Sayfalar

22 Kasım 2014 Cumartesi

Kış Bahçesi

Kış gelmekte. Sessizliğe ve sarıya bürünmüş
yavaş yapraklarla devredildi bana
o muhteşem yazdırım.

Kardan bir kitabım,
geniş bir el, bir kır,
bekleyen bir çemberim ben,
dünyaya ve onun kışına aidim.

Canlandı dünyanın söylentileri ormanlarda,
sonra yanık yaraları misali kırmızı
çiçeklerle çılgına dönüp tutuştu buğday,
şarabın yazısını takdim etmek için
güz geldi sonra:
hepsi geçti gitti, yazın son kadehiydi
o firari gök,
ve o gezgin bulut sönüp gitti.

Balkonda bekledim, büsbütün mutsuzdum,
sanki dünyaya ve yalnız kalmış
sevgilimin üstüne kanatlarını yaymak için
çocukluğun bütün sarmaşıklarıyla gelmişti dün.

Bildim sarkacağını gülün
ve geçici şeftali çekirdeğinin
tekrar uyuyacağını ve kök salacağını:
ve bütün deniz kararıncaya
ve yanardöner gök külrengine dönünceye dek
bir bardak hava yüklendim.

Sessizliğinin derisi gerilmiş dünya
devam eder şimdi,
gevşeterek sorgusunu.

Fazla konuşmadan büyüdüm,
soğuk bir yağmur ve çanlarla sarmalanmış
bir uzaklıktan düştüm buraya:
dünyanın saf ölümüne borçluyum
ateşimin filizlenmesini.


Pablo Neruda

7 Kasım - Zafer Günü İçin Kaside

Bu çifte yıldönümünde, bu günde, bu gecede,
bulacaklar mı ıssız bir dünyayı, karşılaşacaklar mı
umutsuz yüreklerdeki derin boşlukla?
Hayır, saatleriyle bir günden daha fazlası,
aynaların ve kılıçların bir geçit töreni bu,
gecesel köklerinden şafağı burkana dek
geceye çarpan çifte bir çiçektir bu.

İspanya’nın Güney’den gelen
günü, cesur gün
demirden tüyüyle, oradan geliyorsun sen,
çatlamış alnıyla düşen son kişiden
ve ağzında senin yanan sayılarınla!

Ve oraya gidiyorsun bizim
hâlâ yaşayan anımızla:
gündün sen, kavgaydın
sen, destekliyorsun
görünmeyen sütunu ve kaçışı barındıran
rakamındaki kanın doğacağı yeri!

Yedi, Kasım, nerede yaşarsın?
Nerede alazlanır yapraklar, biradere nerede söyler
doğrul diye vızıltın ve düşene: ayağa kalk!
Nerede büyür kanının defnesi
ve sızar insanın zayıf etine ve yükselir havaya
biçimlemek için kahramanı?

Sende, yeniden, Birlik,
sende, yeniden, ey dünya halklarının bacısı,
ey temiz memleketi Sovyetler’in. Bütün dünyaya
yayılmış yapraklar gibi büyük tohumun döner sana.

Kavganda, hiçbir ağlayış kalmadı artık ey halk!
Her şey demirden olacak, her şey dolanıp yaralayacak,
her şey kavranılmaz sessizlik bile, kuşku bile,
evet, kış elleriyle kuşku bile
arayacak yüreklerimizi dondurmak ve batırmak için,
her şey, sevinç bile, her şey demirden olacak,
zaferde yardımcı olmak için sana, ey bacı ve anne.

Seni inkar edene tükürülsün!
Saatlerin saatinde alsın cezasını o sefil,
kan revan içinde,
dönsün korkak
karanlık evine, bulsun defne yürekli olanı,
o cesur yolu, dünyayı savunan
o kardan ve kandan cesur gemiyi!

Selâmlıyorum seni, Sovyetler Birliği, bu günde,
tevazu ile: yazar ve şairim ben.
Babam demiryolu işçisiydi: yoksulduk her zaman.
Seninleydim dün, uzaklarda, o büyük yağmurlu
küçük ülkemde. Orada büyüdü alazlı
adın, ve halkın bağrında yandı,
cumhuriyetimin yüce göğüne dokunana dek!

Bugün seni düşünüyorum, herkes seninle!
İşlikten işliğe, evden eve,
kırmızı bir kuş gibi uçuyor adın.
Kahramanlarınındır onur
ve kanının her damlasınındır,
saf ve mağrur meskenini savunan
yüreklerden o muazzam birikimindir onur!
Seni doğuran o acı ve kahraman ekmeğindir
onur, açılırken zamanın kapıları
halktan ve demirden ordun şarkı söyleyip yürürken
kül ve ıssız toprak arasında, katillerin üzerine doğru,
zaferin temiz ve kutsal toprağında
bir ay gibi büyük bir gül ekmek için.



Pablo Neruda
Yeryüzünde Üçüncü Konaklama

Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Şiirin ilk dizesindeki "çifte yıldönümü", şiirin yazıldığı tarih olan 7 Kasım 1941’de, Madrid'de cumhuriyetçilerin milliyetçi taburlara üstün gelmesinin beşinci ve Ekim Devrimi’nin yirmidördüncü yıldönümü olmasına gönderme yapmaktadır.

8 Eylül

Bugün olan gün ağzına dek dolu bir kadehti,
bugün olan gün muazzam bir dalgaydı,
bugün bütün bir dünyaydı.

Bugün yükseltti dalgalı deniz
bizi bir öpüşün doruğuna,
ki titremiştik
bir yıldırımın çakışında,
ürkmüştük ve dibe batmıştık
birbirimizin kucaklayışında.

Bugün yaymıştık bedenlerimizi sonsuzca,
büyümüştük dünyanın sonuna doğru
ve kaynaşmıştık birbirimize sarmalanmış olarak
tek bir damlasında
balmumunun ya da meteorun.

Yeni bir kapı açıldı aramızda
ve henüz yüzü olmayan biri,
oturdu ve bekledi bizi orada.


Pablo Neruda
Kaptanın Dizeleri

Acı Çekmedim

Fakat acı çektim mi? Acı çekmedim. Sadece halkımın
acı çekmesinden ötürü acı çekiyorum. Yaşıyorum
içinde, yaşıyorum anayurdumda, bir hücre gibi
o sonsuz ve alazlı kanda.
Zamanım yok kendi acılarıma.
Kimse acı çekmemi sağlayamaz
bana temiz güvenlerini veren bu hayatlar olmadan,
ve bir hain gibi bıraktı ölü mağaranın
dibine vursun diye, ne ki geri döneceğiz
oradan ve yükselteceğiz gülü.

Cellat benim yüreğimi yargılasın diye
baskı yaptığında yargıçlara,
açtı o kararlı kitle,
halkım, o muazzam labirentini,
aşklarının uyuduğu o bodrumu,
ve orada tuttular beni, gözetleyerek
ışık ve hava gelinceye dek.
Söylemişlerdi: "Borçlusun bize,
sensin koyacak o soğuk işareti
o kötücül kirli isme."
Acı çektim, sadece acı çekememekten ötürü.
Biraderlerimin karanlık hapishanelerinden
geçememekten ötürü,
bütün acılarımla bir yara gibi,
ve her bir topallayan adım yetişti bana,
senin sırtına inen her bir darbe paraladı beni,
senin şehadetinden her bir damla kan
kanayan şarkıma sızdı gitti.


Pablo Neruda
Karanlıktaki Anayurduma Yeni Yıl İlahisi

Açlık Ve Öfke

Elveda, elveda çiftliğine, fethettiğin
gölgeye, o berrak dala,
kutsanmış toprağa,
öküze, elveda esirgenen suya,
elveda bayırlara, yağmurla gelmeyen
müziğe, o kupkuru
ve taşlı sabah kızıllığının solgun kemerine.

Juan Ovalle, sana elimi verdim, susuz eli,
taştan eli, duvardan ve kuraklıktan bir eli.
Ve dedim ki sana: beddua et o koyu kahverengi kuzuya,
o en merhametsiz yıldızlara, kurşun renkli bir diken gibi aya,
gelinsi dudakların kırılmış dallarına,
fakat dokunma insana, dökme henüz kanını insanın
dokunarak damarlarına, boyama henüz kumu kanla,
vadiyi yangınlar içinde bırakma düşmüş
atardamar dallarının ağaçlarıyla.

Juan Ovalle, öldürme. Fakat elin
yanıtladı beni: "Bu toprak
öldürecek, intikam almak
isteyecek geceleri, acılığında zehirden
bir rüzgârdır o yaşlı kehribar hava,
ve gitar benziyor bir suçlunun
sopasına, ve bir bıçaktır rüzgâr."


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı

21 Kasım 2014 Cuma

Adada Gece

Bütün gece seninle yattım
denizin yakınında, adada.
Yabanıl ve uysaldın sevinçle uyku arasında,
ateşle su arasında.

Belki çok geç
birleşti düşlerimiz
dorukta ya da dipte,
aynı rüzgârla kımıldayan dallar gibi yukarıda,
birbirine dokunan kızıl kökler gibi aşağıda.

Belki ayrıldı düşün
benimkinden
ve aradı beni
önce olduğu gibi
karanlık denizde,
sen henüz kendin değilken,
ben farkında değilken senin
yelken açmış geçiyordum yanından,
ve gözlerin aradı
şimdi sana cömertçe verdiğimi
- ekmeği, şarabı, aşkı ve yabansılığı -
çünkü hayatımın armağanlarını
beklemiş kadehsin sen.

Seninle yattım
bütün gece,
karanlık toprak dönerken
yaşayanlarla ve ölülerle,
ve ansızın uyandığımda,
henüz tam karanlık değilken,
kaydı elim belinde.
Ne gece ne de uyku
ayırabilirdi bizi.

Seninle yattım,
ve uyandığımda, ve ağzın
kurtulduğunda düşünden,
verdi bana toprağın lezzetini,
deniz suyundan, yosundan,
hayatının derinliğinden,
ve aldım öpüşünü,
sabah kızıllığıyla ıslanmış,
bizi çevreleyen denizden
bana gelmiş.


Pablo Neruda
Kaptanın Dizeleri

Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Adada Rüzgâr

Bir attır rüzgâr:
denizde, gökte
devineni dinle.

Götürmek ister beni: dinle
nasıl devinir dünyada
taşımak için beni uzaklara.

Sakla beni kollarında
sadece bu gece,
çarparken yağmur
denize ve toprağa
sayısız ağzıyla.

Dinle, nasıl da çağırır
beni dörtnalında
taşımak için uzaklara.

Alınlar bitişik,
ağızlar bitişik,
bizi yakan sevdaya
bağlı bedenlerimizle,
bırak essin rüzgâr,
ki götürmesin beni ötelere.

Köpükle taçlanmış
rüzgâr essin bırak,
bırak çağırsın ve arasın beni
karanlığının dörtnalında,
büyük gözlerinin altında
batmışken ben,
değil mi ki sadece bu gece
huzur bulacak, sevgilim.


Pablo Neruda
Kaptanın Dizeleri

Adalara Gelirler

Kasaplar adaları ıssız koydu.
şehitliği anlatan bu öyküde
Guanahani birinciydi.
Gülüşlerinin yokedildiğini gördü
balçığın oğulları, fırlatıldığını
gördü narin bedenlerinin toprağa,
ve öldükten sonra bile bir şey anlamadı onlar.
Bağlayıp yaraladılar onları,
yaktılar ve küllere dönüştürdüler,
derilerini yüzüp gömdüler toprağa.
Ve o zaman palmiyelerde
süpürücü bir valsi dans ettiğinde
boştu bu yeşil şölen yeri.

Yalnızca kemikler kaldı,
amansızca yığmışlar
bir haç gibi, Tanrı'nın ve insanların
büyük onuru için.

Narvez'in bıçağı yardı
ta mercan kayalıklarına dek
çobanların balçıklı toprağını
ve Sotavento'nun ormanını.
Haç burada, tespih,
burada Garotten'in kutsal Bakire'si.
Kolombus'un definesi, fosfor-aydınlığıyla Küba,
aldı sancağı ve dizleri
ıslak kumunda.


Pablo Neruda
Los conquistadores
Canto General

Adonis Gibi Angela

Bugün yattım masum genç bir kızın yanında
beyaz bir okyanusun kıyısında gibi,
korlu bir yıldızın
yavaş yörüngesinin ortasında gibi.

Sonsuz yeşil bakışından
aktı ışık kuru su gibi
berrak derin çemberlerinde
taze gücün.

İki alazlı ateş gibi göğüsleri
parladı dikelmiş olarak iki bölgede,
ve çifte bir akıntıda ulaştı ateş
büyük ışıklı ayaklarına.

Altın bir iklim olgunlaştı erkenden
bedeninin gündelik uzantılarına
ve doldurdu onu akın akın meyvelerle
ve gizli korla.


Pablo Neruda
Yeryüzünde Birinci Konaklama

Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Ağaca Giriş

Biraz akıl yürütmeyle, parmaklarımla,
yavaşça taşkın altında kalan yavaş sularla,
düşüyorum unutmabenilerin krallığı içine,
üzüncün inatçı yarıküresi içine,
unutulmuş harap bir oda içine,
acı yoncaların bir demeti içine.

Düşüyorum gölge içine, ortasında
tam da mahvolmuş şeylerin,
bakıyorum örümceklere, ve otlatıyorum
ormanları gizli bitmemişliklerle, ve dolanıyorum
arasında bileği bükülmüş ıslak liflerin,
özden ve sessizlikten yaşayan hayatın.

Uysal madde, ey kuru kanatların gülü,
çöküşümde tırmanıyorum yapraklarına
kırmızı bitkinlikten ağır ayaklarla,
ve katı katedralinde eğiliyorum yere
ve dövüyorum dudaklarımı bir melekle.

Benim duran orada, dünya renginin önünde,
önünde solgun ölü kılıcının,
önünde birleşmiş yüreklerinin,
önünde sessiz yığınının.

Benim duran orada, ölen kokulardan dalganın önünde,
sarmalanmış sonbaharla ve dirençle:
benim bir gömü yolculuğuna çıkan
senin sarı yara izlerinin arasında.

Başlangıcı olmayan ağlayışımla gelen benim,
besinsiz, uykusuz, yalnız,
karartılmış dehlizlere giren
ve senin gizemli özüne ulaşan.

Görürüm senin kuru akıntının devindiğini,
görürüm engellenmiş ellerinin büyüdüğünü,
işitirim deniz bitkilerinin
gıcırdadığını, denizle ve öfkeyle sarsıldığını,
ve duyumsarım içe doğru ölen yaprakları
ve senin korunmasız kımıltısızlığınla
yeşil maddelerini birleştiren.

Gözenekler, damarlar, şirinliğin dolaşımı,
ağırlık ve sessiz sıcaklık,
düşmüş ruhunu delmiş oklar,
uyuyan varlıklar kalın ağzında,
tatlı tüketilmiş ilikten toz,
sönmüş ruhlarla dolu kül,
gel bana, benzersiz düşüme benim,
gecenin düştüğü ve ezilmiş su gibi
sonsuzca düştüğü yatak odama düş benim,
ve bağla beni onların hayatına, onların ölümüne,
ve onların uysal maddelerine,
onların ölü nötr güvercinlerine,
ve tutuşturalım ateşi, ve sessizliği, ve sesi,
ve yakalım, ve susalım, ve çanlar.


Pablo Neruda
Yeryüzünde İkinci Konaklama

Ağacın Çizgisi

Elleri olmayan kör bir marangozum ben.
Suyun altında yaşadım, yiyerek soğuğu
kokan bir kılıf dahi oluşturmadan, o meskenler
o sedir ağacından diğerine, bize gurur verdi hep,
ve gene de ormanın dokusunda aradım ben şarkımı,
o gizli liflerde, dermansız peteklerde,
ve budanmış dallarda, doldurdu rayihayla
yalnızlığı, ağacın dudaklarıyla.

Her bir maddeyi sevdim, her bir damlasını
eflatunun ya da metalin, suyun ve başağın,
ve daldım içine o sıkı katmanın, sonsuz ateşle
ve titreyen kumla çevrilmiş,
dünyanın üzümleri arasında bir ölü adam gibi
donuklaşmış ağızla şarkımı söyleyene dek.

Balçık, çamur ve şarap sarmalamış beni,
gırtlağımın altında bir yangın gibi
çiçekleri açan o toprakla kaplı
kalçalara dokundum çılgınca,
ve taşların arasında kayıp gitti duyularım
kapanmış yaranın içine.

Nasıl dönüşebilirdim olmadan, bilmeden
zanaatım oluşmadan,
demirhane
benim gücümle kararlı,
ya da hızarlar, kışları yük hayvanlarının
havası.

Her şey şefkat ve kaynak oldu
ve ben sadece gecesel amaca hizmet ediyordum.


Pablo Neruda
Yo soy
Canto General

20 Kasım 2014 Perşembe

Ağaçların Dallarında Niçin Kalır Güz?

Ağaçların dallarında niçin kalır güz
yapraklar düşene dek?

Ve nerede asar o
kendi sarı pantolonlarını?

Doğru mudur güzün beklemekte olduğu
olacak olan bir şeyi?

Belki bir yaprakta titreyecek
ya da evren uğrayacak geçerken?

Toprağın altında bir mıknatıs mı var,
güzün kardeşi olan bir mıknatıs?

Ne zaman emredilir toprağın altında
gülün önceden belirlenmişliği.


Pablo Neruda
Sorular Kitabı

Ağır Ölüm

Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler, tanımadıklarıyla konuşmayanlar.

Ağır ağır ölür tutkudan ve duygulanımdan kaçanlar, beyaz üzerinde siyahı tercih edenler, gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında onarılmış yüreği küt küt attıran bir demet duygu yerine “i” harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler.

Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler, bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar, hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler.

Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar.

Ağır ağır ölür özsaygılarını ağır ağır yok edenler, kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler, ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar, daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler, bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar, bildikleri şeyler hakkındaki soruları yanıtlamayanlar.

Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden, anımsayalım her zaman: yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.

Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına.


Pablo Neruda

Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Şiirin son tümcesini, Rimbaud’nun “A’laurore, armes d’une ardente patience nous entrerons aux splendid villes” (“Şafak kızıllığında, ateşli bir sabırla silâhlanmış olarak gireceğiz o muhteşem kentlere”) dizesinden esinlenerek yazmıştır Neruda.

Ağıt

Yalnız başıma, ıssız yerlerde
ağlamak istiyorum ırmaklarca,
söndürülmek istiyorum, uyumak istiyorum,
uyumak senin hayli yaşlı mineralsi gecen gibi.

Neden düştü parıldayan anahtarlar
haydut ellerine? Ayağa kalk,
Ocllo, anatanrıça, bırak dinlensin gizliliğin
bu gecenin sonsuz yorgunluğunda
ve akıt öğüdünü damarlarıma.
Henüz dilemiyorum senden Yupanquierne'nin güneşini.
Uykuda konuşuyorum seninle, ülkeden ülkeye
bağırarak, Peru'lu anne,
sıradağların kasığı.
Nasıl sızdı hançer yığınları
senin kumul ülkenin içine?
Ellerinde kımıltısızca
duyumsuyorum metallerin yayılışını
yeraltı damarlarınca.

Senin köklerinden yaratıldım,
ne ki anlayamıyorum, toprak
sunmuyor bana hikmetini,
gördüğüm geceden başka bir şey değil
yıldız aydınlığı gök bölgeleri altında.
Hangi anlamsız yılan düşü
sürükledi kendini kankızılı o çizgiye?
Acının gözleri, kasvetli gelişme.
Nasıl geldin acaba bu kızgın rüzgâra,
neden, gazabın kayaları arasında
kaldırmadı havaya Capac
parıldayan balçıktan tiara'sını?
Bırak dayanayım acıya bayraklarının altında
ve gömeyim kendimi
bir daha parıldamayacak ölü kök gibi.
Katı gecenin altında, katı gecede
yeryüzüne inmek istiyorum
altın'ın ağzına erişmeye.

Yaymak istiyorum kendimi bu gecesel granitte.

Oraya umutsuz yazgımla erişmek istiyorum.


Pablo Neruda
Los conquistadores
Canto General

Ailelerdeki Melankoli

İçindeki bir kulak ve bir resimle
saklıyorum mavi bir şişeyi:
gece mecbur ettiğinde baykuşun tüyünü,
kısık sesli kiraz ağacı yolduğunda kendi dudaklarını
ve deniz esintisi çoklukla
delik deşik ettiği kabuklarla tehdit ettiğinde,
bilirim bulunur batmış büyük yayılmalar,
külçelerce kuvars,
balçık,
mavi sular bir vuruşa,
onca sessizlikten, yenilgiden ve kâfur ağacından,
kaybolmuş eşyalardan, madalyalardan,
okşayışlardan, paraşütlerden, öpüşlerden
çok sayıda damarlar.

Tek bir günün adımları var yalnızca öbürüne doğru,
yalnız bir şişe denizlerde yolcu,
ve güllerin vardığı bir yemek odası,
bir yemek odası, terk edilmiş
bir diken gibi: konuşuyorum
ezilmiş bir kadeh hakkında, bir perde hakkında,
taşları sökerek akan bir ırmağın çağladığı
ıssız bir odada bulunan derinlik hakkında, bu bir evdir
yağmurun temelleri üzerinde duran,
olmazsa olmaz pencereleriyle ve kayıtsız şartsız sadık
yaban şarabıyla iki katlı bir ev.

Gidiyorum akşamlar boyunca, ve dönüyorum eve
kirle ve ölümle dopdolu,
getirerek beraberimde toprağı ve köklerini
ve cesedin buğdayla, metallerle, devrilmiş fillerle
birlikte uyuduğu toprağın sınırsız karnını.

Fakat her şeyden önce korku dolu,
korku dolu ve ıssız bir yemek odası var
kırılmış yağdanlıklarıyla
ve akıyor sirke masaların altından,
ve durdurulmuş bir ay ışığı,
karanlık bir şey, ve arıyorum
bir karşılaştırmayı kendimde:
belki denizle çevrilmiş bir dükkândır bu
ve hırpanî paçavralar damlıyor tuzlu sudan.
Yalnızca ıssız bir yemek odası var
ve etrafında sonsuz genişlikler,
suyun altına konulan fabrikalar,
sadece benim bildiğim enlemler,
çünkü hüzünlüyüm ben ve yolculuktayım
ve tanıyorum toprağı ve hüzünlüyüm.


Pablo Neruda
Yeryüzünde İkinci Konaklama

Akışkan Kaymak

Acayip, garip aristokratlar
Amerika’mızda, yakın zamanlarda
alçıyla kaplanmış memeli hayvanlar, kısır
genç adamlar, kibirli budalalar,
kötülük dolu toprak ağaları, Kulüp’te
aşırı içkinin kahramanları,
banka ve borsa soyguncuları,
ahmaklar, züppeler, pısırıklar,
kaygan aslanları elçiliklerin,
solgun asil kızlar,
et yiyen çiçekler, kokulandırılmış
haydut mağaralarının zürriyeti,
kan emen tırmanıcı sarmaşık,
gübre ve ter,
boğan sarmaşıklar,
feodal boa yılanlarından zincir

Stepler titrerken
Bolívar’ın ya da
O’Higgins’in dörtnallarıyla (yoksul askerler,
acı görmüş halk, yalın ayaklı kahramanlar) ,
oluşturdunuz sizler yolu
kral için, papaz çukuru için,
bayraklarımıza karşı ihanet için,
ve halkın korkusuz
rüzgârı salladığında mızraklarını
ve bıraktığında anayurdu kollarımıza,
ortaya çıktınız sizler ve çevrimlediniz toprağı,
ölçüp ayırdınız çitleri, yığdınız
toprağı ve ruhları, bölüştürdünüz
polise ve tekellere.

Döndü halk evine savaşlardan,
yitti aşağıda madenlerde, kıvrımların
siyah derinliklerinde,
düştü taşlı pulluk izlerine,
kirli fabrikaları çalıştırmaya başladı,
üredi kiralık kışlalarda,
diğer acıklı yaratıklarla birlikte
tıka basa doldu meskenlerde.

Dibe vurana dek battı halk şaraba,
terk edildi, vampirlerden
ve bitlerden bir ordu tarafından
saldırıldı, kuşatıldı
duvarlarla ve devriye polislerle,
ekmeksiz, müziksiz, yollarda
sersem yalnızlığın içinde
Orfeus bırakmaz herhalde oraya
ruhu için bir gitarı,
bir şeritle ve umutsuzlukla
kendisini sarmalamış
ve köylüklerin üzerinden yoksulluğun kuşu gibi
şarkı söyleyecek bir gitarı.


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı


Simon Bolívar: 1782-1830 tarihleri arasında yaşamış general. Kolombiya, Venezüella, Ekvator ve Bolivya’da özgürlük savaşlarını yönetti. Güney Amerika’nın kuzey bölgelerini birleştirmeye çalıştı, fakat başarılı olamadı. Hayal kırıklığına uğramış bir şekilde ve sürgünde ölmüştü liman kenti Santa Marta’da.

Bernardo O’Higgins Riquelme: 1776-1842 yılları arasında yaşamış ve San Martín ile birlikte Şili’nin bağımsızlığını 1819’da kazanmıştır.

Orfeus: Yunan mitolojisinde, tanrısal şarkıcı.

Alandaki Ölüler

Düştükleri yere ağlamaya gelmiyorum:
sizlere geliyorum, sizleri yokluyorum, yaşayanları,
seni ve beni yokluyorum ve dövüyorum bağrını.
Daha önce de düşenler oldu. Ansır mısın? Elbet, ansırsın.
Aynı ad ve soyadları vardı onların da.
San Gregorio'da, yağmur dolu Lonquimay'da,
Ranquil'de dağılmış her rüzgarda,
İqueique'de kuma gömülmüş,
deniz boyunca ve çölde,
duman boyunca ve yağmurda,
bozkırdan adalar denizine dek
öldürüldü diğerleri de,
senin gibi Antonio'ydu adları
ve balıkçı ya da demirciydi senin gibi:
Şili'nin eti, yaralanmış yüzleri
rüzgarla,
bozkırın işkence ettikleri,
acıyla damgalanmış.

Anayurdun duvarları ardında,
yakınında kar'ın ve kardan cam butiklerin,
ırmağın yeşil yaprakları ardında,
güherçilenin ve başakların altında
gördüm halkımın kan damlalarını,
ve her bir damlası ateş gibi yanıyordu.


Pablo Neruda
İhanete Uğramış Kum
Canto General
28 Ocak 1946, Santiago de Chile

Alberto Rojas Jiménez Geliyor Uçarak

Korkutan kanatların arasından, arasından gecelerin,
manolyaların arasından, arasından telgrafların,
Güney’in rüzgârı arasından ve denizle ıslanmış Batı’dan,
geliyorsun uçarak.

Mezarların altından, altından külün,
donmuş salyangozların altından,
en son yeraltı sularının altından,
geliyorsun uçarak.

Daha da derinde, boğulmuş kızların arasında
ve kör bitkilerin arasında, çözülmüş balıkların
daha da derininde, bulutların arasında yeniden,
geliyorsun uçarak.

Kanla kemiklerin ötesinde,
ötesinde ekmeğin, şarabın ötesinde,
ötesinde ateşin,
geliyorsun uçarak.

Sirkenin ve ölümün ötesinde,
arasında çürümenin ve menekşelerin,
göksel sesinle ve ıslak ayakkabılarınla,
geliyorsun uçarak.

Elçilerin ve eczanelerin üstünden,
ve tekerin, ve avukatların, ve gemilerin,
ve yeni çekilmiş kırmızı dişlerin,
geliyorsun uçarak.

İri kadınların geniş elleriyle
saçlarını çözüp tarağı düşürdüğü
çökmüş çatılı kentlerin üstünden,
geliyorsun uçarak.

Şarabın sessizlikte loş, bulanık ellerle
kızılca bir ağaçtan yavaş ellerle
olgunlaşacağı mahzenleri geçerek,
geliyorsun uçarak.

Yitik havacıların arasından,
kanallar ve gölgeler boyunca,
gömülmüş zambaklar yanında,
geliyorsun uçarak.

Acı renkli şişelerin arasından,
anason ve bela çemberleri arasından,
ellerin yukarda ve ağlayarak,
geliyorsun uçarak.

Diş hekimleri ve toplantılar üstünden,
sinemaların ve tünellerin ve kulakların üstünden,
yeni bir takım elbiseyle ve sönmüş gözlerle,
geliyorsun uçarak.

Ölümünün yağmuru yağarken
tayfaların yolunu yitirdiği
duvarsız mezarının üstünden,
geliyorsun uçarak.

Boşanırken yağmur parmaklarından,
boşanırken yağmur kemiklerinden,
düşerken iliğin ve gülüşün,
geliyorsun uçarak.

Eriyip gittiğin taşlar üstünden,
aceleyle kışa doğru, zamana doğru,
yüreğin düşerken damlalarda,
geliyorsun uçarak.

Çimentoyla ve kara katip yürekleriyle,
ve hiddetli atlının kemikleriyle
çevrilmiş olan, sen değilsin oradaki,
geliyorsun uçarak.

Ey deniz gelinciği, ey benim soyum,
ey arılarla giyinmiş gitarcı,
saçındaki bütün bu gölgeyle yanlış bu:
geliyorsun uçarak.

Seni kovalayan bütün bu gölgeyle yanlış bu,
onca ölü kırlangıçlarla yanlış bu,
onca sızlanmayla kararmış toprakla:
geliyorsun uçarak.

Valparaíso’nun kara rüzgârı
dağıtıyor kömürden ve köpükten kanatlarını
geçip gittiğin göğü süpürmek için,
geliyorsun uçarak.

Vapurlar var, ve ölü denizin soğuğu,
ve kaval sesleri, ve aylar, ve bir koku
sabah yağmurundan ve kirli balıklardan:
geliyorsun uçarak.

Rom var, sen ve ben, ve benim ağlayan ruhum,
ve hiç kimse, ve hiçbir şey, çatlamış basamaklarıyla
bir merdiven yalnızca, ve bir şemsiye:
geliyorsun uçarak.

Orada uzanıyor deniz. Geceleri gidiyorum ve dinliyorum
deniz altından uçarak gelişini, yapyalnız,
bende şenelmiş deniz altı karartılı:
geliyorsun uçarak.

Duyuyorum kanatlarını ve senin sakin uçuşunu,
ve ölü suların sana çarpışını
kör ve ıslak güvercinler gibi:
geliyorsun uçarak.

Geliyorsun uçarak, terk edilmiş, yalnız,
ölüler arasında tek, her zaman yalnız,
geliyorsun uçarak gölgesiz ve adsız,
şekersiz, ağızsız, gülsüz,
geliyorsun uçarak.


Pablo Neruda
Yeryüzünde İkinci Konaklama


Alberto Rojas Jiménez 1900-1934 yılları arasında yaşamış, Neruda’nın arkadaşı Şilili bir şairdi. Züppelik derecesinde şık giyimliydi. En büyük hobilerinden biri, İspanyol şair Miguel de Unamuno’dan öğrendiği şekilde kağıttan kuşlar yapmaktı. 1930 yılında yayınlanmış “Chilenos en París” (”Paris’teki Şilililer”) adlı bir şiir kitabı bulunmaktadır. Paris’te yaşadığı dönemde Chagall’ın tablolarına özenerek yaptığı bazı resim çalışmaları da bulunmaktadır.

19 Kasım 2014 Çarşamba

Sana Yakın

Bir dostun sıcaklığına
öylesine
yaslamak istiyorum ki başımı
ya omuzunu uzat sevgilim
ya da telleri kopuk
bir kemanı

Kanadının altına sığınacak
bir kuş arayan
eskimiş saçak gibiyim sensiz
ya da bütün balinaların
kıyıya vurup
intihar ettiği
bir deniz

Bir hitit çanağıyım
toprağa gömülü
ve sen
ilk kazısını yapan
bir arkeolog ürkekliğiyle
ellerinin arasına
al beni

Tek dileğimdir çünkü benim
sana yakın bir sunay akın


Sunay Akın
Antik Acılar

Şamandıra

Hayırsız oğluyum babamın
hiç büyümeyen
hala Topkapı'ya doğru uzanır
kimsecikler görmeden
hınzır bir çocuk gibi
kapısını çalıp
kaçarım İstanbul'un

Hayırsız oğluyum babamın
ticareti sevmeyen
para için koşturulan
yarış atlarının terlerini
bir akvaryumda toplar
içinde denizatı
beslerim

Hayırsız oğluyum babamın
yollarda dalgın yürüyen
ama adliyenin çöplüğünde
bulduğu dolmakalemi
çocuklarına getirmek için
ortasından yapıştıran temizlik işçisi
kaçmaz gözlerimden

Hayırsız oğluyum babamın
bir parka
dikilirse bir gün şairlerin heykelleri
benim yerim boş kalsın
ve payıma
hayırsız ada açıklarına

bir şamandıra bırakın


Sunay Akın
Antik Acılar

Sarmaşık

Gökdelene tırmanan
sarmaşığın
kaçıncı kata ulaştığını
görmeye yeter
yaşantım


Sunay Akın
Antik Acılar

Böcek

Usulca verir misiniz
son nefesinizi
yolunu şaşırmasın
diye yastığınızda
gezinen
böcek


Sunay Akın
Antik Acılar




Yalnızlık

Şemsiye yapımcıları
ıslanmaktan
tek kişiyi koruyacak genişlikte
kesince kumaşları
yağmur değil
yalnızlıktır yağan

Daha da hüzünlendirir her gece
kentin sokaklarını
bekçinin nefesiyle
düdüğün içinde dönen
nohut taneciğinin
yalnızlığı

Ne çok sevinirim bilseniz
bir yılan
mezarıma girerde
göğüs kafesimin kemikleri içinde
kış uykusuna
yatarsa


Sunay Akın
Antik Acılar

Alfabe

Sağır ve dilsiz
ki okşarken
sevgilisinin tenini
elleriyle hem sevişir
hem konuşur


Sunay Akın
Antik Acılar

Düğme

Gözyaşları içinde
birkaç dakika aradı
kürtaj masasından kalkarken
takılıp kopan
düğmesini


Sunay Akın
Antik Acılar

Naftalin

Eksik olan
bir yanı vardı aşkımızın
bir filminde
üç beş figüran dövüp
ata binmemesi
gibi cüneyt arkın'ın

Haberin olsun
vermedim eskiciye
yırtık ayakkabılarımı
nasıl ayrılırım ki onlardan
kapınızın önünde
az mı çıkarıp
giymiştim

Naftalinledim bende kalan yün kazağını
söylemiş miydim size
naftalin
ki güvelere karşı kullandığı
kimyasal silahıdır
anıların


Sunay Akın
Antik Acılar

Meçhul

Mahalledeki çocukların
piç diye kızdırdığı
ayakkabı boyacısı
babasının özlemiyle
önüne kurar sandığını
meçhul asker
anıtının!


Sunay Akın
Antik Acılar

Jilet

Kamaralarında çıplak
kadın resimlerinin asıldığı
savaş gemisinden
bozma bir jilet
her traş oluşumda
hem okşar
hem kanatır
tenimi


Sunay Akın
Antik Acılar

Ölü Asker

Zeynep ve Derviş'e


Nasıl da çok istemiştim
savaşa gitmeden
sevgilimle evlenmeyi
ama nereden bilebilirdim
ki silahın
demirine çarpıp
saklandığım yeri belli edeceğini
parmağımdaki yüzüğün...


Sunay Akın

18 Kasım 2014 Salı

Bendeniz

Denizi sever en çok bendeniz
bir ırmak
ya da gölü değil
ama sıragöller
bana hep denizi
anımsatır

Ne kadar uzaklaşsam denizden
o denli artar
hem bir kentin
giriş tabelasına yazılan
hem de içki masasındaki
susuz rakım

Denizi sever en çok bendeniz
ve geriye
gemilerin ardında
bir anlık
bıraktığı gibi kalır
benden iz...


Sunay Akın
Antik Acılar

Cunta

Gördünüz mü keyfini
generalin
başını sıkarken
yüzünde çıkan
sivil'cenin


Sunay Akın
Antik Acılar

Madalya

Bayram yerinde canlandırılırken
kentin kurtuluşu
ayakları kesilen gazi
koltuk deyneklerini
bırakamadığı için alkışlamadığında
inandırır herkesi

Ölü askerlerin ceplerinden
topladıkları kanlı fotoğrafları
barış toplantılarında
sinema önündeki çocuklar gibi
birbirleriyle nasıl değiştirdiklerini
bilir generallerin

Kaç askeri
kendisine özendirdiğini de saymıştır
savaşın tam ortasında
kuyruğunu bırakıp
kumtorbaları arasından
evine kaçarken kertenkelenin

Bayram yerinde canlandırılırken
kentin kurtuluşu
ayakları kesilen gazi
hiç düşünmeden
değişir madalyasını
çorap kokusuna


Sunay Akın
Antik Acılar

Kafatası

Yurdundan çok uzaklarda
ölen bir askerin
kafatası
kendisini bulan
çocukların ellerinde
hiç bilmediği oyunlara
alet oluyor

İkinci defa!


Sunay Akın
Antik Acılar

Süngü

Kardeş payı
yapmak için mi
uzattın süngünü
elimdeki
elmaya


Sunay Akın
Antik Acılar

Şiirt

Avcının kıstırdığı ceylan
bir diğerine kaçıp
kolayca kurtulsun diye
omuz omuza vermiştir
yurdumun dağları

Tutuklansa yurdumdaki
böceklerin hepsi
diğerlerinden ayrı
bir hücreye konur
kitap güvesi

Ambalaj kâğıdı gibi kullanılır
başörtüsü yurdumda
bir çocukluk anısı olarak
güneşi paketler
genç kızların saçlarında

Ve sorunlarını
tartışırlar şiirin
yurdumun şairleri
tank paletleri altında
ezilirken şiirt!


Sunay Akın
Antik Acılar

Taht Ve Yüksük

Tahtların altındaki sümükleri silmezler
çünkü ata yadigarıdırlar
ve müzelerde
görmemesi için halkın
bir camekanın içinde
sergilenirler

Kapıları da hep devdir
dünyadaki sarayların
tokmağa uzanıp
sokaktaki çocuklarla
oynamasın diye
veliahtlar

Sakın beni tarihçi sanmayın
sayfalarını yırttım
yüz ünlü türk
adlı kitabın
terzi dükkanındaki resmine
içinde rastlamayınca
kılıncı dikiş iğnesi
kalkanı yüksük olan
babamın


Sunay Akın
Antik Acılar

Beyazperde

Artıyor kara çarşaflılar
yurdumun her köşesinde
neden olacak
siyaha boyanıp
kadınlara giydiriliyor
yıkılan sinemalardan
geriye kalan
onca beyaz
perde!


Sunay Akın
Antik Acılar

Filika

Batmak üzere olan
bir gemide
panik içindeyken herkes
ne de çok sevinir
ipleri çözülen
filika


Sunay Akın
Antik Acılar

Deniz

Vedat Günyol'a


Yaşlı bir devrimci
düşürmez hiç ağzından
özgürlük kelimesini
ve yatmadan önce
bir bardak su yerine
denize bırakır
takma dişlerini


Sunay Akın
Antik Acılar

İskele

İskelenin altına
sığınan deniz
bırak artık saklanmayı
savaş gemileri
çoktan geçip
gitti


Sunay Akın
Antik Acılar

17 Kasım 2014 Pazartesi

Harç

Bilemiyorum hangi gökdelenin
tuğlaları arasındadır
elele yürüdüğümüz
ve seni
ilk kez öptüğüm
o kuytu kumsal

Ama duyarım
bir mısır tarlasının
yüreğindeki telaşı
görülünce dağın ardından
kentin ilk gökdeleni

Daha kamyonlar dolusu
kum elenir
inşaat önlerinde
ayıklanır deniz kabukluları
yok edilir gibi
bir cinayetin izleri


Sunay Akın
Antik Acılar

Çatana

Galata köprüsü kaldırılınca
boynu hep
bükük kalacaktır
altından geçmek için
bacasını kıran
çatananın


Sunay Akın
Antik Acılar

At Kokusu

Son evi gösterin bana İstanbul'da
vapur sesinin duyulduğu
ki kapısını çalıp
söyleyeyim içindekilere
daha çok kedi yavrusu ezilsin diye
eski iskeleleri
sahil yoluyla ayırdıklarını
denizden

Karşılığında ben de size
kanaryası olup
kuaför salonuna dönüşmeyen
kaç mahalle berberinin
kaldığını söylerim
ya da kaç fötr şapkanın
tutsak olduğunu
köhne bir konağın
askısında

Kaç faytoncunun
artık taksicilik yaptığını da bilirim
ama söylemem
onu da siz bulun
dikiz aynasına takılı boncuklardaki
at kokusundan


Sunay Akın
Antik Acılar

Liman

Sıralanmış saksılar vardı
limana bakan
penceremizin önünde
ve çiçekler arkasında
ekmek kırıntıları serpen
martı yüzlü
bir anne

Terasta toplanan kadınlar
limandaki beyaz geminin
ışıkları yanınca
dedikodusunu yapmayı unuturlardı
tam o saatlerde sokaktan geçen
yazlık sinemadaki
biletçi kızın

Annesinin dizleri dibinden
hiç ayrılmayan
uslu bir çocuk gibidir
limandaki deniz
ama sokağa çıkıp
dalga olmak geçer
yüreğinden


Sunay Akın
Antik Acılar

Aile Boyu

Ezilmiş bir çocukluk benimkisi
bir iskelenin
vapurlarının yanaştığı yüzüne asılıdır
üç tekerlekli bisikletimin
lastikleri

Annesiz büyüdüm çünkü
yani serçeydim
kar üstündeki
ve arka bahçesinde
kasabın beslediği kuzu

Dudaklarımı, işte bu yüzden
aile boyu
bir şişeye değdirip
içmeyi severim
gazozu


Sunay Akın
Antik Acılar

Ayna Oyunu

Mahalledeki en güzel kızın
duvara aynasından
yansıttığı ışığı
nedendir bilmem
hep ben yakalardım
onca çocuğun
elleri arasından


Sunay Akın
Antik Acılar

Minare

Top oynayan arkadaşlarını
minareden gördüğü
için acelecidir
ezan okuyan
çocuğun sesi


Sunay Akın
Antik Acılar

Leblebi

Nasıl ayrılır
ürkeklik
ayakları ilk kez
bir mısır tarlasına
değen kargadan

Ne zaman
karar verir rüzgar
fırıldakla oynamayı bırakıp
kızların eteklerini uçuşturmaya

Ne yazar
anı defterine
kuru bir tarlaya
ilk düşen
yağmur damlacığı

Akıllı çocuğun
bilgisayarıdır leblebi
siz hiç anlamadınız mı
leb denmeden
bir şeyleri...


Sunay Akın
Antik Acılar

Giderken

Bilerek mi yanına
almadın giderken
başının yastıkta
bıraktığı
çukuru

Güveniyordum
oysa ben sevgimize
vapur iskelesi
ya da tren istasyonundaki
saatin doğruluğu kadar

Beni senin gibi
bir de annem terketmişti
ki göbeğimde durur
onun yokluğundan
bana kalan
çukur


Sunay Akın
Antik Acılar

Reçel

Gülemedim ki hiç
hasta yatağının başucunda
haberi bu yüzden
yoktur annemin
sol yanağımdaki
gamzeden

Komodinin üstündeki
ilaçların sayısı arttıkça
kutularından yaptığım
gökdelenin uzamasına
sevinirdim

Ve bilmezdim
annemin yaşantısındaki
renkliliğin yalnızca
raflarda dizili
kavanozların içindeki
reçeller olduğunu


Sunay Akın
Antik Acılar

Alacak

Yol kenarındaki
yağmur mazgallarını
kumbara sanıp
harçlığımı atardım
bu yüzden en çok
denizden alacaklıyım


Sunay Akın
Antik Acılar