Sirkeci, 3 Eylül 1325
Sen tren, ben vapurda pür-temkin
Atılırken— sen İskoç illerinin
Sisli, yağmurlu, karlı buzlu, fakat
Cidd ü himmet, vakaar ü hürriyyet
Dolu peyguule-i temeddününe,
Bense nâzende Bosfor'un köhne,
Köhne, âvâre, bî-haber, bî-zâr,
Belki cennet kadar tarâvet-dâr,
Fakat âlûde-yi kelâl ü kesel
Bir kenarında münharif, muğfel
Bir hayâtın firâs-ı uzletine,—
Ne düşündüm, bilir misin? Şu nine,
Şu sahi toprak, en sonunda... yazık,
Bunu benden mi duymalıydın!.. Arık
Ve bakımsız harâb olup gidecek.
Acı şeyler, Halûk, fakat gerçek!
Hani bir gün seninle Topkapı'dan
Geliyorduk; yol üstü bir meydan,
Bir çınar gördük; enli, boylu, vakuur
Bir ağaç; hiç eğilmemiş, mağrur :
Koca bir gövde; belki altı asır,
Belki ondan da fazla, dalgın, ağır,
Kaygısız bir ömür sürüp gelmiş;
Öyle serpilmiş, öyle yükselmiş,
Ki civarında kubbeler, damlar
— Ser-te-ser secde-gîr-i istiğfar —
Onu hasyetle seyreder gibidir.
Duyulan hep onun menâkıbidir,
Görülen hep odur uzaklardan;
Bu mehâbetli gövde çırçıplak,
Ne yeşil bir filiz, ne bir yaprak...
Kuruyor; âh, pek yazık! Şu derin
Serha böğründe belki bir hâin
Baltanın, bir gazablı yıldırımın
Zehridir... Söyle, ey çınar, bağrın
Hangi odlarla yandı? Hangi siyah
Kurt içinden kemirdi? Hasta, tebâh,
Seni kim şimdi bağlayıp saracak?
Kim şifâlar verip de kurtaracak?
Şu dönen kargalar başında senin,
Söyle, bunlar mıdır zehirleyenin?
Söyle, ey muztarib vatan, bildir:
Çektiğin hangi kanlı seyyiedir?..
Bu geçit işte böyle dar, mu'vec;
Ey setaretli yolcu, sen yürü, geç.
Sen bu menhelde kalma, sıçra, atıl,
Bir ziya kârbânı bul ve katıl.
Gez, dolaş, kâinât-ı efkârı,
— Dâima önde, dâima yukarı! —
Pür-tehâlûk, hayât ü kuvvetten
Ne bulursan bırakma: san'at, fen,
İ'timâd, i'tinâ, cesaret, ümîd,
Hepsi lâzım bu yurda, hepsi müfîd.
Bize bol bol ziya kucakla, getir:
Düşmek etrafı görmemektendir.
Elveda, ey sevimli yolcu!
Gecen, Gündüzün dâimâ yüzün gibi şen,
Rûh-ı safın kadar besûs olsun;
Geçtiğin yer çiçek, çemen dolsun..
Elveda, ey şerefli yolcu! Hayât
Bir karış yol; fakat süûn, akabât
Onu her gün biraz büker, uzatır.
Ey setâretli yolcu, gün kısadır,
Gece ba'zan mahûf olur; lâkin
Sen cesur ol, gayur ol. En sakin
Yolculuk uykudur. Büyük kuşlar
Yenecek dalga, yok, kasırga arar.
İşte bir yol ki hep çakıl ve diken;
Geçeceksin yarın bu yoldan sen...
Geçeceksin, ayakların yorgun,
Ellerin serha serha, bağrın hûn,
Fakat alnın açık, yüzün handan,
Gözlerin ufka feyz ü nur akıtan
Bir tecellîye müncezib, meshûr...
Sen koşarsın, o tayf-ı nûr-â-nûr
Yaklaşırken uzaklaşır; çılgın
Bir tehalükle sen kucaklarsın,
O kaçar; kolların açık, meshûf
Atılırsın; o tâ uzakta mahûf
Bir dikenlikte gizlenir ve güler;
Sen koşarsın, kırık, ezik, muğber,
Ellerin serha serha, bağrın hûn;
Büsbütün tesne, büsbütün yorgun.
Sen yoruldukça yol uzar, artar;
Çalı dişler, taş ağrıtır, yırtar;
Çırpınır her dikende bir parçan...
Yine sen, pür-emel, önünde uçan
O esiri hayâli kapmak için
Atılır, yırtılır ve inlersin.
Varsın uçsun, bugün değilse yarın
O senindir, mükedder olma sakın.
Koşan elbet varır; düşen kalkar;
Kara taştan su damla damla akar,
Birikir, sonra bir gümüş göl olur;
Arayan hakkı en sonunda bulur...
Bunu hürmetle dinle; mazinin
Bu derin seslerinde bil ki senin
Bütün âtî-i sâkitin yaşıyor.
Oku hep ser-nüvist-i âlemi, sor
Bütün esrâr-ı istifasından.
Sana, bak, nev'inin bakaasından
Bahsederken beşer ne anlatacak:
Yaşamak hak, yaşatmamak... o da hak.
Adem evlâdı bıkmamış cidden
Ne ezilmek, ne hakkı ezmekten.
Duymamış hiç bu işte yorgunluk;
Bir tesekkî, hemen tokat, yumruk.
Yumruk elvermemiş, topuz vurmuş;
«Hak!» diyen ağzı tasla susturmuş.
O da kâfi değil, bugün karalar
Ve denizler zehirli kumbaralar,
Bombalar, güllelerle mâl-â-mâl.
Biraz âciz misin, zebun musun, al
Bir tokat, bir topuz, ya bir gülle;
İşte hakkın... Fakat güzel belle:
Sen de bir gün, cihan bu, kendinden
Daha âciz biriyle istersen
Aynı dilden tekellüm eylersin;
Sen de en gür belâgatinle sesin
Çıktığı, yettiği kadar gürler
Ve yakarsın... Semâ da şimşekler,
Yıldırımlarla aynı dersi verir:
Bütün âlem esir-i kuvvettir.
Buna razı değil ukuul, elbet
Haktadır, haktır en büyük kuvvet.
Dün sönük titreyen bu şübhe yarın
Bir müsa'sa' hakikat... Ey yarının
İnkılâb ordusunda çarpışacak
Kahraman, öğren işte kuvvet = hak!
Ve bu düştûr elinde, bî-pervâ
Yürü, dünyâyı fetheder bu liva.
Düne bir kerre bak: düşen, kalkan,
Hep delilinde haklı; hakkı yakan
Yine haktan alınma bir su'le;
Hakka baş kestiren kılıçta bile
Parlayan hak... Fakat senin kılıcın
Hakka sıyrılmasın, ya çarpılsın!
Beklerim bir zafer esasen ben
Kılıcından ziyâde kalbinden.
Ey Bizans'ın çürük, sukuut-âlûd
Kollarından, pür-istiyâk-ı suûd,
Sıyrılan yolcu, bakma arkana hiç;
Seni bir lâhza etmesin tehyiç
Onun ahlâkı solduran nazarı.
—Dâima önde, dâima yukarı!—
İşte fermân-ı azm ü pervâzın.
Uç git, eflâk-i sun'u i'câzın
Bütün etbâk-ı sârikında dolaş;
Fers'i geç, Ars'ı atla, Sidre'yi aş,
Gör ne var maverada ibret-hîz,
İ'tilâ; —ictirâ;— rehâ-engiz...
Topla, fırlat ne varsa, taş, iğne,
Şu muhitin şer-i rehavetine.
O biraz belki canlanır, ve senin
Zahmetin, himmetin, ve fazlın için
Koyar elbet vatan, bu hasta nine
Bir sıcak buse terli nâsiyene!..
Tevfik Fikret
Haluk'un Defteri
* Fikret bu şiiri oğlu Halûk'un öğrenim için 3 Eylül 1325 (16 Eylül 1909) tarihinde İskoçya'nın Glasgow kentine gitmesi üzerine yazmıştır.
Günümüz Türkçe'siyle
Sirkeci, 16 Eylül 1909
Sen trende, ben vapurda ağırbaşlı
Atılırken— sen İskoç ellerinin
Sisli, yağmurlu, buzlu, karlı
Ama iş ve uğraş, onur ve özgürlük
Dolu uygarlaşmış köşelerine;
Bense nazlı Boğaziçi'nin köhne,
Eski, uçarı, ilgisiz, bezgin,
Belki cennet kadar taze,
Fakat yorgun ve usanmış,
Bir kıyısında sapmış, aldanmış
Bir hayatın ıssız döşeğine,—
Ne düşündüm, bilir misin? Şu ana,
Şu cömert toprak, en sonunda... yazık,
Bunu benden mi duymalıydın!.. Sıska
Ve bakımsız yıkılıp gidecek.
Acı şeyler, Halûk, ama gerçek!
Hani bir gün seninle Topkapı'dan
Geliyorduk; yol üstünde bir alan,
Bir çınar gördük: enli boylu, ağırbaşlı
Bir ağaç; hiç eğilmemiş, dikbaşlı
Koca bir gövde; belki altı yüzyıldır,
Belki daha da çok, dalgın, ağır,
Kaygısızca yaşayıp gelmiş;
Öyle serpilmiş, öyle yükselmiş
Ki çevresinde kubbeler, damlar
—Sanki yakarmak için secdeye yatmışlar—
Onu korkuyla gözler gibidir.
Duyulan hep onun hikâyesidir,
Görülen hep odur uzaklardan;
Fakat göklere başını uzatan
Bu görkemli gövde çırılçıplak,
Ne yeşil bir filiz, ne bir yaprak...
Kuruyor; âh, pek yazık! Şu derin
Yara böğründe belki bir hain
Baltanın, öfkeli bir yıldırımın
Ağusudur... Söyle, ey çınar, bağrın
Hangi ateşle yandı? Hangi kara
Kurt içinden kemirdi? Bitkin, hasta,
Seni kim şimdi bağlayıp saracak?
Kim iyileştirip de kurtaracak?
Şu başında dönen kargalar mı,
Söyle, seni zehirleyen bunlar mı?
Söyle, ey acı çeken yurt, bildir.
Çektiğin hangi kanlı çiledir?..
Bu geçit işte böyle dar, eğri;
Ey sevinçli yolcu, sen geç, yürü.
Sen bu konakta kalma, sıçra, atıl,
Bir ışık kervanı bul ve katıl.
Gez, dolaş, gör düşüncelerin evrenini,
—Her zaman yukarı, her zaman ileri! —
Can atarak, güçten ve yaşamaktan
Ne bulursan al, bırakma: bilim, sanat.
Güven, özen, yüreklilik, umut,
Hepsi gerekli bu yurda, hepsi yararlı...
Bize bol bol ışık kucakla, getir.
Düşmek çevreyi görmemektendir.
Hoşça kal, ey sevimli yolcu! Gecen,
Gündüzün her zaman yüzün gibi şen,
Temiz ruhun kadar güleç olsun,
Geçtiğin yer çiçek, çimen dolsun...
Hoşça kal, ey onurlu yolcu! Hayat
Bir karış yol; ama olaylar, yokuşlar,
Onu her gün biraz büker, uzatır...
Ey sevinçli yolcu, gün kısadır,
Gece arasıra korkunç olur; fakat
Sen yürekli, çalışkan ol. En sessiz
Yolculuk uykudur. Büyük kuşlar
Yenecek dalga değil kasırga arar.
İşte bir yol ki hep çakıl ve diken;
Geçeceksin yarın bu yoldan sen...
Geçeceksin, ayakların yorgun,
Ellerin yaralı, bağrında kan,
Fakat alnın açık, güleç yüzün,
Gözlerin ufka bilim ve ışık akıtan
Bir görüntüye bağlı, büyülü...
Sen koşarsın, o parlak görüntü
Yaklaşırken uzaklaşır; çılgın
Bir atılışla sen kucaklaşırsın,
O kaçar; susamış, kolların açık,
Atılırsın; o tâ uzakta, ürkek,
Bir dikenlikte gizlenip güler;
Sen koşarsın, kırık, ezik, dargın.
Ellerin yaralı, bağrında kan;
Büsbütün susamış, büsbütün yorgun.
Sen yoruldukça yol uzar, artar;
Çalı dişler, taş ağrıtır, yırtar;
Çırpınır her dikende bir parçan...
Yine sen, istekle dolu, önünde uçan
O havadan hayali kapmak için
Atılır, yırtılır ve inlersin.
Varsın uçsun, bugün değilse yarın
O senindir, üzgün olma sakın.
Koşan varır elbet; düşen kalkar;
Kara taştan su damla damla akar,
Birikir, sonra bir gümüş göl olur;
Arayan hakkı en sonunda bulur...
Bunu saygıyla dinle.- Geçmişin
Bu derin seslerinde, bil ki, senin
Tüm o sessiz geleceğin yaşıyor.
Oku hep evrenin yazgısını, sor
Bütün gizlerini en seçkininden.
Sana, bak, cinsinin sürmesinden
Söz ederken insan ne anlatacak:
Yaşamak hak, yaşatmak... o da hak
İnsanoğlu bıkmamış gerçekten
Ne ezilmekten, ne hakkı ezmekten.
Duymamış hiç bu işte yorgunluk;
Bir yakınma, hemen tokat, yumruk.
Yumruk elvermemiş, topuz vurmuş;
«Hak!» diyen ağzı tasla susturmuş.
O da yetmemiş, bugün karalar
Ve denizler ağulu kumbaralar,
Bombalar, güllelerle dopdolu.
Biraz güçsüz müsün, düşkün müsün,
Al bir tokat, bir topuz ya da gülle;
İşte hakkın... Fakat iyi belle.
Sen de bir gün, olur ya, dünya bu,
İstersen kendinden güçsüz biriyle
Aynı dilden konuşabilirsin;
Sen de en gür söyleşinle sesin
Çıktığı, yettiği kadar gürler
Ve yakarsın... Gök de şimşekler,
Yıldırımlarla aynı dersi verir:
Bütün evren kuvvetin esiridir.
Akıllar buna yatmaz, elbet
Haktadır, haktır en büyük kuvvet.
Dün sönük titreyen bir kuşku yarın
Gösterişli bir gerçek...Ey yarının
Devrim ordusunda çarpışacak
Kahraman, öğren işte: Kuvvet = hak!
Ve bu ilke elinde, hiç korkmadan
Yürü, dünyayı ele geçirir bu sancak.
Düne bir kez bak: düşen, kalkan,
Kanıtında hep haklı; hakkı yakan
Bir alev, haktan alınma yine;
Hakka baş kestiren kılıçta bile
Parlayan hak... Fakat senin kılıcın
Ya hakka sıyrılmasın ya da çarpılsın!
Beklerim bir zafer aslında ben.
Kılıcından çok yüreğinden.
Ey Bizans'ın çürük ve düşük
Kollarından —yükselmeyi özleyerek—
Sıyrılan yolcu, hiç arkana bakma,
Bir an bile heyecan vermesin sana
Onun ahlâkı solduran bakışı.
—Her zaman önde, her zaman yukarı! —
İşte buyruğu gidiş ve uçuşun.
Uç git, göklerinde yapıp şaşırtmanın
Bütün parlak katlarında dolaş;
Yeri geç, göğü atla, Sidre'yi aş,
Gör ne var ötelerde ibret olan,
Yücelten, yüreklendiren, kurtaran...
Topla, fırlat ne varsa, taş, iğne,
Şu çevrenin uyuşuk tepesine.
O belki biraz canlanır ve senin
Sıkıntın, çalışman ve erdemin için
Koyar elbet yurt, bu hasta ana,
Bir sıcak öpücük terli alnına!...
Sen tren, ben vapurda pür-temkin
Atılırken— sen İskoç illerinin
Sisli, yağmurlu, karlı buzlu, fakat
Cidd ü himmet, vakaar ü hürriyyet
Dolu peyguule-i temeddününe,
Bense nâzende Bosfor'un köhne,
Köhne, âvâre, bî-haber, bî-zâr,
Belki cennet kadar tarâvet-dâr,
Fakat âlûde-yi kelâl ü kesel
Bir kenarında münharif, muğfel
Bir hayâtın firâs-ı uzletine,—
Ne düşündüm, bilir misin? Şu nine,
Şu sahi toprak, en sonunda... yazık,
Bunu benden mi duymalıydın!.. Arık
Ve bakımsız harâb olup gidecek.
Acı şeyler, Halûk, fakat gerçek!
Hani bir gün seninle Topkapı'dan
Geliyorduk; yol üstü bir meydan,
Bir çınar gördük; enli, boylu, vakuur
Bir ağaç; hiç eğilmemiş, mağrur :
Koca bir gövde; belki altı asır,
Belki ondan da fazla, dalgın, ağır,
Kaygısız bir ömür sürüp gelmiş;
Öyle serpilmiş, öyle yükselmiş,
Ki civarında kubbeler, damlar
— Ser-te-ser secde-gîr-i istiğfar —
Onu hasyetle seyreder gibidir.
Duyulan hep onun menâkıbidir,
Görülen hep odur uzaklardan;
Bu mehâbetli gövde çırçıplak,
Ne yeşil bir filiz, ne bir yaprak...
Kuruyor; âh, pek yazık! Şu derin
Serha böğründe belki bir hâin
Baltanın, bir gazablı yıldırımın
Zehridir... Söyle, ey çınar, bağrın
Hangi odlarla yandı? Hangi siyah
Kurt içinden kemirdi? Hasta, tebâh,
Seni kim şimdi bağlayıp saracak?
Kim şifâlar verip de kurtaracak?
Şu dönen kargalar başında senin,
Söyle, bunlar mıdır zehirleyenin?
Söyle, ey muztarib vatan, bildir:
Çektiğin hangi kanlı seyyiedir?..
Bu geçit işte böyle dar, mu'vec;
Ey setaretli yolcu, sen yürü, geç.
Sen bu menhelde kalma, sıçra, atıl,
Bir ziya kârbânı bul ve katıl.
Gez, dolaş, kâinât-ı efkârı,
— Dâima önde, dâima yukarı! —
Pür-tehâlûk, hayât ü kuvvetten
Ne bulursan bırakma: san'at, fen,
İ'timâd, i'tinâ, cesaret, ümîd,
Hepsi lâzım bu yurda, hepsi müfîd.
Bize bol bol ziya kucakla, getir:
Düşmek etrafı görmemektendir.
Elveda, ey sevimli yolcu!
Gecen, Gündüzün dâimâ yüzün gibi şen,
Rûh-ı safın kadar besûs olsun;
Geçtiğin yer çiçek, çemen dolsun..
Elveda, ey şerefli yolcu! Hayât
Bir karış yol; fakat süûn, akabât
Onu her gün biraz büker, uzatır.
Ey setâretli yolcu, gün kısadır,
Gece ba'zan mahûf olur; lâkin
Sen cesur ol, gayur ol. En sakin
Yolculuk uykudur. Büyük kuşlar
Yenecek dalga, yok, kasırga arar.
İşte bir yol ki hep çakıl ve diken;
Geçeceksin yarın bu yoldan sen...
Geçeceksin, ayakların yorgun,
Ellerin serha serha, bağrın hûn,
Fakat alnın açık, yüzün handan,
Gözlerin ufka feyz ü nur akıtan
Bir tecellîye müncezib, meshûr...
Sen koşarsın, o tayf-ı nûr-â-nûr
Yaklaşırken uzaklaşır; çılgın
Bir tehalükle sen kucaklarsın,
O kaçar; kolların açık, meshûf
Atılırsın; o tâ uzakta mahûf
Bir dikenlikte gizlenir ve güler;
Sen koşarsın, kırık, ezik, muğber,
Ellerin serha serha, bağrın hûn;
Büsbütün tesne, büsbütün yorgun.
Sen yoruldukça yol uzar, artar;
Çalı dişler, taş ağrıtır, yırtar;
Çırpınır her dikende bir parçan...
Yine sen, pür-emel, önünde uçan
O esiri hayâli kapmak için
Atılır, yırtılır ve inlersin.
Varsın uçsun, bugün değilse yarın
O senindir, mükedder olma sakın.
Koşan elbet varır; düşen kalkar;
Kara taştan su damla damla akar,
Birikir, sonra bir gümüş göl olur;
Arayan hakkı en sonunda bulur...
Bunu hürmetle dinle; mazinin
Bu derin seslerinde bil ki senin
Bütün âtî-i sâkitin yaşıyor.
Oku hep ser-nüvist-i âlemi, sor
Bütün esrâr-ı istifasından.
Sana, bak, nev'inin bakaasından
Bahsederken beşer ne anlatacak:
Yaşamak hak, yaşatmamak... o da hak.
Adem evlâdı bıkmamış cidden
Ne ezilmek, ne hakkı ezmekten.
Duymamış hiç bu işte yorgunluk;
Bir tesekkî, hemen tokat, yumruk.
Yumruk elvermemiş, topuz vurmuş;
«Hak!» diyen ağzı tasla susturmuş.
O da kâfi değil, bugün karalar
Ve denizler zehirli kumbaralar,
Bombalar, güllelerle mâl-â-mâl.
Biraz âciz misin, zebun musun, al
Bir tokat, bir topuz, ya bir gülle;
İşte hakkın... Fakat güzel belle:
Sen de bir gün, cihan bu, kendinden
Daha âciz biriyle istersen
Aynı dilden tekellüm eylersin;
Sen de en gür belâgatinle sesin
Çıktığı, yettiği kadar gürler
Ve yakarsın... Semâ da şimşekler,
Yıldırımlarla aynı dersi verir:
Bütün âlem esir-i kuvvettir.
Buna razı değil ukuul, elbet
Haktadır, haktır en büyük kuvvet.
Dün sönük titreyen bu şübhe yarın
Bir müsa'sa' hakikat... Ey yarının
İnkılâb ordusunda çarpışacak
Kahraman, öğren işte kuvvet = hak!
Ve bu düştûr elinde, bî-pervâ
Yürü, dünyâyı fetheder bu liva.
Düne bir kerre bak: düşen, kalkan,
Hep delilinde haklı; hakkı yakan
Yine haktan alınma bir su'le;
Hakka baş kestiren kılıçta bile
Parlayan hak... Fakat senin kılıcın
Hakka sıyrılmasın, ya çarpılsın!
Beklerim bir zafer esasen ben
Kılıcından ziyâde kalbinden.
Ey Bizans'ın çürük, sukuut-âlûd
Kollarından, pür-istiyâk-ı suûd,
Sıyrılan yolcu, bakma arkana hiç;
Seni bir lâhza etmesin tehyiç
Onun ahlâkı solduran nazarı.
—Dâima önde, dâima yukarı!—
İşte fermân-ı azm ü pervâzın.
Uç git, eflâk-i sun'u i'câzın
Bütün etbâk-ı sârikında dolaş;
Fers'i geç, Ars'ı atla, Sidre'yi aş,
Gör ne var maverada ibret-hîz,
İ'tilâ; —ictirâ;— rehâ-engiz...
Topla, fırlat ne varsa, taş, iğne,
Şu muhitin şer-i rehavetine.
O biraz belki canlanır, ve senin
Zahmetin, himmetin, ve fazlın için
Koyar elbet vatan, bu hasta nine
Bir sıcak buse terli nâsiyene!..
Tevfik Fikret
Haluk'un Defteri
* Fikret bu şiiri oğlu Halûk'un öğrenim için 3 Eylül 1325 (16 Eylül 1909) tarihinde İskoçya'nın Glasgow kentine gitmesi üzerine yazmıştır.
Günümüz Türkçe'siyle
Sirkeci, 16 Eylül 1909
Sen trende, ben vapurda ağırbaşlı
Atılırken— sen İskoç ellerinin
Sisli, yağmurlu, buzlu, karlı
Ama iş ve uğraş, onur ve özgürlük
Dolu uygarlaşmış köşelerine;
Bense nazlı Boğaziçi'nin köhne,
Eski, uçarı, ilgisiz, bezgin,
Belki cennet kadar taze,
Fakat yorgun ve usanmış,
Bir kıyısında sapmış, aldanmış
Bir hayatın ıssız döşeğine,—
Ne düşündüm, bilir misin? Şu ana,
Şu cömert toprak, en sonunda... yazık,
Bunu benden mi duymalıydın!.. Sıska
Ve bakımsız yıkılıp gidecek.
Acı şeyler, Halûk, ama gerçek!
Hani bir gün seninle Topkapı'dan
Geliyorduk; yol üstünde bir alan,
Bir çınar gördük: enli boylu, ağırbaşlı
Bir ağaç; hiç eğilmemiş, dikbaşlı
Koca bir gövde; belki altı yüzyıldır,
Belki daha da çok, dalgın, ağır,
Kaygısızca yaşayıp gelmiş;
Öyle serpilmiş, öyle yükselmiş
Ki çevresinde kubbeler, damlar
—Sanki yakarmak için secdeye yatmışlar—
Onu korkuyla gözler gibidir.
Duyulan hep onun hikâyesidir,
Görülen hep odur uzaklardan;
Fakat göklere başını uzatan
Bu görkemli gövde çırılçıplak,
Ne yeşil bir filiz, ne bir yaprak...
Kuruyor; âh, pek yazık! Şu derin
Yara böğründe belki bir hain
Baltanın, öfkeli bir yıldırımın
Ağusudur... Söyle, ey çınar, bağrın
Hangi ateşle yandı? Hangi kara
Kurt içinden kemirdi? Bitkin, hasta,
Seni kim şimdi bağlayıp saracak?
Kim iyileştirip de kurtaracak?
Şu başında dönen kargalar mı,
Söyle, seni zehirleyen bunlar mı?
Söyle, ey acı çeken yurt, bildir.
Çektiğin hangi kanlı çiledir?..
Bu geçit işte böyle dar, eğri;
Ey sevinçli yolcu, sen geç, yürü.
Sen bu konakta kalma, sıçra, atıl,
Bir ışık kervanı bul ve katıl.
Gez, dolaş, gör düşüncelerin evrenini,
—Her zaman yukarı, her zaman ileri! —
Can atarak, güçten ve yaşamaktan
Ne bulursan al, bırakma: bilim, sanat.
Güven, özen, yüreklilik, umut,
Hepsi gerekli bu yurda, hepsi yararlı...
Bize bol bol ışık kucakla, getir.
Düşmek çevreyi görmemektendir.
Hoşça kal, ey sevimli yolcu! Gecen,
Gündüzün her zaman yüzün gibi şen,
Temiz ruhun kadar güleç olsun,
Geçtiğin yer çiçek, çimen dolsun...
Hoşça kal, ey onurlu yolcu! Hayat
Bir karış yol; ama olaylar, yokuşlar,
Onu her gün biraz büker, uzatır...
Ey sevinçli yolcu, gün kısadır,
Gece arasıra korkunç olur; fakat
Sen yürekli, çalışkan ol. En sessiz
Yolculuk uykudur. Büyük kuşlar
Yenecek dalga değil kasırga arar.
İşte bir yol ki hep çakıl ve diken;
Geçeceksin yarın bu yoldan sen...
Geçeceksin, ayakların yorgun,
Ellerin yaralı, bağrında kan,
Fakat alnın açık, güleç yüzün,
Gözlerin ufka bilim ve ışık akıtan
Bir görüntüye bağlı, büyülü...
Sen koşarsın, o parlak görüntü
Yaklaşırken uzaklaşır; çılgın
Bir atılışla sen kucaklaşırsın,
O kaçar; susamış, kolların açık,
Atılırsın; o tâ uzakta, ürkek,
Bir dikenlikte gizlenip güler;
Sen koşarsın, kırık, ezik, dargın.
Ellerin yaralı, bağrında kan;
Büsbütün susamış, büsbütün yorgun.
Sen yoruldukça yol uzar, artar;
Çalı dişler, taş ağrıtır, yırtar;
Çırpınır her dikende bir parçan...
Yine sen, istekle dolu, önünde uçan
O havadan hayali kapmak için
Atılır, yırtılır ve inlersin.
Varsın uçsun, bugün değilse yarın
O senindir, üzgün olma sakın.
Koşan varır elbet; düşen kalkar;
Kara taştan su damla damla akar,
Birikir, sonra bir gümüş göl olur;
Arayan hakkı en sonunda bulur...
Bunu saygıyla dinle.- Geçmişin
Bu derin seslerinde, bil ki, senin
Tüm o sessiz geleceğin yaşıyor.
Oku hep evrenin yazgısını, sor
Bütün gizlerini en seçkininden.
Sana, bak, cinsinin sürmesinden
Söz ederken insan ne anlatacak:
Yaşamak hak, yaşatmak... o da hak
İnsanoğlu bıkmamış gerçekten
Ne ezilmekten, ne hakkı ezmekten.
Duymamış hiç bu işte yorgunluk;
Bir yakınma, hemen tokat, yumruk.
Yumruk elvermemiş, topuz vurmuş;
«Hak!» diyen ağzı tasla susturmuş.
O da yetmemiş, bugün karalar
Ve denizler ağulu kumbaralar,
Bombalar, güllelerle dopdolu.
Biraz güçsüz müsün, düşkün müsün,
Al bir tokat, bir topuz ya da gülle;
İşte hakkın... Fakat iyi belle.
Sen de bir gün, olur ya, dünya bu,
İstersen kendinden güçsüz biriyle
Aynı dilden konuşabilirsin;
Sen de en gür söyleşinle sesin
Çıktığı, yettiği kadar gürler
Ve yakarsın... Gök de şimşekler,
Yıldırımlarla aynı dersi verir:
Bütün evren kuvvetin esiridir.
Akıllar buna yatmaz, elbet
Haktadır, haktır en büyük kuvvet.
Dün sönük titreyen bir kuşku yarın
Gösterişli bir gerçek...Ey yarının
Devrim ordusunda çarpışacak
Kahraman, öğren işte: Kuvvet = hak!
Ve bu ilke elinde, hiç korkmadan
Yürü, dünyayı ele geçirir bu sancak.
Düne bir kez bak: düşen, kalkan,
Kanıtında hep haklı; hakkı yakan
Bir alev, haktan alınma yine;
Hakka baş kestiren kılıçta bile
Parlayan hak... Fakat senin kılıcın
Ya hakka sıyrılmasın ya da çarpılsın!
Beklerim bir zafer aslında ben.
Kılıcından çok yüreğinden.
Ey Bizans'ın çürük ve düşük
Kollarından —yükselmeyi özleyerek—
Sıyrılan yolcu, hiç arkana bakma,
Bir an bile heyecan vermesin sana
Onun ahlâkı solduran bakışı.
—Her zaman önde, her zaman yukarı! —
İşte buyruğu gidiş ve uçuşun.
Uç git, göklerinde yapıp şaşırtmanın
Bütün parlak katlarında dolaş;
Yeri geç, göğü atla, Sidre'yi aş,
Gör ne var ötelerde ibret olan,
Yücelten, yüreklendiren, kurtaran...
Topla, fırlat ne varsa, taş, iğne,
Şu çevrenin uyuşuk tepesine.
O belki biraz canlanır ve senin
Sıkıntın, çalışman ve erdemin için
Koyar elbet yurt, bu hasta ana,
Bir sıcak öpücük terli alnına!...
3 yorum:
Hiç arkana bakma demiş oğluna
Uç git.
O da uçmuş.
Öyle uçmuş ki
Gitmiş papaz olmuş.
yazarken birden aklıma Tevfik Fikret’in oğlu Haluk’a yazdığı; “Haluk’a Veda” şiiri geldi! Bu şiiri 1967 de Türkçe kitabında okumuş derinliğini de Türkçe Öğretmenim ışıklar içinde yaşasın Ruhi Sel sayesinde anlamıştım. Ey ulusumun öğretmenleri, ey anneler ve ey babalar evlatlarınıza ve torunlarınıza bu şiirin anlamını öğretebilirseniz; başta kendiniz, evladınız ve ülkemiz adına her anlamda çok büyük değerler kazandırırsınız!..
Fen bilimleri tahsili için avrupaya gidip edebiyatçı olarak dönmüş, edebiyatcı olunca da , hasta adam dediği vatan, istiklal harbinde varolma yokolma mücadelesi verirken , kendisi aşiyanda kuş uçurup, ruhunu cilalamaya çalışmış, oğlu Haluku iskoçyada hristiyan ailenin yanına verip rahip olarak yetişmesine göz yummuş. Ne de babacan bir babaymış?
Yorum Gönder