Şiir, Sadece: 2014-12-28

3 Ocak 2015 Cumartesi

Bir Yel Esiyor Dünya Kavşaklarında...

Dondurucu soğuk
bir yel esiyor ülkenin ıssız sokaklarında
rüzgâr tozu dumana katıyor
uçuşuyor sigara izmaritleri bulutlar kağıtlar
sokaklarda koşuşan kimi yayalar
yel esiyor damlarda bacalarda köprü altlarında
yel esiyor hapishane koridorlarını arşınlayan tutukluların
                         çıplak bacaklarında
yel esiyor hastane kapılarında doğum yapan kadınların
                         kanlı göbeklerinde
yel esiyor gecekondularda
yel esiyor meyhanelerde
yel esiyor eski kral sarayında

Savaşta ölenlerin anısına dua



Kürsüler
Bakanların silindir şapkaları
monokl
eldivenler
değerli kürkler
askerler hazırolda
parıldayan kasaturalar ardında
halk küme küme

Suratlar dörtköşe buruşuk
yüzler soğuktan solgun dumandan solgun
kalın güçlü çeneler çürük dişler
gözler kasketler altında kırışık
kıpkırmızı asık

Huzur ver kullarına Tanrı
aleluia
bir yel esiyor
Yarı uykulu bir yaşlı adam
giysisi kirece bulanmış bir inşaat işçisi
çıkmazdayız
Slavlar tehditler savuruyor
savaş
Bakan konuşuyor dikkat
savaş
aleluia
yel esiyor devlet kapılarını aşındıran malul gazilerin koltuk
                              değneklerinde
yel esiyor sokak kenarlarında gitar çalan âmâların
                              çalgılarında
yel esiyor ölülerin kemikleri arasında
Bir kadın sıkıca sarılmış çocuğuna
çocuk acıdan kıvranıyor
kes sesini Bakan konuşuyor
bir ekmek fırını işçisi yere tükürüyor
alçaklar
aleluia
tükürüğü una bulaşıyor maya kabarıyor
yarının ekmeğine hazırlık
alınız yiyiniz
bir yel esiyor


Kanalizasyon beton havagazı işçileri
çöpçüler inşaat mezbaha işçileri
pazarda yeşillik satan kadınlar
koltuk altlarında ellerini ıslatan kızlar
sularda aşınmış kocaman kıpkırmızı eller
Ulusumuz tehlikede…
vatan millet uğruna…
kısa kesmeniz gerekecek ekselans
çaya bekliyorlar bizi
o dertsiz tasasız yerde
bir dilenci taşaklarını karıştırıyor sürekli
Meçhul asker üşümüş donmuş sulu kar altında
bir yaşlı adam ağzındaki kestaneyi çiğniyor
bir fahişe bir Amerikalının kolunda
bir genç kız çocukken okuduğu duaları anımsıyor
"ve dünyada barış"
bir yel esiyor.
Yel esiyor kiliselerin basamaklarında bekleşen dilencilerin
                             avuçlarında
yel esiyor üşümüş donmuş gibi aş ocakları önünde bekleşen
                             insan kuyruklarında
yel esiyor yetimhanelerde genelevlerde çocuk bakımevlerinde
yel esiyor
yel esiyor

– Ulusun güvenliğini korumak durumundayız
– İşçiler işlerinden atılacakmış yarın –şimdi ne olacak
– Yardım elinizi uzatın biz yoksullara
– Mutludur açlar ve susuzlar
– Vatanın özgürlüğü
– Hastaneye götürdüm parasız olmaz dediler
– Silahlanmak zorundayız
– Öldü
– Çakmaklara fitil... çakmaklara fitil
yel esiyor
ne olacak bu halimiz
gelin alın kardeşlerimiz dinamit fitillerimiz de var
Zaman ve de kızılın çopurlaştırdığı suratlar
açlığın iş kazalarının izlerini bıraktığı suratlar
bozuk kirli sakallar uzamış suratlar
yabansı bir gülümsemenin kıskacı arasında kalmış suratlar
kadın memelerini andıran geniş suratlar
örs gibi sert suratlar
Bir kadın memesini çıkarmış yanakları solgun bir bebeği
                              emziriyor
bulutlarla bayraklar birbirine dolanmış
ölüm bir generalin maskesiyle dünya turunda
kara giysilerini yıkıyor kadınlar gözyaşı dökerek
gözyaşı döküyor insanlar sokak köşelerinde tarlalarda
gözyaşı döküyorlar siperlerde hastanelerde iş bulma
                              kurumları kapılarında
gözyaşı gözyaşı
ölümden sonra da yaşayacak gözlerimiz
gözyaşı dökmek için
yel esiyor

Birbirine dolanıyor rüzgârdan sesler yıllar elektrik telleri
bir tütün işçisinin dişleri kasaturalara dolanıyor
sayın Bakan bir siyah köpeğe dolanıyor rüzgârdan
bebeğini emziren kadının memesi yöredeki kilisenin kubbesine dolanıyor
yel esiyor
Kentin camları bulanık kirli
açlıktan kokan nefesimizden
gömülen ölülerimizin ağızları açık
ölülerimiz aç
Eşikte oturan küçük bir kız
babasınını koltuk değneğini bir beze sarmış
taşbebek gibi
ninni söylüyor
ninni ninni
Belimizi büküyor sarayların ağır gölgeleri
yollar nefes nefese koşuşuyor
pencereler kör
bir yel esiyor

Bir loğusa inliyor biçimi bozulmuş gökyüzü altında
kocası yollara düşmüş bir mum dileniyor
yeni doğan çocuğun odasını aydınlatacak
Yeşillik toplayıcı kadınlar tarlalarda
önlüklerine kurşun çürük postal sararmış mektuplar
                              doldurmuşlar
doğurun analar doğurun
karın ağrıları sizin
doğum inlemeleri sizin
parçalayın giysilerinizi sarın bebeklerinizi
koruyun onları soğuktan
doğurun analar doğurun
savaş için yeni ölüler gerek
bir yel esiyor
Yel esiyor hamalların yırtık giysilerinde
yel esiyor işsizlerin donlarında
yel esiyor
yel esiyor halkın öfke dolu yüreklerinde
Bakan elini sallıyor
kapkara gökyüzüne
elleri ihanetin şeklini çiziyor
Haç çıkarıyor bir yaşlı kadın güçlü Tanrım diyerek
Batılıların tanrısı kuşkusuz

Bir çöpçü soğuktan titriyor
dişleri zonkluyor sürekli
öfke dolu bir şarkı mırıldanıyor bu arada
ey efendiler
kimdi sesini yükselten
hiç kimse
yel esiyor
Sebzeciler marangozlar doğramacılar
liman hamalları çamaşırcı kadınlar taş ocakları işçileri
un çuvalları taşıyıcıları
80 kilo her biri
belediye tuvaletlerini temizleyen yaşlı kadınlar
amonyaktan kıpkırmızı olmuş gözleriyle
Rüzgâr uğulduyor sokaklarda caddelerde istasyonlarda
evlerin damları teller kampanalar uğulduyor
uğulduyor gelmekte olan yıllar
İki işçi sessizce konuşuyor
duyulmuyor söyledikleri
insan eli gibi sallanıyor geniş dudakları
darbe indirecekler sanki
Pırıl pırıl bir araba durdu
iki dazlak adam ve bir şişman kadın indi içinden
vatan için özveri gerek
Bankalar boydan boya geniş kaldırımlara uzanmış
avlarını sindiriyor tarih öncesi hayvanları anımsatırcasına

Yaşlı kadın buz gibi havada çıplak yatan meçhul askeri
                              anımsatırcasına
atkısını çıkarıp örtüyor soğuktan titreyen bu çıplak çocuğu
Kütük gibi sert suratlar
balta gibi keskin suratlar
kızıl bakır yeşili kül rengi suratlar
uçsuz bucaksız ufuklar gibi derin sular
dünyayı bir saatte kurabilen
ve bir saniyede yıkabilen eller
taş gibi kaba yazgısı belli suratlar
Bir kömürcünün yüzünde kara gözler
kırmızı tehlike feneri sanki gecenin içinde
bir gün
kozlar paylaşılacak
kim konuştu
kimse
bir yel esiyor
savaş
savaş
–gecenin içinde bir ses
Rüzgâr yaşlı kadının atkısını alıyor
yukarılara çekiyor
yayarak
atkı büyüyor büyüyor
kocaman siyah bir ahtapot gibi
ülkeyi kaplıyor

Yollar tarihler kişiler birbirine dolanıyor rüzgârda
savaş alanlarındaki tozlar sürüklene sürüklene
Avrupa'yı sarıyor giderek
bir yel esiyor tarlalarda limanlarda yollarda
Asya'nın büyük yangınları camlarımıza yansıyan
gecede bir çığlık
S.O.S
S.O.S
tehlike nerede
bir yel esiyor asker ve karanlık dolu trenlerin geçtiği büyük
                             tünellerde
gidiş nere
S.O.S
dünya batıyor
bir yel esiyor tepelerde kavşaklarda kiliselerde
Alman kızları basamaklara oturmuş şarkı söylüyor
                             üç arkadaş
                             yola çıkmış
                             Ren nehrine gitmekti amaçları
Alman gençleri yolda giderken
savaş patladı
şimdi yabancı bir ülkede
toprağın altında çürüyorlar
                             oysa Ren'e gitmek
                             içki içmekti amaçları...
el hareketleri olaylar kanlar birbirine dolanıyor rüzgârdan
yerinden oynatıyor sınırları rüzgâr
özgürlük heykeli devriliyor yerine kocaman bir tahta haç
                             dikiliyor
bulutlar halklar ateşler
allak bullak oluyor
bir yel esiyor
garip bir yel esiyor bu akşam
dünyanın biçimini değiştirerek

Askerler ayaklarını yere vuruyor
ısınmak için
sulu kar akıyor miğferlerinden
Bakandan sonra bir general çıkıyor kürsüye
hail Hitler
ay bağışlayın beni
vatanın özgürlüğü –demek istedim
eldivenler alkışlıyor
çocukların aşınmış paltolarından
sivrilmiş açlıktan çökmüş omuzları gözleniyor
Bir grup genç kız kahkahalar atıyor
bir sarhoşun açık pantolonuna bakarak
Küçük kız sürekli mırıldanıyor
ninni ninni
koltuk değneği uyur mu ki
savaşı anımsıyor sürekli
bir yel esiyor

Katran gibi beton gibi suratlar
çiğnememe eğitimi yapmaktan güçlenen kalın çeneler
süngülerden keskin gözler
dünyayı kurtarmaya hazır eller
öncesiz ve sonrasız
Gürültü yapmayın
sesiz durun
ölüler uyanacak
uyanacağız
yel esiyor küçümsenenlere çıplaklara
Biri yere yıkılmış
kimdir kimdir o
iki polis koşuyor
yok bir şey
bir işsiz
bayılmış
bir yel esiyor
ölmüş olabilir
aleluia
kavşaklar kocaman birer haç gibi toprağa yaslanmış
süngüler pırıl pırıl
insanlar için her şey boş
pis gammaz
kederli yüzler
yel esiyor ne olacak halimiz
aleluia aleluia aleluia

bir sessizlik oldu birden.
Güneş inmeye başladı. Batının alevleri içine
Ve gökyüzü kıpkırmızı. Toprak da kırmızı. Kan gibi.
Ve dünya tümüyle sessiz.
Ve tepelerin ardından yavaş yavaş öne doğru gelen
Büyük karanlık yürüyüş kolları beliriyor.
ovalardan derbentlerden, dağlardan
tüm yollardan geçmeye başlıyor
savaş ölüleri.
Uzun siyah sıralar düzeninde ilerliyor savaşa gidercesine
adımlarını sürerek yalpalayarak
vücutları öne eğik çok yürümekten sanki
uzun süre beklemenin verdiği yorgunluktan olacak.
Topallayarak yavaşça derinlerine doğru gidiyorlar
                              dünyanın.
Dünyada sürekli bir titreyiş ve sonra bir patlama
siyaha çalan yeşil bir el topraktan çıkıyor
çürük parmaklarını gererek.
Ölüler yavaşça ayağa kalkıyor
diğer ölüleri çiğneyerek ilerliyorlar
onlar da sürünerek arkadaşlarına tutunuyorlar ve
                              katılıyorlar yürüyüşe
ve kollar çoğalıyor çoğalıyor milyonlarca ölü.

Ve gökyüzü kızıla boyanıyor dünya yanıyordu sanki.
Siperlerden yeraltı geçitlerinden deliklerden çıkıp geliyorlar
                              sürekli
ovalardaki toplu mezarlardan geçiyorlar
gübre küreklercesine atıldıkları toprağın altından.
Paramparça kanlı çamura bulanmış kaputlarıyla
cam gibi parıldayan faltaşı gibi açılmış gözlerle
süngülendikleri anı anımsatıyor
yüzlerindeki kasılma çıkardıkları çığlık.
Viraneye çevrilmiş savaş alanlarından geliyorlar
yüzleri darmadağın toprakla kaplı
yere düştüklerinde diğerleri üzerine basıp ilerlemişler
ve gün boyunca postallar tekerlekler atlar çiğnemiş sürekli
                              onları
top sesleri ve dumanlar eşliğinde.
Bağırsak oyulmuş parçalanmış çürümüş
nefes almakta güçlük çeken kafalar eğik
ve ağızları yaralı bir delik gibi açık.
Kızıl kocaman güneşin batımında yavaşça
yürüyorlar yürüyorlar.
Kimileri dökülen iç organlarını ellerinde taşıyor
kimileri topraktan sökülmüş haçları taşıyor omuzlarında
                              tüfek gibi
kimileri kemiklerine saplanmış top mermisi parçalarını
kimileri de vücutlarına batmış tel örgülerin parçalarını
                              taşıyorlar
makineli tüfeğin onları tararken ellerine saplanan.

Bombalanmış kentlerden kaçan saçları darmadağın
                              kadınlar
çürümüş memelerine dayadıkları parçalanmış yavrularıyla.
Krematoryumlarda kömür olmuş simsiyah iskeletler
yanık çarpık ağaç köklerini anımsatan
heyecandan bitmek üzere olan.

Yavaşça ilerliyorlar alınlarında kalın yağlı bir ter
yüzlerinden aptalca bir gülümseme beklentisi olmayanlarda
                              görülen
korkunç bir karar alanların gülümsemesine benzer.
Ve ilerliyorlar kıvrılarak çöreklenerek
yer verin yer verin ölülere.
Ve güneş gün batısındaki yarınlara iniyor.


Nereye gidiyorlar
durdurun durdurun bunları
genareller komutlar veriyor
bakanlar ve orospular tir tir titriyorlar
durdurun onları

Yere yuvarlanıyor melon şapkalar
kürkler canlanıyor yeniden kadınların boğazlarını ısırmaya
                             başlıyor
ölülerin korkunç gölgeleri kemiklerini eziyor
bu dayanılmaz gölge tedirgin ediyor yetkilileri
suratlarını buruşturuyorlar sürekli
Asker hücum
subaylar hücum
tüm birlikler tüm silahlarla
hücum.
Gamalı haçlar genarellerin göğüslerine batırıyor dişlerini
korkulu gözleri asfalta dökülüyor örümcekler gibi
ölüleri öldürmek olası mı ekselans
ha - ha - ha
Askerler solgun
ellerindeki silahlar koltuk değneklerine dönüşüyor
daha sonra da mum oluveriyor
sonra yine değişiyor
ve ne silah ne asker görünüyor ortalıkta


Ölüler
               ilerliyor
                                sesizce
kamyonları tankları devirerek
süngüleri trompetleri çiğneyerek

Hücum
ha - ha - ha
Bir kadın inliyor: oğlum diyor
ve bir ölünün ayaklarına kapanıyor
bir taş ocağı işçisi de
ağlamaklı
bir inşaat işçisi katiller
diye bağırıyor
elini kaldırıyor bir taşıyıcı
yumruğu konaklar üzerinde asılı kalıyor
imdat
onlarla birlikte
katiller
oğlum oğlum...
Ve bir yel esiyor yeniden
Ve ilerlemeye başlıyor o halk yığını
kalkan yumruklar bir orman sanki
sonsuz bir uğultu
barış
barış
Ülkelerin kocaman saatleri cızırdayarak iteliyor zamanı
inşaat işçileri iskelelerden iniyor ve yürüyorlar
şoşe yollarını düzenleyenler baltalarını omuzlarına alıyor ve yürüyorlar
barış
barış
Duvarlar evler meydanlar duraklar
bu karanlık kalabalığa bakıyor şaşkınlıkla
dünyayı titreten
ve yeniden yaşatan
maden ocaklarından hendeklerden kanalizasyonlardan
                               geliyorlar
zamanın derinlerinden yol silindirlerine binerek
kulak verin
tarihin nefesini andırıyor çıkardıkları gürültü

Köylüler dirgenleri omuzlarında yürüyorlar
rüzgâr başakların arasında uğulduyor
danaları avlularda meliyor
sopalar baltalar havada
dünyanın bu kocaman gırtlakları
alabildiğine dolduruyor yolları
geliyoruz
yol verin
bir çığ gibiyiz yuvarlandıkça büyüyen
Binlerce nefesten oluşan kocaman bir humma
kilise derinliklerindeki mumlar eriyor sürekli
gökyüzü sarsılıyor hızlı kalp atışlarından
çok uzaklardan geliyoruz
çok uzaklara gidiyoruz
çamur kan dolu yollarda yürüdük
çocuklarımızın kemikleri üzerinde yürüdük
binlerce yıl yürüdük sürekli
geleceğin balta ve asitlerden biçimi değişen suratları
balyozları elinde oyuncak gibi oynatan ve de dünyanın
                              geleceğini
barış

Tren düdükleri
ufuklardan gelen büyük bir gürültü
çan çalıyor binlerce el
çolaklar ağızlarıyla yakalıyor ve çekiyorlar ipleri
kadınlar flamalar gibi kaldırıyorlar yavrularını havaya
yel esiyor saçlarına
yel esiyor saçlarını bayrak gibi sallandırarak
tohum atmak istiyoruz
dokumak istiyoruz
doğurmak istiyoruz
barış
barış
Bir yel esiyor dağılıyor bulutlar
ve bu pejmürde kalabalığın üzerine
bir ışık şelalesi düşüyor birden
ekmeği yoğuran ve ekmekten yoksun olan bizler
kömürü yerden çıkaran ve soğuktan donan bizler
her şeyden yoksun olan bizler
dünyanın egemeni olmak amacını güden bizler
barış
barış
biz emekçiler

Bir yıldırım gibi evlek açıyor yarınlar başkentlerde
genişliyor ülkeler halkaların dirsek dayatmalarından
baltalar gibi iniyor gölgeler saraylara
bir yüksek ateşin nabzıdır duyulan bu gürültü
- geleceğin ta kendisi bugüne doğru geliyor sanki
Âmâlar karanlıkta titrek burun delikleriyle
doğacak yeni güneşi koklamakta
maden ocaklarında gömülen bizler
eriyen madenlerin içine çığlık atarak düşen bizler
barış
barış
sizleri alıp götüren yel
soluklarımızdan körüklerimizden çıkan yeldir
Binlerce insan ilerliyor
asık suratlı
kaba yapılı
kirli
Tanrıya inanmakta güçlük çekerek
yeni kocaman bir Tanrı taşıyarak
kendi güçlerini
dünyanın her yerinde ağlayan bizler
dünyanın tüm kutsal inançlarını lanetleyen bizler
tüm dünya dillerinde şarkı söyleyen bizler
barış
barış

Dünyanın tüm noktalarından yürüyorlar
kalın ayak tabanlarıyla sınırları yıkarak
sert nasırlı elleriyle kızıl ufukta
yeni bir geleceğin şeklini çizerek
Ve yel geliyor peşlerinden
büyük yel izliyor onları
yel geliyor peşlerinden gürül gürül
barış
barış
barış


Tasos Livaditis
Bir Yel Esiyor Dünya Kavşaklarında...

2 Ocak 2015 Cuma

Güllü İle Hamza

Nerede Padişah'ın kızı Güllü
Nerede dağlar tutkunu Hamza
Umut bir korku gibi görünürdü
Bilmedik uzaklarda sevinçler olmasa

Eskiden de sevinç çok kişilikti
Yalnızlık sevemezdi kendini uzun uzun
Tutku bir kesinlikti
Bir nergis inadıydı kendine inanmakta

Deniz bir başka yokluğu uyurdu
Dağ ayrı yerde dalardı uykuya
Bir yalnızlık bir umuda katılmasa
Yalnızlıktan ve umuttan korkulurdu

Nerede Padişah'ın kızı Güllü
Nerede dağlar tutkunu Hamza
Biri yokluğu bilmeyen umuttu
Biri sonsuzluklardı uzak dağlarda

Sessizlik yalnızlığın simgesidir
Simyacılarca bulundu çok önce
Daha Yusuf ile Züleyha zamanında
Çıplak ayakla koşarken sarayları

Daha o zaman bulundu
Belki biraz daha da eskidir
Simyacılar bile yoktu o zaman
Yalnızlık kendini sessizliğiyle bilir

Umut yalnızlığın düşmanıdır
Bir akşamüstü beklenmeden doğdu
Umudun doğumunu yalnızlık gördü
Doğuşu bir yalnızlık konusu oldu
Bir arada büyüdüler kavga gürültü
Şimdi ikisi de kesin kavgadır
Rüzgârlar denizde kıyılara vurdukça
Şimdi yokluk bir bilinmez geçittir
Adı bilinmezlikte sonsuzluk olmadıkça

Güllü yalnızlık bilmeyen umuttu
Hamza bir yağmur tadıydı dağlarda
Güllü sevinçlerde sonsuzluktu
Hamza kimsesizlikti yalnızlıkta
Kocaman sarayın avlusunda
Güllü bitmezlikti çığlık çığlığa
Hamza koyunlarını güderken uzakta
Yıldızlar yanıp sönerdi
Gece biterdi birden
Gün olur akşam olurdu
Zaman taylar gibi koşar giderdi

(Sen her zaman bir çocuksun
Büyümeleri öğrenemeden
Adın ister yalnızlık olsun senin
İster eksiksizlikte umut olsun
Sen her zaman tutkusun
Koşmak seslenmek bağırmak içinsin
Sevinçsin
Çığlık çığlığasın her kıyıda)

Dağda çoban ateşleri yakan Hamza
Yüceleri türküyle söyleyen gene o
Aşkları bilen Hamza
Ayrılıklardan anlayan gene o
Dağların en büyük bilgini yalnızlık sevdalısı
Sessizliklerin öz kardeşi çığlıkların nişanlısı
Yoklukları bilen Hamza
Yaşarlıktan anlayan gene o

Yemyeşil bir yamaçta bir özgürlüğü anan
Bir ağaç dibinde ilkyazı karşılayan
Yağmurla rüzgârla sarmaş dolaş
Dağların sevdalısı
Yıldızlarla konuşan gene o

Umudun bitmezlikten yılmadığı
Kimsesizliğin sevinçle anlaştığı yer
Gündüzlerden aydınlıkken geceler
Öfkeyle zorlanınca bekleyişler
Bekleyeni olmayan gene o

Düşleri dünyalarca büyük
Yaşarlığı tutsaktı sarayda
Umuttu - umuduna ışıdı okyanuslar
Belki hiç varılmamış kıyılarda

Sevgi bir sonsuzluğu özlemekse
Bitmezlikte özler dururdu seni
Olmazlığı görmemiş bir çocuktu
Bir yarın gibi duyardı kendini

Sevincin onmazlığıydı Güllü
Hangi gemiler geçer sevdalardan
Hangi gemiler gider tutkulara
Düşlerinde koşa koşa arardı

Bahçede güller sardunyalar limonlar
Ihlamur aslanağzı ve akasyalar vardı
Bir umuttu büyürdü sonsuzlukta
Her yokluktan bir bitmezlik umardı

Nice gemiler gitti uzaklara
Nice uzaklarda mevsimler değişti
Güllü şimdi umuttur kıyılarda
Dünyada bir gün bile eskimedi

Bir gün saraya süt getirdi Hamza
Sütü aşçıbaşıya verdi
Sonra çıktı sarayın bahçesine
Bir ağaç altına uzandı dinlendi
Yorgundu uyuyup kaldı
Sarayın bekçileri Hamza'yı bilirlerdi
Gördüler ama ses etmediler

Hamza uyandı
Güneş dalların arasından indi yere
Dalların ardı pembeye boyandı
Bir kuş öttü bir sessizlik uzandı
Sinekler gerindiler
Hamza yerinden kalktı
İki adım yürüdü

Hamza batan güne daldı
Birden Padişah'ın kızı Güllü'yü
Çiçek toplar gördü biraz ötede
Yıllar önce yaylada koşup oynadıkları
Ağaca tırmandıkları güzel Güllü
Şaşırdı Hamza'yı görünce
Gül demetini elinden düşürdü

Güllü Hamza'yı görünce utandı
Şaşırdı sendeledi
Hamza yetişip tuttu
Düşen gül demetini Güllü'ye verdi
Güllü Hamza'ya hiçbir şey demedi
Hamza da Güllü'ye ses etmedi
Sessizdir aşk

Bir süre yan yana durdular
Batan güne karşı
Günün son ışıklarını gözlediler
Sessizliği dinlediler
Yapayalnız

Güllü elindeki demeti Hamza'ya verdi
Hamza gün batınca çıktı saraydan
Güllü sabaha kadar uyumadı
Hamza yıldızlarla konuştu sabaha kadar
Mavidir aşk

Süt götürmek Hamza'nın işi değildi
Ertesi gün sığırtmaç iyileşti
Sütü saraya götürmeye hazırlandı
Hamza ben gideyim dedi babasına
Babası dinlemedi

Hamza yalvardı sığırtmaca
- Yarın gene ateşler içinde yat
Saraya bir daha gideyim
Bir gün daha o işi bana bırak

Sığırtmaç sözde gene hastalandı
Beklediler beklediler gelmedi
Güyümü Hamza götürdü saraya
Sonra gene serildi ağacın altına
Gözüne bir damla uyku girmedi
Gün çekildi güneş battı
Güllü gelmedi

Saraydan çıkarken çalındı kulağına
- Güllü bu gece hastalandı
Gene iş çıktı Müneccimbaşı'na
Gene iş çıktı hekimlere

Haber iki günde yaylaya ulaştı
- Hekimler çare bulamıyor
Dört bir yana haber salındı
Bir ilaç bilen varsa gelsin
Hastalığı geçirene armağanlar sunulacak
Güllü gitti gidiyor

Hamza başını ellerinin arasına aldı
Düşündü
- Gül suyuna iki karanfil atsam
Bir çaydanlık ıhlamur kaynatsam
Çiçek tozları serpsem üstüne
Hepsini karıştırıp şişeye koysam
Üstüne bir kelebek resmi çizsem
Yarısını kendim içsem
Yarısını da Güllü'ye götürsem

Bir sabah elinde şişeyle
Sarayın kapısını çaldı Hamza
Kapı bekçisi kırıldı gülmekten
- Hamza eğer bu iş kaldıysa sana
Acı haber yakındır

Çok yaşlı bir ilaççı
İlacını verip çıktı
Ardından Hamza girdi
Şişeyi hekimlere verdi
Dedi - bundan ona hemen içirin
İçirmeden önce de
Bunu sana Hamza gönderdi deyin
Ben burada biraz bekleyeceğim
Eğer iyi gelmezse
Bir başka ilaç deneriz ardından

Hekimler girdiler Güllü'nün yanına
Hamza getirdi deyip uzattılar ilacı
Güllü birden gözlerini açıp baktı

Güllü iki günde kalktı ayağa
Hamza'yı çağırdılar yayladan
Ne dilersen dile bizden dediler .
Hamza güldü
- Bir şey istemem dedi

Hamza yalvardı babasına
- Sığırtrmacın işini bana ver
Saraya her gün ben süt götüreyim
a da bir gün o gitsin bir gün ben
Sıkılıyorum yayladan
Süt götürdüğüm zaman
Sarayın bahçesinde eğleniyorum

Babası dedi ki
- Bu işin ucunda bir iş var
Bir kese altın verdiler almadın
Sen ne garip adamsın
Padişah soyu musun
Sarayda ne işin var

Senin yerin saray değil senin yerin bu dağlar
Gene de sen bilirsin
Sütü yüklenip gitmek zor gelmezse
Üç saat yol yürümek umurunda değilse
Bir gün sığırtmaç gitsin
Bir gün sen git saraya

O sabah sütü gene ahçıbaşına verip
O ağacın altına şöyle bir uzanınca
Biraz uyumak için zorlarken kendini
Bir de baktı ki Güllü yanında
Gül topluyor

Güllü dedi ki ona
- Bir yaşarlık getirdin dağlardan
İki günde yendim elinle ölümü
Yokluğunda ölümle anlaşırken
Birden ölümü yoketmek ne güzel
Şaşılacak şey
Birden senin oldum inan bana
Sensizlik adında her şey çekildi
Dallardan mavilikten bile
Kocaman bir dünyada
Yalnız senin varolman ne garip
Bütün bir yaşarlığı seven bana
Sensizlik ne garip
Uçurum gibi geliyor insana
Düşmekle bitirilemeyen derinlik gibi
Varlıktan önceki yokluk gibi
Umuttan önceki yalnızlık gibi
Sensizliğin varamadım anlamına

Hamza dedi ki ona
- Ben sana bilgiçliğimle bir ilaç getirmedim
Dağlardan yaşarlık getirdim sana
Ölümü hiç bilmeyen çiçeklerden
Yokluğu anlamayan kaynaklardan
Sana aldım bir yakınlık getirdim
Yoksa ilaç nedir ne bileyim
Umdum ki yaşarlığa ölüm yok
Anladım ki sevinç sonsuzluktandır
Nasıl kaynaktansa su
Gördüm ki yüreğim
Seni bitmez bir inanç gibi aramaktadır
O zaman sana geldim
Sana dağlardan umutlar getirdim
Sana ses gibi geldim uzaklardan
Yankılandım kendimi söyledim
Göçmen kuşlar gibi geldim
İlk yazlar serüvenler bitmezlikler gibi geldim
Zorunluydum sana
Eksiksiz seninleydim

İnançtır aşk
Bir yücelikse bir olmak adına
Dağ rüzgârına benzer
Süzülür yamaçlardan
Anlamaz dur demeyi
Varmadan uzaklara

Sonsuz yüceliktir aşk
Korkuyu öğrenmedi
Yalnızlıktan başladı
Yürüdü umutlara
Artık inanç oldu aşk

Bir direnişse varolmak adına
Sonsuz güzelliktir aşk
Andırmaz şehirlerde yoklaşmayı
Bir yokluktan bir yokluğa
Bir yalnızdan bir yalnıza yol vermez
Eksiksiz olmaktır aşk

Hep o ağacın altında buluştular
O kimsesiz gölgelikte beklediler akşamı
Günle birlikte doğup günle birlikte battılar

İnançlarını söylediler
Anlattılar denizlerin hangi mavide koşuştuğunu

Hangi mavide durup kaldığını söylediler
Düşündüler
Hiç durmadan düşündüler
Korkuyu yalnızlığı ve yalnızlığında egemen olanı

Bir deniz gibi güçlüydüler
Sonsuzlukta ve mavilikte
Bir gök kadar uçsuz bucaksızdılar

Her sonsuz sevgiye konan korku
Usulca çırptı kanatlarını
Usulca indi yere

Ama her şey umuttu
Her şey korkuda bile
Bir bulut gibi yoğunlaştıkça yoğunlaştılar

Gün denizlerde kısa
Dağlar inerken akşama
Yıkanırken ince sular
Işıklarla
Işıklarla

Gün kısa sorularda
Aydınlanırken gölgeler
Deniz durgun
Yollar uzun
Umut eksik
Korku yaman
Gökler yeniden başlıyor
Gün kısa sonsuzlukta

Gün duygusuz
Yatakta
Boşlukları uyuyor
Neredesin
Gün kısa yalnızlıkta

Bir gün dedi ki Padişah
- Oğlum yok
Güllü'yle evlenen oğlum olacak
Tahtım erkek çocuksuz kalmasın
Öyle bir damat bulun ki bana
Ben öldükten sonra beni aratmasın
Bir yarış düzenleyin gençler arasında
Bulalım ok atmakta sevmekte düşünmekte
Savaşmakta inanmakta birinciyi
İsteyen genç bu yarışa katılsın
Ama yarışa katmayın olur olmazı
Saçma sapan birini çıkarmayın karşıma
Birinci geldi diye

- İlk yarış ok atma yarışı olsun
İkinci yarış şiir söyleme yarışı
Üçüncü yarışta acıya dayanılsın
Böylece bulalım en üstün kişiyi
Savaşçıyı inançlıyı erdemliyi
Onu tahtımıza alıştıralım

Birinci yarışta oklar gerildi
Dizildi yüzlerce genç
Bir yandan da Hamza
Umudu yorgun kolları titrek
Zaten kendinin olanı
Bir de yarışarak isteyecek

Bilerek anlayarak sevinerek
Zaten onun olanı
Başkalarından alacak

Gözünde ne Padişah'ın yüce tahtı
Ne içinde sarayların özlenen saltanatı
Ne düşlerinde altın ışıklar
Ne sevgiden inançtan başka bir tasa

Bir elinde yalnızlık
Bir elinde umut
Sıra bekliyor
Vurdu vuracak

Akşam çukurluklara ağır ağır iniyor
Birinci yarış bitti kazananlar ayrıldı
İçlerinde Hamza da var
Hamza ertesi gün ikinci yarışa geldi
Hamza bir şiir söyledi
Dağlar taşlar anladı
Kayalar çiçeklendi

Durdu şiir söyledi
Göstermeden ağladı
Bu iğrenç tahtta ne var
Dünya sıraya girdi
Dünya şair kesildi
Gelin alan satanlar

İkinci yarışı tam üç kişi kazandı
Biri Hamza
Biri Sultan'ın amcası oğlu
Biri de ülkesinden kovulmuş bir şehzade

Ertesi gün üçüncü yarış yapılacaktı
Son kalan iki kişiye hazırlandı cellatlar

Yanlarına bir yudum su verilmeden
Üçü yola salındı
Tam yedi dağı aşıp
Sekizinci dağın tepesindeki kaynaktan
Padişaha bir testi mavi su getireceklerdi
Suyu en önce getiren kazanacaktı yarışı

Üçü de düştü yola
Üç gün beklediler yok
Dört gün beklediler yok
Beş gün beklediler yok
Altıncı gün amca oğlu çıkageldi
Elinde mavi suyla çıkageldi
Yedinci gün de şehzade göründü
Beklediler beklediler Hamza yok
Hamza geri dönmedi

Sekizinci gün cellatlardan biri
Şehzadenin boynunu vurdu sessizce
Ölüsü kimseye gösterilmedi
Ama Hamza nerede
Hamza yok
Hamza geri dönmedi

Sekizinci günün gecesi bir atlı gizlice
Saraydan çıkıp dağlara sürdü atını
Gidip buldu Hamza'yı zincire vurduğu mağarada
Ona dedi ki - Birinci gelen belli
Sen yarışta üçüncüsün
Şimdi seni salsam yola
Mavi suyu olsa olsa üç günde götürürsün
İkincinin bile boynu çoktan vuruldu
Gel sen beni dinle seni salayım
Çek git buralardan başka yerlere
Sen garip bir çobansın
Padişahın kızı senin neyine
Taht işinden de zaten anlamazsın
Ne dersen de

Hamza düşündü
- Sal beni dedi sal beni gideyim
Sal beni
Ben tahttan çoktan geçtim
Çöz kollarımı
Çöz de gideyim

Hamza çekip gitti çok uzağa
Ve tam düğün yapılacakken
Güllü yeniden düştü yatağa
Gene hekimler binbir ilaç denedi
Güllü her gün biraz daha soldu
Bir yaz bitiminde bir gül gibi
Yaprak yaprak döküldü yalnızlığa

Baktılar ki çare yok
Arattılar Hamza'yı
Adamlar saldılar yedi bucağa

Bir köyde çobanlık ederken buldular onu
- Çabuk yetiş dediler
Biraz daha beklersen Güllü yok
Hamza atlılarla birlikte girdi başkente
Hemen saraya koştu
Hamza'yı hekimlerin yanına getirdiler
- Haydi çabuk söyle Hamza dediler
Neler istiyorsun ilaç yapmak için
Söyle de bulduralım
Dedi ki Hamza hekimlere
- Ben hekimlikten ne bilirim
Ben sevgiden anlarım
Ben sizin gibi işi derinden almam
Ama bir yalnızlıksa nedeni hastalığın
Öldürülmüş bir tutkuysa boşlukta
Çabuk bir avuç papatya kaynatın
Karanfil atın içine
Azcık gülsuyu katın
Bunu sana Hamza yolladı deyin
Kaşık kaşık içirin
Ona deyin ki Hamza yaptı bunu
Sen iyileşmezsen o da iyileşmez
Sen ölürsen o da yaşamayacak
Bunu ona açık açık anlatın
Hamza'nın yolladığı ilacı içen Güllü
Yeniden dünyaya geldi
Yeniden iyileşti
- Ona benden selam söyleyin dedi
Boşuna inanmasın onsuz olacağıma
Hamza gene başını alıp gitti
Tam düğün eşiğinde
Çalgılara dokunmak üzereyken parmaklar
Tam davula indi inecek tokmak
Yeni bir gün başlarken
Duyuldu ki Güllü yeniden hastadır
Düğün durdu başlamadan
Saray acıya ve öfkeye boğuldu

Dediler ki Padişah'a
- Güllü iki günde bir yatağa düşüyor
Ne ilaç yapsak boşuna
Siz de biliyorsunuz ki iyileşmiyor
Hamza papatya suyu kaynatırsa
İçine de gülsuyu katılırsa
Ya da birazcık ıhlamur çiçeği
Hasta iki saniyede ayakta
Bu ne biçim iş biz de anlamadık
İşler bizim bilgimizi aştı artık
İsterseniz bir de siz konuşun Güllü'yle
Sizi de anlamazsa
İlaçların bir yararı olmayacak

Padişah öfkeden bar bar bağırdı
- O Hamza salağının boynu vurulacak
Bulun getirin onu

Dedi ama öfkesi yarıda kaldı
Gelen haber kötüydü
Güllü can veriyordu neredeyse
Eğer Hamza hemen buldurulmazsa
Gelip ilacinı eliyle kaynatmazsa
Güllü iki güne çıkmaz gider

Padişah hüngür hüngür ağlayarak
- Gidin nerede bulursanız bulun onu
Önce ilacı kaynatsın
Sonra şu düğünü yapalım
Daha sonra vurdururuz boynunu

Koştular aradılar buldular
Gene tutup başkente getirdiler Hamza'yı
- Bak dediler
Bu senin son ilacın
Yakında boynun vurulacak
Ama ölmeden önce söyle bu tılsımı
Söylemezsen ölür gider Güllü
Öbür dünyada kavuşuruz diyorsan
Boş yere umutlanma
Sen orada da çobansın nasıl olsa
Güllü'yü seviyorsan söyle
Ne katıyorsun ilacın içine

Hamza dedi ki onlara
- Gördünüz ilacı önünüzde yaptım
İçine gizlice bir şey katmadım
Ama siz baştan beri yanıldınız
Güllü bir sevgi hastasıdır
Bunda şaşacak ne var
Sevdiğinin sunduğuyla iyileşiyor
Bana gelince ben elimden geleni yaptım
Ondan uzakta kalmaya katlandım
Her yapılana boyun eğdim
Ölümden şu kadarcık korkmazken
Yarıştan atılmaya evet dedim
Mutlu olsun istedim
Ama görüyorsunuz ki olmuyor
Sevgi bu
Ne ölüm ne korku ne padişah tanıyor
Siz gene suya dört beş tane karanfil atın
Üstüne nane ekleyin
Limon sıkın
Kaynatın
Bunu sana Hamza gönderdi deyin
Yalnız sakın boynumu vurdurmayın
Sonra düştüğü yataktan kalkamaz bir daha

Ve dedi ki Hamza
- Ben birazdan gideceğim
Ondan sonrası sizin işiniz
Boynumu mu vurdurursunuz
Yoksa vurdurmaz mısınız
Siz bilirsiniz onu
Ben kendi ölümüme yanmam
Ben ölürsem yaşayamaz Güllü
Ben ölürken Güllü'nün ölümünü ölürüm
Ölüm bu yüzden zor geliyor
Önce bırakın beni
İki çift söz söyleyeyim ona
Ona diyeyim ki yaşamak zorundasın
Sevgi yaşarlıkta sevgidir diyeyim
Ölüm sevgiyi yıkar
Onu yaşamaya inandırayım
Sonra çeker giderim
O tek benimsesin yaşamayı
Ama bundan da bir sonuç alamazsak
Anlayın ki bu sevgi onmayacak
O zaman siz bilirsiniz
Ya benden ve Güllü'den geçersiniz
Ya da sarayları saray yapan saçmalıktan

Hamza dedi ki Güllü'ye
- Güneş ufukta eskidi
Bizi akşam çağırıyor
Düşünmenin vaktidir
Yaşamak geç kalıyor
Şimdi ya bir sevgiyi ölümlere vermek
Ya onu ayrılıkta yaşamak acılarla
Bir şey değil ölümü benimsemek
Sensizliği giyinmek sonsuzlukta
Senle olmak böyle güzel olmasa
Sensizlikte ölümlere varmak hiç zor değil
Ne sen geç bu sevgiden ne ben geçeyim
Sen onu benden uzakta bir bitmezlik gibi yaşa
Ben senin sevginde eskiyeyim
Yoksa benim boynumu vuracaklar
Ölüm yaşamanın en kolay yanı
Biliyorum ölürsem ardımdan geleceksin
İşte buna katlanamıyor içim
Bırakalım uzaktan uzağa olsun bu sevgi
Yaşayarak utandırsın engelleri
Saçmayı gülünç etsin yaşayarak
Hemen ölüme sunmasın kendini

Güllü dedi ki Hamza ya
- Sevgi anlamaz ayrılığı
Ayrılan sevgi olmaz
Sevgi uzaklarla bölünemez
Boş yere kandırmaya çalışma beni
Senin ölümün korkutmazken seni
Benim ölümüm neden korkutuyor
Senin için ölümü anlarken
Benim için anlamamak
Yanlışların en sevimsizi
Bir de şunu söyleyeceğim sana
Vuruşmadan ölen sevgi yoktur
Git başına sevgiden anlayan üç beş yiğit topla
Savaşmayı yüklen
Sen vuruşarak öleceksin
İğrenç cellatlara boynunu uzatmadan
Ben hiç kimseye boyun eğmeden
Çarpışa çarpışa can vereceğim
Haydi artık durma git
Ben yeniden düşeyim yataklara
Seni yeniden çağırdıkları zaman
Bütün gücünle saldır saraya

Hamza'nın masalını bilen yüz elli yiğit
Hamza'nın çağrısına katıldı
Atlarını düzenlediler
Kılıçlarını parlattılar
Beklemeye başladılar
Aradan on gün geçti geçmedi
Saraydan bir atlı geldi soluk soluğa
Dedi ki Güllü gene hastalandı
Ha öldü ha ölüyor
Bunun derdi de sende dermanı da
Gel Güllü'yü iyileştir
Boynunu da hazırla cellata
Cellat senin için bıçağını biliyor
Diyorlar ki Hamza öldükten sonra
Güllü umutlanmaz da Hamza'ya
Yatağa düşmez olur
Gel onu son olarak iyileştir
Senin gibi birine
Güllü için ölmek yaşamaktan güzeldir
Hamza'yla birlikte
Yüz elli yiğit yola düştü
Saraydan gelen atlının aklı karıştı
Padişah bu kadar çok adamı
Bir arada görmek istemez dedi
Ama dinletemedi
Dört nala vardılar saraya
Padişah kapıyı açtırmadı
Yüz elli yiğit kırdı kapıyı
Yüz elli yiğit üç saat savaştı
Yer gök kızıl kana döndü
Savaş bitti
Gidip bir odada buldular Padişah'ı
Sevgiye karşı ölüm koydun dediler
Kana girdin
En gerçek şey sevgidir
Görmek istemedin
Şimdi tahtın da elimizde
Gelgelelim
Bizde padişah olacak boşluk yok
Haydi Güllü'yü ver de çekip gidelim

Padişah dedi ki Hamza'ya
- Bozma yönetenlerin yasasını
Savaştın ve kazandın
Artık Güllü de senin taht da senin
Güllü'yü alıp gidemezsin
Yaylaların düzenine uymaz saray düzeni
Tahtı boş bırakırsak
Öldüğüm gün sallanır
Kan gövdeyi götürür

Hamza dedi ki Padişah'a
- Sevmekle yönetmek ayrı şeyler
Seven yönetmek bilmez
Ben nereden padişah olacağım
İçim kırların rüzgârıyla dolu
Düşüncem en geniş denizlerde
Duygularım kışa da yaza da ayrı tutkun
Sen istersen bir garibin boynunu vurdurursun
Ben onu yapamam ki
Öldürmekse çarpışarak öldürürüm
O da bir padişaha yaraşmaz ki
İyisi mi sen bir padişah bul kendine

- Kırların yasası uymazsa sarayına
Sen sarayının yasasını koru
Kırlar kendi yasasını sürdürür
Doğrudur
Bir çobandan sana padişah olmaz
Yarışı alsam da tahtı almayacaktım
İyi ettin de engelledin beni
Şimdi bileğimin gücüyle aldım

- Bir gün sarayların yasasından bıkarsan
Kırlara doğru gel
Güllü'yle ben sana çiçek toplarız
Sana dağları sevdiririz
Bilmediğin güzellikleri anlatırız
Yönetmenin saçmalığını görüp
Severek yaratmak istersen bir gün
Gel bizi bul yaylada
Sana uzak kırların yasasını öğretiriz
Güneşin doğuşuna katılmayı
Güneşle birlikte batmayı her akşam
Göklerle birlikte geniş olmayı
Dağlarla birlikte yüce
Yıldızlarla birlikte çok olmayı
Bildiğimiz kadar söyleriz sana

Hamza Güllü'yü odasında buldu
Kucaklaştılar sevinçle
Umut yalnızlığa eklenip sevgi oldu
Güllü giyindi bohçasını aldı
Gitti babasının odasına
Dedi ki - Böyle ayrılmak istemezdim
Biraz önce hoşça kal dedim anneme
Şimdi de seni kucaklamaya geldim
Yazık ki kan girdi aramıza
Bu yüzden kırgınım sana
İstersen birbirimizi bir daha görmeyelim
Sakın yanıp yakılma
Ne benden sultan olurdu ne Hamza'dan padişah
Biz sevgiye göre yaratılmışız
Yasalar koymaya içimiz yetmez bizim
Yasalar uygulamayı beceremeyiz ama
Sevgiyle yaratmayı sevgiyle yıkmayı
Sevgiyle savaşmayı biliriz
İnsan için olmak işimiz bizim
Biz kimsenin boynunu vurduramayız
Kimse için zorla sevgi yaratamayız
Yönetiyoruz diye kıramayız
Sevmediğimiz gün ölürüz biz
Yazgımız bu bizim

Çalgılar çalınmadı davullar vurulmadı
Kuş sesleri yetti sevinci anlatmaya
Çağlayanlar o gece coştu
Gece yarısına doğru şimşekler çaktı
Otlar ıslandı sevindi
Bütün toprak katıldı sevince
Dallar biraz daha tomurcuklandı
Sabaha doğru yağmur dindi
Işıklar vurdu dallara bembeyaz
Son yıldız söndü
Kuzular uyandılar
Güneş dalların arasından çıktı
Bir ağacın tepesine kondu koskocaman
Bir kırlangıç yere doğru süzüldü
İlkyaz yaza dönüştü
İlkkışın serinliği vurdu dağlara
Diz boyu kar yağdı
Tipi göz açtırmadı
Sonra gene yarıldı bulutlar

Yüzyıllardan beri Güllü
Uzak yaylalarda bir umuttur
Her akşam süt sağar
Hamza dağlarda dirençtir
Güllü'yle unutur tekliğini
Avuçları bulut ve toprak kokar
Saray çoktan yıkıldı
Şimdi yerinde birkaç yıkık duvar var
Duvarda yaşananlardan iz bile yok
Padişah'ı bir akşamüstü sessizce gömdüler
Tarihlerde daha başka bilgi yok
Sultan'ın ne olduğunu bilmiyoruz
Şimdi dağlarda Güllü
Yaşlanır yün eğirir
Yeni bir Güllü doğar
Ocak başında yaşlı bir Hamza
Padişah masalları anlatır
Yeni bir Hamza doğar
Yeni bir ilkyaz gelir
Yeni bir sabah başlar


Afşar Timuçin
Destanlar

1 Ocak 2015 Perşembe

Arzu İle Kamber

Horasan çarşısı sessiz
Alınca bir yerine iki almalı adam
Ey biri beş sayan bezirgan
Tutkuyu anlar mısın
Saçak saçak uçuşurken serçeler

Horasan çarşısı uzun
Düşününce aşk düşünmeli insan
Ey çarşıda dolaşan alıcılar
Bir bilseniz sevinç ne güzel şeydir
Büyük büyük kaçışırken korkular

Horasan çarşısı çirkin
Halılarda uçan güzel turnalar
Bu yalnızlıkta nasıl durursunuz
Toza bulandı çocuk gözleriniz
Çabuk kaçın Horasan çarşısından

Horasan çarşısında bir çocuk
-Yalnızlık sızıyor duvarlardan -
Kanadı kırılmış bir kuştu çocuk
Saçları yorgunluktan ve tozdan
Rüzgârlandı içindeki korkuluk

Horasan çarşısında kadınlar
Korkular kuşkular ve şarkılar
Dalgalanır dururdu boşluklarda
Horasan çarşısından umut yok
Deyip ağlardı çocuk

Gülerdi gül gözleriyle aydınlığa
Bir yanda sessizce oyuna dalardı
- Kamber Kamber Kamber -
Ses öfkeden yanardı
Oyununu bırakır işe koşardı çocuk

İnce bir yoldur zaman
Atlarla çok uzaklara taşınır
Anılar bulutlanır
Anılar yalnızlıktır
Duran bir sudur zaman

Duygusuz bir yoklukta gider gelir
Bir onmazlıktır zaman
Düşlerden sıçrayarak uyanılır
Bir gün döner bakarsan
Duran bir sudur zaman

Rüzgârda bir korkudur geceleri
Kavaklarda yalnızlığı başlatan
Ay günlerdir değirmi
Bir boşluğu durup durup okşayan
Duran bir sudur zaman

Horasan çarşısı bitti Kamber'e
Babasını tek kurşunla vurdular
Anasını bilmezdi
Horasan çarşısında Kamber'i
Bir saksı çiçek gibi soldurdular

Bir kiraz gibi düşürdüler yere
Dünyayı yok ettiler Kamber'e
Kamber ağladı sustu
Kamber daha çocuktu
Bir umuttu üçe beşe böldüler

Kamber'i Horasan çarşısından aldılar
Kocaman bahçeli bir eve götürdüler
Kamber'e bir ana bir de baba buldular
Yanar dururdu Kamber
Çocukluğu Kamber'e çok gördüler

Arzu evin tek kızıydı
Yeni kardeşi oldu Kamber'in
Bahçe büyüktü
Elmalar kırmızıydı
Rengi mora çalardı sevinçlerin
Gök ağaçlar arasından dallanmış görünürdü
İlkyaz boyu çiçekler yarışırdı
Düşlerinde menekşeler uçuşurdu Kamber'in
Zaman sabah açan akşam solan çiçekti
Her günbatımında kıpkırmızı üşürdü
Uyurdu yavaş yavaş yokluğunu
Sabahla uyanırdı
Gök uzak bir denizdi
Güneşin çok uzağında dalgalanırdı
Soluğu kesilirdi Kamber'in
Arzu'nun saçları yumuşaktı
Bakışları tutkundu
Dağlar uzak adalardı uzak denizlerde

Artık Horasan çarşısı yok
Zaman tahtalar gibi tozlanmıyor
Sabahlar kırgınlıklarda beyazlanmıyor
Horasan çarşısı çoktan bitti
Halılardan çoktan kaçtı turnalar

Arzu'nun gözleri bir sevgiye bakıyor
Zaman dinginliklerde yavaşlıyor
-Her gün biraz daha göklerindeyim senin
Her gün daha çok kanatlıyım
Daha sonsuz geliyorum uzaklarına

Kamber bir gül koparıyor Arzu'ya
Dallar yavaş yavaş rüzgârlanıyor
Tutku sessiz bir uykuya dalıyor
Dinmez bir akış oluyor yamaçlar
Gelip birden konuyor saçlarına

Arzu bir gün dedi ki Kamber'e
Güller asmalar zambaklar
Bütün çam ağaçları
Saklamak istemez ne rengi ne kokuyu
Ne bütün bir güzelliği saçak saçak
Sandığımızdan beyaz adalardır bulutlar
Durmadan seğirir bir yağmura
Yağmak için yapıldığını bilir
Kollamak bir rüzgân kopmak için dalından
Günleri eğirmek bekleye bekleye
Bir yıkım olursa neye yarar
Çabuk davranmalıyız
Umutsuzlar korkaklar sevgisizler
Biraz daha geç kalırsak sevinci yıkacaklar
Ekini ovada unutacak ekinci
Her şey bizde bitmeyecek elbette
Belki her şey bizimle başlayacak
Ürkek bir ceylandı diyecekler ..
Bir kuştu uçtu yuvasından
Büsbütün büyüdü bütün sarp kayalara
Bir kuştu uçtu yuvasından
Bir daha geri dönmedi ağaçlara

-Çiseler durur ışıklar akşama
Ağaççilekleri çobanpüskülleri çiğdemler
Beni alır götürür sonsuza
Ilınmaz hiçbir rüzgârla tutkum
Bitmezlikte güneşi giyinirim
İğdeler çiçeklenir
Her baktığım yerde seni görürüm

-Konaklayıp bir umutta eritmek zamanı
Durulmak kandırarak tutkuları
Sevinçleri bekleyişle geçiştirmek
Bir bitişi anlatır yoksamakla
Dayanamam ölürüm

-Benden yana seninle başlayacak
Bütün çoğalmaların tek anlamı
İkiyken sonsuz olmak
Kesin seni duymakla başlayacak
Sonsuza gökler gibi koşacağım
Bir uzayı hiç durmadan yürüyerek
Bir gün bile kalmadan durgunlukta

Kamber dedi ki Arzu'ya
-Bütün çirkinlikleri utandırmak için
Tanrılaşan bir sevgi gerekirdi
Gülünç olsun diye bütün iğrençlikler
Bir sevgi gerekirdi
Işıklarıyla bütün bir olmazlığı yıkayan
Yücelerek yüceye inandıran
Bir sevgi gerekirdi korkulara
Tutkuyu inanç diye getirerek dünyamıza
İçimize bir güneş gibi doğan
Kuyularda su dağlarda kar
Denizlerde mavilik kadar dönülmez olan
Bir sevgi gerekirdi boşluklara
Bir sevgi gerekirdi sarsılmayan
Bin savaşta çökmemiş kaleler gibi
Umutlar gibi ses verip uzaktan
Bir gün yakına getirip kendini
Hiçbir gize sığınmamış bir doğru
Gibi birden ışıyan
Bir sevgi gerekirdi bitmişliğe
Bir sevgi gerekirdi en başından

-Ben bir yüceyi istesem
Yaratabilir miyim gözlerinle
Hiç kırılmayan bir dal olmak
Dalgaları hiç dinmeyen bir deniz
Hiç durmadan güneşe açık bir gök
Dinmeyen direniş sönmeyen ışık olmak
Ummak kadar kolay mı

-Yanılır da yüreğimiz
Bir olmaza boyun eğiverirse
Kesin gülünç düşeriz

-Yoksa ben gözlerimle anlamışım
Her tutkunun yolu yüceden geçer
Her güzeli duruşunda görmüşüm
İyiyi umudunda tanımışım
Sevincinle sevinmişim
Seninle bir direniş inancı getirmişim
Her başlangıca ve her bitişe
Bırakın görünmeden büyüsün
Taşlar arasından bir gün uzanıverir
Beklenmediği yerde bir sabaha

Bırakın görünmeden büyüsün
Görünmeden giyinsin dikenlerini
Yoksa gelir biri koparıverir

Morluğunu taksın yaprağına
Kendini ince ince işlesin
Önce güzelliğini yaratsın

Bırakın görünmeden büyüsün
Büyümeden açılmasın rüzgâra
Soluk soluğa doğmasın zamana

Bırakın bir ara yalnız kalsın
Kendini anlasın uzun uzun
Anladıktan sonra gelsin sabaha

Arzu'nun anasıyla babası
Sezdiler bu sevgiyi
Büyümeden yokedelim dediler

Arzu'nun anası çıkıştı kızına
-Kamber senin kardeşin
Nasıl ona bir başka gözle bakabilirsin
Sonra nasıl kardeşim dersin ona

Arzu dedi ki anasına
-Böyle çıkışma bana
Sevgide bir ayırımım yok benim
Ben sevgimi ayırmam üçe dörde
Sevdiğimi tek sevgiyle severim
Sevgiyi kendim yaratmadım ki
Hazır buldum kendimde
Senin sevgiden korkun ne ki
Kamber benim kardeşimse kardeşim
Kamber benim daha çok can yoldaşım
Yalansa kendim uydurmadım ki
Ben Kamber'i sevmekten öte sevdim
Sevmekle bir kötülük etmedim ki

Arzu'nun babası çıkıştı Kamber'e
Aramıza sonradan geldin ama
Seni kendimiz kadar sevdik
Arzu senin tek kardeşin dünyada
Nasıl ettin sevmeye kalktın onu
Benim aklım ermiyor bu yanlışa

Kamber de dedi ki babalığına ,
-Sevgi aklın yetmediği ülkedir
Ben anlasam sana da anlatırdım
Kendiliğinden doğdu
Kendiliğinden ışıdı ufukta
Ben hiçbir şey yapmadım
Kızma bana
Git dersen bugün çeker giderim
Unut dersen o benim işim değil
Kendiliğinden esti
Kendiliğinden geldi bir yaz gibi
Bir de baktım ki konmuş dallarıma

Ana ve baba sessizce geçiştirmek istediler
Zaman bu sevgiyi unutturur dediler
O günden sonra Kamber her gün toprakta çalıştı
Arzu iş işledi odasında
Birbirleriyle karşılaştıklarında susarlardı
Sözleri çok aşan bir susuşla

Birlikte olmak hem bir güzellikti onlar için
Hem dayanılmaz bir zindandı
Konuşmadan anlatmadan bilmeden
Yalnızca duruşlarda okumak duyarlığı
Her gün daha zor geldi ikisine de

Büsbütün ayrılmaktan iyiydi ama
Kapılar kapatıldı mı bir tutkuya
O tutku ya çılgınca taşmak ister
Bütün yakınlığı tutan kapıların dışına
Ya da çekip gitmek ister
Kimselerin bilmediği uzaklara
Tutku bir umutsuzluğu beklemekle avunmaz

Zaman bir gül dalıdır
Açılır her sabahta bir ilkyaza
Her akşam kırmızıdır
Zaman boş bir tarladır
Tohumlanır tutkuya
Sevgiye her sevinçte inançlanır
Zaman boş bir kuyudur
Sularla beyazlanır gecelerde
Sevgiyle ışıklanır
Zaman bir yalnızlıktır
Seni sende tutarsan
Zaman gür ormanlardır birdenbire
Zaman bir çocuk yüzüdür
Sevildikçe büyür güzelliğini
Zaman bir gül dalıdır
Günler geçmek bilmedi
Ne gün doğdu sabaha bir çırpıda
Ne yılları yürümeden akşam oldu
Saatler bir yüzyıldı
Uzardı geleceğe kavgalarla
Sessizlikte bitirirdi kendini
Çağlardan daha büyüktü günler
Ağır ağır taşınan bir kurguydu
Dağlar gibi uzaktan uzağa
Aydınlıktan kaçardı saklana saklana
Bir ateşti görünmemek için
Dumanlarını kendine gömerdi
Arzu bir gün Kamber'e dedi ki
- Bitmeyecek bir acıyı yürümek sonuna kadar
Sana nasıl geliyor bilmem ama
Dayanılır gibi değil
Senden ayrı olmak ve inanmak sana
Sonu yok bir gidiş gibi geliyor bana
Yıkacaklarsa yıksınlar
Gücüm kalmadı artık

- Gel isteyelim bunu onlardan
Yapılamaz bir şeyse yıkılsın
Her gün biraz daha büyüyen tutku
Sönmek için umut bilsin umutsuzluğu
Onlara diyelim ki
İşte hazır iki can
Ayırmaksa ayırın yıkmaksa yıkın artık
Öldürmekse öldürün
Dayanılır gibi değil
Aralansın bu karanlık .
Sevgimiz güçlüyse yaşar gene
Gene sensizliği yokluk bilir
Güçlü değilse sönecektir
Yaza vurgun kar gibi eriye eriye
Öleceği varsa ölür
Yeter ki sürmesin bu sessizlik
Bir gün ikimizi de sağır eder
Özlem nasıl bitecekse bitsin artık

Kamber de dedi ki Arzu'ya
- Biz sevgimizi ölsün diye yaratmadık
Can vermelidir vuruşa vuruşa
Ya da yaşamalıdır
Ama direnecek gücü yoksa
Söyle onlara bitirsinler

Arzu dedi ki Kamber'e
- Baştan güçlüyüm sandım
Dağlar denizler kadar
Yazık baştan beri savaşamadım
Bir yanda senle olmak sarp kayalar
Bir yanda sensiz olmak bir uçurum
İki arada kaldım

Kamber de dedi ki Arzu'ya
- Mutluluğunun en güzel yerine
Bir karakış gibi geldim bilmeden istemeden
Gene karakış gibi
Birdenbire çekilen bir bulutla giderim
Biliyorum çoktandır uzaksın güneşten
Işığa ve maviye özlemlisin
Bir iki fırtınadır en sonunda
Eksiksiz gökleri başlatmak için
O kadar öfkelenme karakışa
Karakış da yaza değişmek için
Yeter ki git de bana
Git de bugün gideyim

Arzu koştu anasına
Dedi ki
- Cellattan da mı kötüsünüz
Yeter artık bitirin
Bir adamı bir kere öldürürler
Aralıksız çekmezler ipe her gün
Öldüğünü anlayınca diriltip
Yeniden öldürmezler
Yeter artık bitirin
Kamber'i atın evden
Tutup beni de evlendirin
Yapın bunu
Bir gün bile sönsün istemezseniz kinim
Sizi kötülükten de büyük saymam için
Yağlayın ipinizi cellatlarım
Darağaçları kurun gönlünüzce
Yaşamayı direnmeyi bilmeyenler deyin
Böyle iğrenççe çekilirler ipe
Sonra yazın taşımın üstüne
Savaşlarda ölmedi
Getirdi boynunu uzattı ipe deyin

Anası Arzu'ya dedi ki
-Seni ipe çeken varsa babandır
Bu aşk bitmezse vururum Kamber'i diyor
Yakında seni evlendirecek
Üç güne kadar görücü geliyor
Seni isteyen bir başka şehirden
Ömrün boyu Kamber'in yüzünü
Üç kere ya görür ya görmezsin
Sen onu unutursun
O da seni unutur
Tasalanma onun da anasıyım
Arzu da Kamber de tek kişi benim için

Arzu'nun annesi o gece dedi ki kocasına
- Arzu artık Kamber'i istemiyor
Atın bu kötüyü evden diyor
Ben sana demedim mi
O da anladı sonunda başına geleceği
Kamber salağını önce bir güzel dövmelisin
Sonra da bir tekmeyle atmalısın evden
Önüne baka baka giderken
Beynine bir kurşun sıktırmalısın

Kamber gün doğarken usulca çıktı evden
Şöyle dedi giderken

Bırakıp gitmek çok uzağa
Bırakıp gitmek azalmışı
Bırakıp gitmek çok uzağa
Bırakıp yalnızlığında yarım kalmışı

Bırakıp gitmek zamanların
Getirdiği yorgun dinlenmişliği
Bırakıp gitmek dinmişliği
Aralıksız anısıyla çağların

Bırakıp gitmek akşamların
Kuşkular sızdıran şarkısını
Bitmişliğin bizde kalan anısını
Sessizce bir kıyıya bırakıp gitmek

Bırakıp gitmek uzaklara
Koparak balçığından anıların
Bırakıp gitmek kendisiyle
Bir ömür boyu aldanmışı

Duymazlığında bırakıp gitmek
Ölümleri gökler genişliğince
Bırakıp gitmek her şeyi
Buzdağları gibi yerli yerinde

(Sen de her savaşçı gibi kendini
Ölüme ve ayrılığa alıştırıyorsun
Güzel kavgalar için

Eski bir gemi batar gibi batınca şehir
Eksiksiz bir karanlığın sularına
Senin gözlerin savaşlara parlar

Yalnızlıktan kaçamadığın zaman
Yalnızlığı en yakınına getir
Dedikleri kadar korkunç değil akşam
Hatta bazı akşamlar kadifedendir

Sarsınca mavisizlik göklerin dengesini
Akşam bildik bir konuktur ülkemize
Sana der ki - inançta yalnızlıkları bırak

Yalnızlıktan şehirler kurmak istemezsen
Çık şehir dışına dağlardan bak
Sen de her savaşçı gibi kendini
Bir gün geri dönmemeye alıştır)

Güneş yükseldi
Işıklarını vurdu yere yer yandı
Akşam oldu gece bastı tanyeri ağardı
Üç gün yol gitti Kamber
Yemyeşil bir şehre vardı
Sabahtı

Üç günlük ekmeğinin son kırıntısını yedi
Son yudum suyunu içti matarasından
Bir ağaç gölgesinde uyuyakaldı
Biraz sonra bir el sarstı Kamber'i
- Ey yabancı burada açıkta yatma dedi
Uykun varsa sana yatak serelim

Yaşlı adam tuttu kolundan Kamber'in
- Anlat dedi nereden gelir nereye gidersin
İşin ne yurdun nere sen kimsin
Kaç gün yol yürüdün ki yorgunsun bu kadar
Ayrılmaktan mı gelirsin kavuşmaya mı gidersin
Gel şurası evimdir dinlen biraz

- Horasan çarşısında çocuktum
Bir sabah babamı tek kurşunla vurdular
Anam yoktu yalnız kaldım
Tutup beni başkasına verdiler
Gün geldi Arzu'ya tutuldum
İkimizi ayırdılar
Çıktım yollara düştüm
Üç gün üç gece yol yürüdüm
Ağacın dibinde sızdım
Sen uyandırdın beni

Yaşlı adam dedi ki Kamber'e
- Desene yiğit yalnız kaldım
Tutunduğum dallar hep kırıldı desene
Desene göklerde barınamayan kuştum
Vurulmamak için kaçtım desene
Ben de bu evde bu bahçede
Umutsuzluk kadar yapayalnızım
İstersen burada kal gitme
Can yoldaşım olursun
Gün gelir sevdiğine kavuşursun
Ya da unutursun yavaş yavaş
Ayrılığı kendine yıkım etme

İnce bir dokunuşla aralanır geçitler
Dağlar yeniden tükenir yeniden kurulmaya
Zaman geçer günün çemberlerinden
Yokluğunda kışkırtılmış kurgular
Yeniler kuşkuları
Başlar umutlanmaya

Saçın gökyüzlerini kurduğu çağdan beri
Doğa böyle bir olay görmemişti
Sardı gözlerin zambakları
Akşamlar güne doğru çiçeklendi
Varlığın onaylandı
Her gün sonsuza doğru

Dağlar yeniden ağarır
Çarpan bir yürek gibi
Yeniden kurulmaya
Gene yağmurlar iner seni benden sormaya
Gene kuşkular geçer adınla unuttuğum
Göçlerden döner kuşlar

Akşam her gidişinde seni anar
Der ki -alışılmıyor yokluğuna
Bütün çıkış kapılarını tuttun
Kapadın geçitleri

Bir gün yaşlı adam dedi ki Kamber'e
- Geceden sonraki ilk ışıklar
Bize söyler ki gün doğacak
Işıklar gelmeden günü bekleme
Karlar erirken yüzüne vuran sıcak
Yemyeşil zamanların elçisidir
Ayazlardan umamayız yazları
Bulutsuz yağmurları ummak olur
Yüreksizlikte ummak sevgileri
Küçücük rüzgârlardan
Bir fırtına gücü beklemek haram
Biz yaratılmışlığa yetmeyeniz
Yaratarak varoluruz her tutkuya
Hoşgör bilgiçliğimi
Bir şey söyleyeceğim kızma bana
Bitmez düşüncelerle yok etme kendini
O da yaratacaksa git yarat birlikte
O bir kaçaksa yaşamakta
Sen bir başka kaçaksan
Boyun eğmelisin bu sessizliğe
Dediğin gibi ölmez bir tutkuysa
Nasıl olsa gelip bulacak seni
Dediğin gibi bir tutku değilse
Seni nasıl olsa unutacak

Gelin biz Arzu'dan haber verelim
O savaşlar yılgını tutkuludan
O güzelliğin adını analım
Ne kadar anlatsak azdır diyelim
Yılgın diye geçmeyelim biz ondan

Görücüler beğendiler Arzu'yu
Armağanlar sundular
Yaz bitmeden düğün yapılsın istediler
İki günde bir gelip yokladılar
Hazırlıklara başladılar

Ama Arzu kendinde değildi
Tek söz bile etmeden kimseye
Boyun eğdi yazgısına köşesine çekildi
Ağladı ağladığını göstermedi
Sıçrayarak uyandı kaç gece uykusundan

Her sabah cama konan bir kuşla dertleşirdi
Kuş derdi ki -Kamber çok uzaklarda
Ne yaparsan yap bu işe başlama
Ya da çağır onu gelsin
Eğer gelmezse boyun eğ yazgına

Düğün günü yaklaşırken
Arzu dedi ki anasına
- Kamber'i düğünüme çağırın
Son olarak görmeliyim onu
Nerede buldurursanız buldurun
Size kesin söylüyorum
Kamber'siz düğün olmaz
Gönlünü almalıyım
Beni hoşgör demeliyim
Bağışlasın önce beni
O zaman rahatça gidebilirim
Bunu böyle kesin söyle babama
De ki düğün için Kamber'i istiyor
Gelmezse gitmeyecek

Anası yalvardı ama dinletemedi
Konuyu o akşam açtı kocasına
Adam küplere bindi
- Kamber'le ikisi bir dolap çeviriyor
Buldururum buldurmasına ama
Düğünden sonra bir kurşun sıkarım kafasına
Bunlar beni gülünç etmek istiyor

Zamanı boş geçişlerde eskiten
Bir tutkudur biterse kalmaz adı
Tutkuyu yontulara yazan yazdı
Geçen geçti en zorlu geçitlerden

Sen bir nisan sabahını uyurken
Limonlar çoktan çiçek açtı
Sen usulca düşünürken kavgayı
Çoktan sıyrıldı kılıçlar kınından

Görünüşlerde bulup ölmezliği
Kendini hiç karşılıksız öneren
Sanki bütün şiirlerden ne kaldı
Yalnızlıklar umudu söylemezken

Gözlerin gene sevdaya daldı
Dar odalarda geçip giden
Onlar senin umudunda dağlardı
Payını ilk alandı güneşlerden

Geceye doğru ay yürüdü
Gümüşlenen sulara doğru koştu kuşlar
Sessizlik dalga dalga uyudu
Düş görmeye başladı kuşkular
Ağaçlar sallanmadı rüzgârda
Dingin bir yokluğa durdu dallar
Çok uzaklarda bir sonbahar
İlk serinliğini yolladı karanlıklara
Zaman sustu saatler konuştu
Tıkırtılarla söylendi durmuşluğu yavaşça
Arzu başucundaki ışığı söndürdü
Bir atlı sessizce şehirden çıktı
Atını hızla sürdü uzaklara
Kimseye duyurmadan nal seslerini
Gün doğan yere doğru uzaklaştı
Atlının üstüne gün ağardı
İlk kuşlar öttü uyanan sulara
Ay ışıklarını sardı sarmaladı
Kimsesiz bir beyazlığa büründü
İlk parıltılarda uyandı ağaçlar
Gün yeşerdi ufukta
İlk uyanışın sesleri koyuldu
Arzu daldı uyudu
Rüzgâr vurdu kuşların kanadına
Güneş dağların ardından yükseldi

Atlı Kamber'i günlerce aradı
Yaşlı adamın evinde buldu
Arzu'dan selam getirdi
Yakında düğün olacak
Seni düğüne çağırıyorlar dedi
O gece konuk oldu Kamber'e
Ertesi sabah atına atladı
Kamber'den aldığı mektubu
Katladı koynuna koydu
Akşama doğru Arzu'ya verdi gizlice

Kamber'in mektubu der ki
- Umulmadık yerde doğan gün gibi
Çağrınla vuruldum yeniden
Üç güne kalmaz gelirim
Bir gece yarısı pencerenin altında
Bir atlı bekleyecek
Seni bilinmez ülkelere götürmek için
Günü doğana kadar inmezsen
Geldiği yoldan geriye dönecek
Üç güne kadar bir atlı
Pencerenin altına gelecek
O benim

Arzu'nun babasına dedi ki atlı
- Sevgiden çökmüş buldum Kamber'i
Gel dedim ama belki de gelmeyecek
Arzu'yu da biraz unutmuş gibi
Bir kız bulmuşlar ona
Sanırım yakında evlenecek
Neyse sen gene tasalanma
Düğün boyu kollarım gelirse
Giderken de kafasına kurşun sıkarım
Ama bunu duyurma kimseye

Ertesi gün düğün başlayacaktı
O gün öğleden sonra çalgıcılar geldi
Kırk gün kırk gece düğün yapılacaktı
Gelin alacaklar konağa yerleşti
Bir günde tam elli koyun kesildi
On iki kazan pilav kaynattılar
Terziler bir başka şehirden getirtildi
Her kişiyi ayrı ayrı süslediler
Hokkabaz oyununu talim etti
Zillerini parlattı köçekler
Rakılar bidonlarla indirildi mahzene
Ertesi gün düğün başlayacaktı
Düğüncüler erkenden yattılar

Bir ay doğduysa gündüze
Arzu'nun güzelliğidir
Boşuna süslemeyin
Yaraşmaz güzelliğe
Gözlerinin ağlamışlığı kalsın
Acısı vurmuş olsun yüzüne
Güzellik çok zaman acılıdır
Kendini zorlayamaz gülmeye
Giydirmeyin uzun beyazları
Olduğu gibi kalsın
İsterseniz saçına bir gül takın
Bir güzelliği anlatmaya yeter
Susturun çalgıcıları zamanı dinleyin
Kuşlar size geleceği anlatsın
Güzelliği süslemeyin
Önce yalnız olduğuna inansın
Sonra her şeyde arasın kendini
Bitmez bir güç olduğunu anlasın
Yücelsin ki dirençsiz ulaşılmasın
Bir zorunluluk olsun
Güzelliği süsleyerek öldürmeyin
Her yücelik gibi sonsuza kalsın

Gece yavaş yavaş inerken
Odalara çekildi eğlenenler
Atlılar atlarını bağladı
Sarhoşlar biraz sonra sızdılar
Çalgılar biraz daha çalındı
Sonra bir sessizlik sardı her yanı
Köpekleri avluya saldılar
Bir atlı avluda dolandı
Arzu'dan Kamber'e haber götüren atlı
Ağaçların arasında gezindi
Köpekleri okşadı
Sonra yola doğru sürdü atını
Uzakta dörtnala bir atlı
Yaklaştıkça yaklaştı
Yanyana gelince selamlaştılar
Bir iki konuştular
Arzu'dan Kamber'e haber götüren atlı
Geri döndü
Arzu'nun penceresinin altında durdu
Yüzüne kocaman bir mendil bağladı
Arzu koşa koşa indi aşağıya
Atın terkisine atladı
Atlı atını sürdü
Köpekler havlamaya başladı

Arzu'yu yolun başında indirdi
Arzu Kamber'le kucaklaştı
Arzu'dan Kamber'e haber götüren atlı
Hiçbir şey demedi
Atını batıya doğru sürdü
Arzu'yla Kamber doğuya gittiler
Dörtnala soluk soluğa
Arzu'dan Kamber'e haber götüren atlı
Güneşe yaslamıştı sırtını
Hep batıya doğru gitti durmadan
Arzu'yla Kamber güneşe koştular
Dörtnala soluk soluğa
Hiç bilinmedik yerlerden geçtiler
Pınarlardan su içtiler kana kana
Daha sonrasını biz de bilmiyoruz
Ama iyi biliyoruz gittiler
Kimselerin onları bilmediği uzaklara
Her sabah yeniden güneşe yetiştiler
Her akşam yeniden uyuttular güneşi
Ağaç diplerinde uyuyakaldılar
Önce umutlar gibi yalnızdılar
Sonra çoğaldılar umutlar gibi
Belki şimdi çoktan sonsuzlaştılar
Korkuyu hiç bilmeyen sevinçlerde

Çok uzak şehirlerde adları
Günün ilk ışıklarıyla yazılıdır
Bütün gün boyu anlatılır
Bütün gün ışıklarında masalları
Direnci korkulardan yarattılar
Korku onlardan beri tanınmadı
Umutları eksiksiz sevgidendi
Gün onları anarak doğar şimdi
Onlardan beri acı vermez
Güneşin yavaş yavaş batışı akşamları
Onlardan beri gün yenidir
Güzellik yüceliktir
Tutku başeğmezliktir
Onlardan beri zaman bir bitmezliktir
Onlar bize öğrettiler sonsuzlukları
Dünyamızda yılgınlık onlardan beri yok
Onlar yoketti bütün uzaklıkları
İnancı bize onlar sevdirdi
Direnişi onlar gösterdi bize
Zaman silse bile uzun çağları

Direnen bir güzelliği silmez onlardan beri


Afşar Timuçin
Destanlar

31 Aralık 2014 Çarşamba

Ferhat İle Şirin

Padişah, kızı Şirin'i çok severdi. Şirin bir köşk istedi babasından. Köşk
tam üç günde bitirildi. "Ama ben saçaklarında hiç görmediğim kuşla-
rın uçtuğu, duvarlarında hiç bilmediğim gemilerin hiç bilmediğim ül-
kelere sevinç taşıdığı, dört bir yanında atların hiç tanımadığım umut
ülkelerine doğru gittiği bir köşk isterdim" dedi Şirin. En güzel resimle-
ri, en güzel işlemeleri en güzel renklerle yaratan Ferhat'ı sarayın bahçe-
sine yapılan bu yeni köşke getirdiler. Ferhat boyalarını açtı, her yanı
resimlerle, işlemelerle süslemeye başladı. Dünyamızın başına sarmış
bütün olmazlıkları, yüreğimize nereden geldiyse gelmiş bütün yanlış-
ları, kötülükleri yoksayan büyük bir yaratıcı çabayla işe koyuldu Fer-
hat. Boyalarla arasında kesin bir anlaşma vardı. Hiçbir şeyi umursa-
maz gibiydi. Oysa, yaptıklarını beğendiremezse boynu vurulacaktı.

Yaratanlar
Bağışlayın önce bizi
Her şeyi sizden aldık
Hiçbir şey veremedik belki size
Bizim yüzümüzden yalnızlığınız

Yaratanlar
Bizi hoşgörmeyin ama
Alın değiştirin bizi
Taşları yontu yapmaya
Değiştirin
Sabah akşam değiştirin içimizi

Yaratanlar
Aydınlığa çıkaran eller kutsal ellerdir
Siz baştanbaşa birer tanrısınız
Duyurun her duymazlığa sesinizi

Ferhat bir sabah vakti gene boyalarıyla söyleşirken, tuttu yemyeşil bir
yaprak işledi köşkün avlusundaki büyük çeşmenin taşına. Sonra yap-
rağa dönüp şunları söyledi:

Gözlerinin derininde bir sarı
Yaprak gibi sıcak yazdan geçecek
Bekleyecek uzaktan ilk rüzgârı
İlk sallantıda yerlere düşecek
İlk yağmurda ıslanacak saçları
İlk selin akışına takılıp gidecek
Bir ovada karşılayacak karı
İlk ayazda yüreği titreyecek

İz kalmayacak ondan baharlara
Çürüdüğünde yeşiller çıkacak
Artık ben yokum dediği gün
Topraktan papatyalar fışkıracak

Bir yokta geçirecek uzun yazı
Sonbaharı hele hiç duymayacak
Kimse gelmekte olan soğukları
Onu bulup da ondan sormayacak

Daha sonra o yaprağın yanına özgürlük kırmızısı bir sandal çizdi.
Kumluğa mor rüzgârlar getirdi. Dalgalar kıyıyı tutunca şunları söyle-
di:

Tutkularla açılır mısın sandal
Eski mavi büyük denizlere
Gider misin ışıkların ardından
Güneşin kuşkusuz battığı yere

Orada görülmedik umutlar bulur
Alır getirir misin kıyılarımıza
Büyük sevinç çığlıkları taşır mısın
Kara ve sessiz yalnızlığımıza

O deniz tarlalarında belki çiçekler
Yeşil uzaklıklara serer bakışını
Belki onlar bizden iyi bilirler
Umudun gizlisini aşkın saklanmışını

Gider getirir misin güzel sandal
Bize acılarda yok olmayanı
Büyüyüp büyüyüp de kuşlar gibi
Gün gelip alnından vurulmayanı

Daha sonra da bu apaydınlık kıyıya bir atlı getirdi dağlardan. Atlıya
bakıp şunları söyledi:

Taranınca sabahların saçları
Senin adın umut diye biri mi
Bir daha geçmez misin geçtiğini
Yakılınca kül vermeyen serüven

Senin adın bir atlı mı dağlardan
Başkaldırmış yokluğunun adına
Varınca atlı olmanın tadına
Senin için gitmelerin şehri mi

Senin karlı dağların var mı kıştan
Sunulacak umudun var mı yaza
Yoksa akşamüstünde kendini
Bırakacak mısın renksiz beyaza

Atını başıboş sürüp tarlaya
Topla diyecek misin yalnızlığı
Özgürlüğü ayrı ayrı kapılarda tutarken
Varlığın ve yokluğun uymazlığı

Yaratanlar
Her umudu bir kesinlik bildiniz
Sizden önce umut yoktu dünyamızda
Dünyamıza umudu siz getirdiniz

Sonu hiç gelmeyecek bir şarkıda
Siz işlediniz doğaya inancı
Kendinizden kendinizi yaratmayı bildiniz
Her şey bitmiş sanılan yerde bile
Yeni yontular kurdunuz kayalardan

Aşılmazlıklar gibi dikili dağlardan
Siz aşmayı bildiniz geçitleri
Siz bize kendimizi gösterdiniz
Siz bozdunuz doğada sessizliği
Yerine sonsuzluğu getirdiniz

Ferhat o sabah yaprağı, sandalı ve atlıyı çizerken, Şirin bir köşede giz-
lice onu gözetliyordu. Baktı ki, düşlediği güzelliklerden de büyük gü-
zellikler Ferhat'ın çizdiği, boyadığı resimlerdedir. Usulca onun yanına
yaklaştı ve dedi ki:

Bu kadar güzelliği kaldıramaz
Daha güzellersen yıkılır duvarlar
Böylesine eksiksiz bir türküyü
Duyanlar dinlemeye dayanamaz

Biraz çirkinlik kat yaptığına
O güzel çocuk yüzlerini sil biraz
O bembeyaz yeleli atları karala
Yerlerine yalnızlık çiz biraz

İyiden doğrudan ve güzelden
Birini görmezden gel hiç değilse
Boyadığın çiçeklerden birinin
Hiç değilse bir yaprağını kopar

Bir yerinde aksasın bu sonsuzluk
Yoksa yüreğimiz dayanmayacak
Hem bizim eksikli varlığımız
Senin eksiksizliğini zor anlayacak

Sonra aklından sökemezse seni
Ya bir çılgın olup çıkarsa Şirin
Sonunda bir yalnızlığa düşerse
Sonsuzluğunla ödeyebilir misin

Ferhat, Şirin'i görünce vuruldu. Ne gördüğü, ne duyduğu, ne yarattı-
ğı güzellikler içinde böylesine yüce bir güzelliğe raslamıştı. Dedi ki
Şirin'e:

Boyalarla işlediğim duvarlarda
Hiçbir güzellik ulaşamaz sana
Ben ne kadar benzetmek istesem
Hiçbir rüzgâr benzeyemez saçlarına

Güzelliğini aşacak qüzellik yoktur
Onu ben istesem de yaratamam
Senin güzelliğini gördükten sonra
Artık ben boyalara dokunamam

Ben ki hep bir aşmaya inanmıştım
Ama senin varlığını aşamam
Gözlerinde parlayan yüceliğe
Yaklaşmak istesem de yaklaşamam

Eksiksizi ben sende gördüm ancak
Bundan sonra eksiksizi yaratmayı umamam
İlk yenilgim en yüce yenilgimdir
Artık Ferhat'ın işi tamam

Neden bunca güzelliğin vardı da
Yeni güzellikler özledin boş yere
Neden böyle bir vuruşta yok ettin
Yoksa düşmanlığın mı vardı bana

Şirin karşı durdu Ferhat'ın sözlerine. Dedi ki:

Sen ki hep bir sonsuzun umudusun
Nasıl durur kalırsın yeniden doğmalara
Sen ki hep bir bitmezin şarkısısın
Nasıl boyun eğersin çaresiz kalmalara

Biz hepimiz bir tutkuya yaratıldık
Doğduk koyu ve yoğun yalnızlıktan
Biz ki durak bilmeyen yolcularız
Nasıl eksildik deriz zor yollardan

Artık yüklendik ya yaratmayı
Bütün güzellikler bizden sorulacak
İyiyi ve doğruyu yüklendik ya
Düşüncemiz her zaman sonsuzu arayacak

Bütün yarattığını sil istersen
İstersen yeniden koyul yaratmalara
Kendini azalmayacak bir tutku say istersen
Yürü bizi bekleyen zamanlara

Güzelliğimi aşmanı isterim
Yalnız kalmak istemem ben doğada
Kendimi yarattıklarınla anlayayım
Daha yüce güzellikler ver bana

Ferhat da, her yaratan gibi, yaratmayı istemese de yaratacaktı. Şirin
ona yepyeni güzellikleri duyurdu. Ferhat yepyeni güzelliklere doğru
yürüdü. Şirin'in köşkü, artık, bir güzellikler cennetiydi. Çok zaman
Ferhat da Şirin de her gün biraz daha büyüyen güzellikler karşısında
şaşkınlığa düşüyorlardı. Güzelliğin kaynağı şimdi artık yalnızca Fer-
hat değildi. "Sende bulduğum güzellikleri çiziyorum durmadan" derdi
Ferhat. Gün geldi, köşkün işlenmedik yeri kalmadı. Padişah, yaptıkla-
rına karşılık Ferhat'a bir torba altın verdi. Ferhat torbayı köşkün bir
köşesine bırakarak çıktı gitti. Giderken son bir bakışla baktı Şirin'e. Pa-
dişah olanları anladı, anlamazdan geldi. Onların birbirlerine zorunlu
olduklarını anlayamazdı elbet. Ne de olsa padişahtı. Yaratmakla yö-
netmek anlamaz birbirini.

Günlerden bir gün Şirin, Ferhat'a bir mektup yolladı. Mektubu götüre-
cek ikiyüzlü, onu önce Padişah'a verdi. Padişah mektuptan hiçbir şey
anlamadığı için ikiyüzlüye "götür ver bakalım altından ne çıkacak"
dedi.

Mektupta şunlar yazılıydı:

Yeraltından çıkar gibi maden
Oydukça yalnızlık çıkarılır
Aradığın geçmiş günler içinde
Yalnızlığın bir karşılığı vardır

Geçmeye çalıştığın geçitlerde
Koca şehirler boyunca yılgınlık
Durup durup sessizliğe uzanır
Bulut tutar gibi tutar gökleri

Oyarcasına bir duyarlığı
Öyle basıp geçmişler ki adım adım
Yüreğin işlek bir kaldırım
Korunduğun bütün zor zamanlarda

Öyle yürümüşler ki her yanından
Yıkım bile değil kalan geriye
Yeraltından çıkar gibi maden
Ölümleri oymuşlar yüreğine

İkiyüzlü, Ferhat'tan da Şirin'e bir mektup getirdi. Ama önce Padişah'a
okuttu mektubu gene. Padişah bu mektuptan da bir şey anlamadı.
"Götür mektubu ver Şirin'e, bakalım ne yapacak" dedi.

Mektupta şunlar yazılıydı:

Adım adım eskiyerek bir gün
Bakarlar ki yırtılmış torba
Saman gibi dağılır ortalığa
Umut bilip ömrünce götürdüğün

Yeni bir göz gibidir karanlığa
Yıkımını ilk gören her duyarlık
Bir ada gibi çizer duruşunu
Her yanında denizden bir yalnızlık

Yüreğindeki kuş vurulur alnından
Boş kanatlarıyla iner yere
Umutları kapanır göklerine
Zaman denen sesler duyulmaz olur

Yavaş yavaş çekilerek bir gün
Bakarlar ki çöl basmış denizi
Artık onu aramayın gemiler
Onun için sular çoktan bitti

Yazdı. Şehir susuzluktan yanıyordu. Her yerde su arıyorlardı. Sarayda
bir yudum su kalmayınca Padişah da arayıcılara katıldı. En önde Mü-
neccimbaşı büyülü sarkacıyla yürüyor, onu Padişah, vezirler ve halk
izliyordu. Akşama kadar yürüdüler. Güneş batarken, aralarından ayrı-
lıp şehrin güneyindeki dağı aşmış olan beş kişinin dorukta el salladık-
larını gördüler. Biraz sonra o beş kişi eteğe indi ve dağın öbür eteğin-
de çoşkun bir suyun sel gibi aktığını bildirdi. Müneccimbaşı sarkacını
o yöne doğru döndürerek bir şeyler mırıldandı ama, söyledikleri se-
vinç çığlıkları arasında yok oldu. Ancak, mühendisler Padişah'a bildir-
diler ki, o su dağ delinmeden şehre getirilemez. Ertesi gün bütün halk
dağı delmeye koyuldu. Gelgelelim, kayalar kazmalara geçit vermiyor-
du. Susuzluk son durağına geldiğinde, Padişah, dağı iki günde delebi-
lene istediğini vereceğini bildirdi. Çığırtkanlar haberi yaydılar. Bir
öğle üstü Ferhat, Padişah'ın karşısına geldi.

Ferhat, Padişah'a dedi ki:

Kazmalar kürekler yetmez dağı delmeye
Yüreğinden vermedin mi dağ susar
Dağı delen deldiği dağdan güçlü gerek
Yoksa hiç bir susuzluğa geçit vermez kayalar

Ne istemek ne bilmek yetmez dağı delmeye
Sen aşmayı bilmedin mi dağ susar
Su oralarda akar biz burada yanarız
Dalarak pınarların eksilmez düşlerine

Dağ ne bilecek kendinden vermeyi
Kayalar susuzluğu ne anlamış
Yaşamayı bilmeyen bilmez ki yaşatmayı
Dağ bitmez bir sessizliktir yokluğuna inanmış

Yürek direnmeyi bilse çoktan delinmişti dağ
Çoktan yenik düşmüştü varlığında kayalar
Şimdi o kuru çayda sular oynaşıyordu
Şimdi kıskanç bir çöle benzemezdi sokaklar

Bu dağı tek başıma deleceğim
Başeğmeyi bilmeyen yüreğimle
Bütün susuzlara haber salınsın
Yarın suyu getireceğim şehre

Ferhat'ı dinleyen Padişah'ın sevinçle söyledikleri:

Bilsin güneş
Bir karanlıktan sonra güne açılanı
Yıkasın yağmur
Yanmalardan sonra kül bağlayanı

Anlasın dereler sularını
Bütün kuşlarına saysın gökler
Renklerini tanısın çiçekler
Başaklar kavrasın tarlalarını

Nasıl Ferhat dağları anlamışsa
Dağlar bütün geçmezliğe bitmişse
Giyinsin umudunu bütün sular
Dahu uzaklara sersin uzaklarını

Nasıl dağlar tutamazsa suları
Nasıl deniz yok etmezse gidişleri
Her kopan kayada parlayan alınteri
Silsin bütün ölüm korkularını

Duysun bütün sabahlar
Geceden umut diye gündüze bağlananı
Görsün bütün kayalar
Sarsılmazlığında bitimsiz duranı

Kullanılmış umutları çıkarıp atın
Varacağınız yerlere vardınızsa
Anılara hiçbir şey saklamayın
Eğer insan gibi yaşadınızsa

Eski sular düşlerini bırakın
Dağların ardında yeni sular var
Yeni sabahlarda delin dağları
Susuzluktan suya çıkın birdenbire
Yoksa düşler birden çoraklaşırsa
İnsan hiç anlamadan yalnız kalır

Kullanılmış umutları çıkarıp atın
Yorgun umut anı olup kalmadan
Gökler kadar özgür olacaksınız
Kendinizi yıkayın anılardan

Sabah olmadan daha, Ferhat kazmasını omuzlayıp dağın eteğine
geldi. Başladı dağı delmeye. Her vuruşta adam büyüklüğünde kayalar
koparıyordu. Öğleye doğru Padişah, yanında Şirin ve adamlarıyla
dağın eteğine geldi. Baktı ki Ferhat dağın yarısını delmiş. Ferhat gelen-
lerin yanında Şirin i görünce sarsıldı. Şirin bir ara onun yanına gelerek
kimseye sezdirmeden bir mektup bıraktı avucunun içine. Ferhat,
ancak Padişah, Şirin ve vezirler döndükten sonra mektubu açıp okuya-
bildi. Okur okumaz, olduğu yere yığılıp kaldı. Bir ara toparlandı, sırtı-
nı bir kayaya dayadı. İçinden, dağı da Şirin'i de bırakıp, uzak, çok
uzak yerlere gitmek geldi. Ancak, koca bir şehrin umudu olmuşken,
dağı delmeden bir yere gidemeyeceğini düşündü. Yeniden kazmasını
aldı eline.

Şirin, mektubunda, önce, babasının şehre gelecek suyla birlikte
düğün dernek kurarak kendisini vezirin oğluna vereceğini, bunun
kendisi için ölüm demek olacağını, Ferhat'sız bir Şirin düşünemediği-
ni, tam bir açmazda olduğunu bildiriyor, sonra şunları söylüyordu:

Birden yaşadığım her şeyi ölmek
Her şeyi yeniden yaşamak istiyorum
Birden hiçbir şeyi duymak istemiyorum
Bitmiş bir şarkı gibi seziyorum kendimi

Yıkılsın istemiyorum artık duymazlığında dağlar
Baksın istemiyorum artık gözlerimi
Belki bütün bir evrenin güneşlerini
Belki ilk olarak ışıktan saymıyorum

Birdenbire söneceğini bilmezdim umudun
Sevincin böyle çabucak öleceğini bilmezdim
Böyle bir açmaza demir atmak nerelerden
Nasıl da birdenbire gelip buldu beni

Yeniden duymak istemiyorum yaşarlığımı
Hiç değilse bir gün ölmek bir tek gün
Ey bana kendini bir gün çok gören ölüm
Bir anlasan nasıl çok seviyorum seni

Ferhat, Şirin'in mektubundan yüklendiği acıyla bir türkü söyledi.
Türküyü, arkasında sessizce duran Şirin'in dinlediğini bilmiyordu.

Dedi ki türküde:

Sonsuz tutkulnrda aşar boşlukları
İner bir papatya sarısında güzellenir
Güneşin ilkbakışları vurunca
Gözlerin dinmezlikleri ummayan bir denizdir.

Yılları yürümüş ışıklar gibi uzaylardan
Gelir dönülmezliğin çizdiği yeryüzüne
Mavisi sessizlikte çoğalan gözlerindir
Akışını duyurur bitimsiz doğalardan
Sürer bir yaşarlıkta kesiksiz inanmayı
Dönmez çoktan eskimiş geçkin uçarlıklara
Yaşamaktan bildiği uzun bir dinmezliktir
Umutlanmaz korkak yalnızlıklara
İstesen de istemesen de anlamaz durmayı
Der ki -adım zamanlardır bitmişliklerde kalmam
Bir kere sana biçmiş ya kendini tamam
Hiçbir şey öğretemez ona sensiz olmayı

Şehir sudan umudunu kesmişti. Sessizce ölümünü bekliyordu. Kim-
senin dağın ardına gidecek gücü yoktu su içmek için. Gitmeye kalkan-
lar baygın yığıldılar dağın yamacına. Şimdi kayu bir sessizlik yalnızca
Ferhat'ın kazmalarıyla yırtılıyordu. Ferhat, üzgün, Şirin'in mektubuna
karşılık olan türküyü söylediği zaman arkasında Şirin'in bulunduğunu
bilmiyordu. Biraz sonra bir hışırtı oldu, Ferhat arkasına baktı, Şirin'i
gördü. Kucaklaştılar. Şirin, saraya dönerlerken, bir yolunu bulup
babasının yanından ayrılmış, koşa koşa Ferhat'ın yanına dönmüştü. Susuz-
luktan kuruyan gözleri, dudakları, artık son gücünü harcadığını göste-
riyordu. Uzun zaman birbirlerinden ayrılmadılar. Sonra baktılar ki
güneş batmaktadır ve su gecikirse şehir kırılacaktır, birlikte çalışmaya
koyuldular. Ferhat kazmasıyla kocaman kayaları koparıyor, Şirin de
kendisinden umulmayacak bir güçle bu kayaları açılan tünelin dışına
çıkarıyordu. Şehir büyük bir sessizlik içinde yavaş yavaş erimekteydi.
Ferhat gittikçe koyulan sessizliği duydukça kazmasını daha büyük bir
hınçla sallıyor, güneş batmadan önce dağın ardındaki gür suyu şehre
akıtmak istiyordu. Açılan tünelin bir ucunda ışıklar kırmızılaşmaya,
tünelin içini karanlığa göğüs geren koyu bir pembelik sarmaya başla-
dığı sırada, güçlü bir kazma vuruşuyla düşen bir kayanın yerine dolan
mor ışıklar bu büyük çabanın sonunu müjdelediler. Ferhat daha sonra
suyla tünel arasına büyük bir ark açtı, suyun akış yönünü değiştirdi.
Biraz sonra şehirden gelen çığlıklar, ölüm saçan susuzluğun sonunu
bildiriyordu. Ferhat ve Şirin, bir ağacın gövdesine sırtlarını dayadılar,
düşünceye daldılar. Gittikçe artan uzak çığlıklar arasında akşam pem-
beden koyu maviye doğru değişerek ilerliyordu.Bu güzel bitişin
kendilerinin sonu olacağını bilerek susuyorlardı. Uzun uzun sustular.
Sonra artık günün son ışıkları da uyumaya gidince, yavaşça yerlerinden doğ-
ruldular. O sırada ne Ferhat, Şirin'in gözünden akan bir damla yaşı ne
Şirin, Ferhat'ın gözünden akan bir damla yaşı görebildi.

Ferhat, Şirin'e dedi ki:

Varlığın varlığıma karışacak
Umut yorulmaz bir atlı gibi çıktı geliyor
Dünyamızda gözlerinin vazgeçilmez mavisi kurulacak
Bunu hayır diyenler de biliyor

Ölümlerden ölümsüzlük devşirenlerde
Eski bir kolaylıktır kendinden utanmak
Çok eski bir zorluktur seni sevmek
Bulutların yağmurlardan koparıldığı yerde

İnançların durup kaldığı günde
Her direnç bizim için sonsuza açılıyor
Çöllerden daha kuru ve bitkin bekleyişlerde
Her umutsuzluktan sonra sular başlıyor

Sen yaşamsın bir yandan olmaza değişirsin
Yıkarsın bütün umudu geçilmez dağlarında
Bir yandan bize bütün maviyi getirirsin
Ölmezliği gök bilen kuşların kanadında

Umut olmazlıkları bilmeyen ülkedir
Hiç durmadan seni bana ulaştıran
Yalnızlık bir korkudur dönüp dönüp
Gelip gene kendisine başlayan

Şirin, Ferhat'a şu karşılığı verdi:

Deniz susayınca gök
Bir yağmur deniziydi çılgınlaşan
Sanılırdı ki bir gün saçlarından
Umulmadık denizler gelecek

Yaşar gibi mavisinde bir çiçek
Bir kuş bir ince uçuşu söyler gibi
Bir böcek bir ilk yazı anar gibi
Her yoklukta varlığın bilinecek

Gün bitince pembeliğinde akşam
Bir yeni gün umuduydu bekleyişle
Durmak bilmez yolcuydu
Daha yolcu olurdu hergidişle

Duyar gibi dönmezliği bir akış
Karanlığı bilmez gibi sabahlar
Saatlar bir inanca koşar gibi
Her bakışa gözlerini getirecek

Deniz başlayınca gök
Bir sonsuzluktu sulara karışan
Bir güneşsin güne doğduğun yerde
Kovulmaktan yorgun yolcudur akşam

Ferhat ve Şirin dağdan şehre indiler. Suya kanmış bir kalabalık her
yanda sevinç gösterilerinde bulundu onlara. Ferhat da, Şirin de,
suya kavuşan kalabalığın övgülerinden kurtulabilmek için koşarcasına sara-
ya girdiler. Padişah ve adamları Ferhat'ı bekliyordu. Padişah, Ferhat'la
Şirin'i bir arada görünce öfkelendi ama bir şey demedi. Ferhat'ı yanına
çağırdı. Bir torba altın uzattı ona. Ayrıca, "dile benden ne dilersen"
dedi. Ferhat, Padişah'a , altın istemediğini, yalnızca ve yalnızca
Şirin'i istediğini söyledi. "Bir dağ delicinin Şirin'i istemesi büyük
saygısızlık" diye bağırdı Padişah. Adamlarına bağırdı: "Götürün bu dağ
deliciyi zindana atın, akıllanana kadar kalsın orada." Ferhat yorgundu,
zindana girer girmez uykuya daldı.

Zindancılardan biri, gün doğarken bir mektup uzattı gizlice Fer-
hat'a. Mektup Şirin'dendi. Diyordu ki Şirin:

Seninle bir dönülmeze inanan
Her zaman seninle bir Şirin var
Sen git senin peşinden geleceğim
Bizi kolay ayıramaz korkular

Satır satır yazılsa da duygulardan
Ölümlere yokluklara ağıtlar
Unutulmuş serüvenler kadar sönük
Bir gitme umudu sana yeter

Yüreğinin derininde koşup duran
Çocuklar kadar korkusuz tutkular
Anlatır her uzaktan geçene
Dağların ardında gür sular var

Öğreneceğin hiçbir şey kalmadı
Yalnızlıklardan ve suçlu yasaklardan
Büyüteceğin umutlar yok
Umut çoktan çekildi bu saraydan

Bir gitme tutkusu sana yeter
Gitmesen de sen yolcusun burada
İçin bilinmedik dağlara doğru koşsun
Gözlerin gün boyu gezinsin ufuklarda

Bir gün sonra, gene gün doğarken Ferhat'a Şirin den bir mektup
daha getirdiler. Diyordu ki Şirin:

Yaşamak güvenemeden
Direnemeden tutulamadan
Harman yerlerinde savrulamadan
Uzun bir boşlukta gelip gitmek

Bir akşam bir bulutu özleyemeden
Bir ilkyaz yağmurunu isteyemeden
Kılıcının ucuna gelen sevinci
Çekip bir yalnızlığa işleyemeden

Bir gecenin düşlerde uzayan yerinde
Kalmak bir yarına doğmayı bilemeden
Bekleyip en uzun yollardan özlemlerle
Bir tutku gibi çıkıp gelemeden

Yaşamak dalgasız sular gibi
Rüzgârsız yelkenler gidişsiz yollar gibi
Çekilmek kurumuş saksılar gibi
Pencere içlerinden kapı önlerinden

Yaşamak bitmişlikte uykular kadar
Büyüyüp kırgın kaygılar örneği
Bir uzağa çekilip dağlar gibi
Yükseklerin şarkısını söyleyemeden

Ondan bir gün sonra, gene gün doğarken, bir mektup daha geldi
Şirin den Ferhat'a. Diyordu ki Şirin:

Günler birer bekleyiştir geçilir
İnancında getirmez bir korkuyu
Koca şehir sana çok görse de
Aşılmaz dağlardan taşıdığın umudu

Sana zaman bir şarkıdır söylenir
Der ki çığlıklardan yorgunsan eğer
Umut gemileri batmadan daha
Kendini başka bir maviliğe ver

Başka bir rüzgârda yürü tutkuyu
Bir gün sevince varmayı bırakma
Tut ki boydanboya çöktü sevgiler
Soracağın ne kaldı yalnızlığa

Bilirsin ki dıştan yıkamazlarsa
Gelir içten alırlar kaleleri
Kavgada yere sermezler de
Kavgasız bırakırlar önce seni

Unutur musun bir gün
Seni sessizce arkadan vuranı
Yazık sana çok gördüler
Kavgada vereceğin bir avuç kanı

Şirin'in Ferhat'a gizlice mektup yolladığını duyan Padişah kızını ya-
nına çağırttı ve "üç gün içinde düğünün olacak, bilesin" dedi. Şirin, ba-
basına, Ferhat'dan başkasını istemediğini, başkasına vermeye kalkarsa
kendini öldüreceğini kesinlikle bildirdi. Padişah, Şirin'in bu sözleri
üstüne iyice öfkelendi, Adamlarına buyurdu: "O Ferhat denen dağ deli-
ciyi çıkarın zindandan, söyleyin ona, hemen bu şehirden çekip gitsin.
Yoksa boynunu vurdururum." Şirin babasının yanından çıktığında yı-
kılmış gibiydi. Gene de umutluydu. Zindanın kapısına koştu. Adam-
lar Ferhat'ı çıkarıyorlardı. Şirin, Ferhat'a "dağlarda bekle beni" diyebil-
di. Hemen Ferhat'ı uzaklaştırdılar, götürüp şehrin kıyısına bıraktılar.
Ferhat su getirmek için oyduğu dağa çıktı. Bir mağara oydu kendine.
Orada yalnızca acılarını ve umudunu yaşamaya koyuldu.
Düğün başlamak üzereydi. Ertesi gün çalgılar çalınacaktı. Vezirin
oğlu traş olmuş, yenilerini giymişti. Sarayda başdöndürücü bir gidiş-
geliş göze çarpıyordu. Kadınlar Şirin'i kandırmaya çalışıyorlardı uzun
uzun. Sözü biri alıyor, öbürü bırakıyordu. Şirin susuyordu. Bir fırtına
öncesinin sessizliği gibiydi. Üstünde ne yapacağını bilenlerin dinginli-
ği vardı. Su şaşırtan ve korkutan dinginlik, akşama doğru kesin bir se-
vince bırakmıştı yerini. Son dakikaya kadar Ferhat'a kavuşmayı dene-
yecek, kavuşamazsa odasının penceresinden usulca aşağıya
bırakacaktı kendini. Yaşamakla da, ölmekle de Ferhat'ın olabileceğine
inanıyordu. Gülüyor, şarkılar söylüyordu. Akşam geceye doğru deği-
şirken, sarayın kapısını bekleyen bekçinin yanına gitti. Ondan kendisi-
ni kapıdan bırakmasını istedi.

Şirin, sarayın kapısındaki bekçiye dedi ki:

Gün doğdu umut kırıldı
Bırak beni gideyim
Dünyam bütün karardı
Bırak beni gideyim

Ben topraktan ayrılamaz bir suyum
Denizlerini özleyen gemiyim
Uçuşlara susadı kanatlarım
Bırak beni gideyim

Çekildi özsularım dallarımda
Onmaz bir durgunluğum yalnızlıkta
Her geçen gün biraz daha geceyim
Bırak beni gideyim

Tutkuyu tutma kapılarda
Nilüferler boğulmadan sularda
Acılar onu yıkmadan dağlarda
Bırak beni gideyim

Nasıl olsa yolum çizili benim
Ben ya Ferhat demişim ya da ölüm
Ey benim yoldaşım umut gözlüm
Bırak beni gideyim

Bekçi sessizce açtı kapıyı, tek söz söylemeden. Şirin gecenin karanlı-
ğında usulca süzüldü dışarıya. Karanlığı boydanboya koşuyordu. Fer-
hat'ı bulmak için sabahı beklemeliydi. Bir ağacın dibine çöktü, bekle-
meye başladı. Gece bitmek bilmeyen bir ağırlık gibi uzadıkça
uzuyordu. Şirin, uyanık, düş gördü sabaha kadar. Bu düşlerin her bi-
rinde, kendisini çoğaltan, yücelten, kendisinin çoğalttığı, yücelttiği Fer-
hat vardı. Sabahı anlatan ilk ışıklar Doğu'da kıpırdanmaya başlayınca,
Şirin, "ölüme de, yaşamaya da benzer bir gün doğuyor" dedi. Gün do-
ğudan ilerledi, Şirin'in ayaklarına kadar geldi ilk ışıklarıyla. Şirin dağa
doğru yürümeye başladı. Dağ onu yokuşunda engelleyecek yerde,
onun yürüyüşüne yürüyüş, gücüne güç katıyordu. Uçuyordu sanki
dağın yükseklerine. Ferhat'ın mağarasının dorukta olduğuna inanıyor-
du. Doruğa yaklaşınca "Ferhat" diye seslendi.

Şirin'i özlemle kucaklayan Ferhat ona şunları söyledi:

Umutların doğduğu yerde geldin
Güneşle birlikte doğdun sabaha
Madem ki böylesine güzelliksin
Bir dağ çiçeği taksan saçlarına

Sarsılmazlığında bir kalesin
Dünyada hiçbir ordu yıkamaz burçlarını
Kıyıları çok uzak bir denizsin
Benim diyen gemiler geçemez dağlarını

Gülünç ettik ya ölümü ona bak
Yaşarlığı en kesin belirleyebildik ya
Artık ölüm her yerde utanacak
Ferhat ile Şirin'e göz koymakla

Kucağında ölüme ölüm demem
Umudunda yok olmalar bir hiçtir
Gökleri mavisinden koparmak isteyene
Artık ölüm bir çıkar yol değildir

Ölmezliği bulduk ya sonunda
Varlığımızla yarattık sonsuzu
Haydi kalk uzaklara gidelim
Ölüm sonsuza bölmeden umudumuzu

Şirin'in Ferhat'a söyledikleri:

Ölümler kolay sandı sevinçleri
Bire ona yüze bölerim sandı
Duyuyorum en güzel sabahımda
Ölüm boş yere yokluğa inandı

Ölümler kolay sandı bitişleri
Bir kılıçta sonsuza yıkacaktı
Biliyorum en güzel inancımla
Ölüm kendine yok yere inandı

Ölüm her günkü gücüne yanıldı
O sandı ki dur dese duracaktık
Ölüm belki de bizi çocuk sandı
Onu görür görmez ağlayacaktık

Bir korkuyu sunacaktı da bize
Korkuda çöller gibi yanacaktık
O sandı ki o bize inanmazsa
Biz ona çaresiz inanacaktık

Ölümler kolay sandı sevinçleri
Bire ona yüze bölerim sandı
Biz bir olmuş iki aynı inançtık
Ölüm eksikliğinde kalakaldı

Yaratanlar
Birer sonsuzluksunuz
Olmazı yoksadınız bir evrende
Ölüm alsa neyi alacak sizden
Ölüm verse ne verecektir size
Siz her açmaza birer umutsunuz

Ölümünüzde suçumuz büyüktür
Yaşarken acı çektiniz
Ondan da biz suçluyuz
Neyleyelim siz sonsuz büyüktünüz
Biz pek ayak uyduramadık size
Bizi size bırakmadı korkumuz

Uyamadık büyüklüğünüze
Siz birer tanrısınız

Ferhat ile Şirin dağı aşıp bilinmedik uzaklara doğru yürümeye baş-
ladılar. Oysa büyük bir kalabalık peşlerindeydi. Onlar su başlârında
dura dura, çiçek toplaya toplaya ilerliyorlardı. Kalabalık, kızgın bir ça-
bayla koşturuyordu. Başta büyülü sarkacıyla Müneccimbaşı, onun ya-
nında Padişah, arkalarında vezirler ve damat, daha arkada da cellatlar
vardı. Bir su başında yakaladılar Ferhat ile Şirin'i. Önce Ferhat'ı
Şirin den ayırmaya çalıştılar. Ayıramadılar. O zaman cellatlardan biri
Ferhat'ın sırtına bir bıçak sapladı. Ferhat, Şirin'le birlikte yere yıkıldı.
Şirin'i götürmeye gelen Padişah kızının üstüne eğildi. "Kalk artık, bu iş
bitti, gidiyoruz" dedi. Bir de baktı ki, Şirin de Ferhat'la birlikte gitmiş-
tir. Padişah yanmasına yandı ama, ölümlerin ardından yanmak dayanmak mıdır?
Şimdi yüzyılların basıp geçtiği bu uzak ülkede Ferhat ile Şirin her
olmaza başkaldıran birer umut olarak masallarda, türkülerde, sevinç-
lerde, tutkularda, inaçlarda yaşarlar. Kime sorsanız, Ferhat ile Şirin'in
öldüğünü söyleyemez. Ölümün el uzatamadığı yerdedir onlar, onlar
ölümsüzlüğün kendisidir. Yaşarken dirençtiler, yaşarlıkları bitince
ölümsüz oldular. Ölüm bir yoketme tanrısı olmayı onlarla birlikte
elden kaçırdı. Ferhat ile Şirin'den beri ölüm, yalnızca yaşamayanları
alıp gidiyor. Bir direnci, bir güzelliği, bir inancı yaratmışlar için ölüm,
o günden beri çaresiz bir gülünçlüktür.


Afşar Timuçin
Destanlar