bütün ıslak ağaçlardan oluşan bu ses.
Ses titreyerek kaydı ve karanlık atımın üzerine,
daha yavaşça ve daha da derin bir kaçıştan: durdum,
neredeydim? Hangi günlerdi bunlar?
Yaşadığım her şey dörtnalaydı kaybedilmiş
bu mevsimlerin arasından, yağmurlu dünya
camlara çarpıyordu, fırtınanın puması
yaklaşıyordu sessizce kana susamış ateşten iki gözle,
ve kanalların denizi, dehlizler arasında yeşil
ıpıslak güzellikten, yalnızlık, fındık çalılarının altında
gençken sevdiğim kadının öpüşü,
her şey birdenbire yükseldi chucao kuşunun çığlığı
vahşi ormanda uçuşurken nemli heceleriyle.


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı

Cinsel Su

Ağır yalnız damlalarda,
dişler gibi damlalarda,
reçelden ve kandan dolgun damlalarda,
damlalardaki bir kılıç gibi,
hiddetli bir cam ırmak gibi,
suya düşen
ağır damlalarda,
düşüyor aşındıran şey,
çarpıyor o simetrik mihvere, yapışıyor ruhun çivilerine,
eziyor terk edilmiş şeyleri ve kanla suluyor karanlığı.

Sadece bir soluktur, gözyaşından daha da nemli,
bir sıvı gibi, bir ter, adsız bir yağ gibi,
oluşan ve sıkışan
keskin bir devinim,
düşüyor suya
yavaş ağır damlalarda
denizine doğru, kuru okyanusuna doğru,
susuz dalgasına doğru.

Görüyorum o muazzam yazı, ve bir çıtırtı
tahıl ambarından, görüyorum şarap mahzenlerini,
ağustosböceklerini, köyleri, cazibeleri,
odaları, elleri yüreklerinde uyuyan
ve düşlerinde haydutları ve yangınları gören
kızları,
görüyorum gemileri,
ilikten ağaçları
hiddetli kediler gibi dik bakışlı,
kanı görüyorum, hançerleri ve kadın çoraplarını
ve erkek saçlarını, görüyorum yatakları,
bir bakirenin çığlık attığı koridorları,
yün battaniyeleri ve organları ve otelleri.

Görüyorum suskun düşleri,
dayanıyorum o son günlere,
ve vesilelere, hatıralara,
acımasızca koparılmış bir göz kapağı gibi,
bakıp duruyorum.

Ve sonrasında şu ses:
kemiklerin kızıl bir gürültüsü,
etin birbirine yapışması,
ve birbirinde eriyen başaklar gibi sarı baldırlar.
Kulak veriyorum çırpıntılı öpüşlere, kulak veriyorum,
alçıyla hıçkırık sesleri arasında titremiş.

Bakıp duruyorum, kulak veriyorum,
denizde yarım ruhla, yarım yeryüzünde,
ve her iki ruhun yarı parçasıyla bakıyorum dünyaya.

Ve gözlerimi kapattığım ve kalbimi
büsbütün örttüğüm halde, görüyorum derin sesli
bir suyun düştüğünü ağır damlalarca.
Jelatinden bir tayfun gibi, spermalardan
ve denizanalarından bir çağlayan gibi.
Görüyorum bulanık gökkuşağının yükseldiğini.
Görüyorum sularının kemikler arasından sızdığını.


Pablo Neruda
Yeryüzünde İkinci Konaklama

20 Ekim 2014 Pazartesi

Civanın Yaşayan Damlası

Civanın yaşayan damlası
aşağıya mı akar yoksa sonsuzluğa mı?

Hüzünlü şiirlerim
seyreder mi benim gözlerimle?

Kokum ve acım da kalacak mı bende
yıkılmış ben yaklaşırken uykuya?


Pablo Neruda
Sorular Kitabı

Cortes

Cortes'in halkı yok, soğuk bir şimşek
ve ölü bir yürek zırhındaki.
"Bereketli ülkeler, Efendim ve Kralım benim,
altın'ın kızılderili ellere yığıldığı tapınaklar"

Derin kama sokması ve kamçı vurmalarla
kayıyor ileriye doğru O,
ovalar ve miskokulu sekici sıradağların üzerinden.
Orkideler ve çamın tepelerinde tuttuğu savaşçılarına
emir vererek,
çiğniyor yaseminleri ayakları altında
ta Tlaxcalas'ın kapılarına dek.

(Dehşete düşmüş birader, etmeyin dosta
bu gülkızılı baskını,
devletimizin kökü olan yosundan
konuşuyorum sana,
yarın kan yağacak gökten,
gözyaşları, sisler, buhar ve
ırmaklar oluşturabilecek,
ta ki gözlerin eriyinceye dek.)

Cortes bir güvercini kabul ediyor armağan olarak,
bir sülünü kabul ediyor, bir sitar alıyor
Kral'ın çalgıcılarından,
ama hazineodasını arzuluyor gönlü,
daha çok istiyor ve her şey
düşüyor açgözlülerin tabutlarına.
Kral görünüyor balkonda:
'O, kardeşimdir benim' diyor.
Halkın taşı vızıltıyla geçiyor yanıt olarak,
ve biliyor hançerlerini Cortes
aldatılmış öpücüklerin üstünde.
Geri dönüyor Tlaxcala'ya, rüzgâr
acıların tok sesini getirdi buraya.


Pablo Neruda
Los conquistadores
Canto General

Cuauhtemoc

Genç birader, anımsanmaz zamanlarda
asla dinlenmedin sen, asla avutulmadın,
ey delikanlı, dolandın Meksika'nın
metalik karanlığında, elinden alıyorum
çıplak memleketinin armağanını.

Orada filizlenip büyüyor gülüşün senin
ışıkla altın arasındaki bir çizgi gibi.

Orada işte dudakların, ölümle kapatılmış,
en berrak sessizlik, gömülmüş.

Dalgalanan kaynak, dünyanın
bütün körfezlerinde batmış derine.

İşittin mi, işittin mi belki
suyun sesini, uzak Anahuac'tan,
ezilmiş ilkbaharın meltemini?
Belki sevda ağacının sesiydi bu.
Beyaz bir dalgaydı Acapulco'dan.

Ne ki kaçtı yüreğin geceleri
bir geyik gibi,
sınırlara doğru, umutsuzca,
acımasız heykellerin arasında,
ürküten ayın altında.

Bütün karanlık düzenledi karanlığı.
Dünya kasvetli bir mutfaktı,
taş ve demlik, kömür karası buhar,
isimsiz duvar, sana seslenen
dokunaklı bir hüzün memleketinin
gece karanlığı maden-filizinden.

Ama bayrağında yok tek bir karanlık.

Müjdeleyen zaman geldi işte,
ve halkının ortasında
ekmek ve kök, mızrak ve yıldızsın.
Kâşif durdurdu seferini.
Moctezuma sönüp gitmedi
çürümüş bir taç gibi,
şimşek ve zırhtır O,
quetzal-kuşunun tüyü, halkın çiçeği,
gemiler arasında ateşli zırh çalısıdır O.

Ne ki sarıldı gırtlağına, taştan yüzyıllarcasına
sert bir el. Mühürlemediler senin
gülüşünü, mahvetmediler
gizlenmiş mısır-tanesini,
ama sürüklediler seni,
ey tutsak utkunun kumandanı,
senin ülkenin yaygın genişlikleri boyunca,
çağlayan ve zincirler arasında,
kumullar ve dikenler üstünde,
sabit bir direk gibi,
işkence edilen tanık gibi,
ta ki bir ip fırlatılıncaya dek
arılığın sütununa
ve yükseltinceye kadar asılmış bedeni
musibetli toprağın üstüne.


Pablo Neruda
Los libertadores
Canto General

Çağırırım Onları

Teker teker konuşacağım onlarla bu akşam.
Teker teker canlanacaksınız belleğimde,
burada bu akşamda, bu meydanda.

Manuel Antonio Lopez,
yoldaş.

Lisboa Calderon,
ihanet etti diğerleri sana,
yolundan yürüyoruz biz senin.

Alejandro Gutierrez,
seninle düşen bayrak
yükseliyor bütün dünyada.

Cesar Tapia,
yüreğin senin, yaşıyor bu bayraklarda,
çarpıyor bugün bu meydandaki rüzgarda.

Filomeno Chavez,
hiç sıkmadım elini,
ne ki burada senin elin:
ölümün öldüremediği eşsiz bir el.

Ramona Parra, parıldayan
genç yıldız,
Ramona Parra, narin kahraman,
Ramona Parra, kanla yıkanmış çiçek,
sen bizim arkadaşımız ve ey korkusuz yürek,
örnek alınası kız, altın partizan:
senin adına and içeriz ki bu kavgayı sürdüreceğiz
böylelikle dökülen kanın çiçeklenecek.


Pablo Neruda
La arena traicionada
Canto General

Çağrı

Başlamak için, temiz ve bölünmüş
gül için, gökyüzünün
ve havanın ve toprağın kaynağına – patlayan şarkı
söyleme isteğine, kudretli bir şarkının
dileğine, savaşı ve çıplak kanı
toplayan bir metale.
İspanya, süs değil, bir kadeh,
ama ezilmiş taş ve karşı konulmuş
buğdayın şefkati, ateşteki deri ve hayvan.
Yarın, bugün, adımlarında
bir sessizlik, garip bir cazibe gibi
umuttan bir şaşırma: bir ışık, bir ay,
harap edilmiş ay, elden ele bir ay,
çandan çana!
Doğumun anası,
pekişmiş yulafın yumruğu,
kahramanların kuru ve kanlı gezegeni.


Pablo Neruda
Yürekteki İspanya
Yeryüzünde Üçüncü Konaklama