çok eski bir avukat yazıhanesine şöyle bir uğruyoruz
ben kendi yarattığım yoldan kendimi getirerek
eski bir Avusturya kasasının üstüne yumruğumu vuruyorum
ne zaman vuruyorum, dünyanın bütün borsaları titriyor
ben biraz iğreniyorum
ve biraz iğrendikçe ben bir saat kulesinin önünden geçiyorum zamansızlık
yürürlükte oluyor
gene de bir erguvan ağacı aklımda kalmış olabilir bu ara
kaldı ki, sözlüğe bile bakıyorum, onu kelimeleştiriyorum
cercis silignastrum
avukat bana bakıyor gözlüklerinin üstünden
sanki ne olsun gibi bana bakıyor
bir gümüş paranın transfer tutarı gibi
iki göz oluyor bakınca, kim bilir hangi bankada bozdurulmuş
avukatın gözleri
hey tanrım
hey tanrım, böyle bu dosyaları kim gönderiyor
kim
benim yargılamak için düşlerimi
ellerimi benim, çok seyrek olarak çıkarttığım düşlerimden
kim gönderiyor
ve her şey nasıl da durmuş olmalı ki, avukat kımıldanıyor biraz
elindeki kâğıt keseceğini dünyaya batırarak
ve elindeki bir
anahtar zincirini
biz işte onunla birlikte savunacağız beni
düşlerimi ve düşlerimden arta kalan ellerimi
biz ikimiz
böylece parmaklarımı masanın üstüne koyuyoruz biraz
şimdiden koyuyoruz ki onları, biz buna alışalım
öyle bir suç unsuru gibi, gerçekte
benim olmayan eşyalar gibi
biz buna alışalım.
gerçekten alışıyoruz da. ama kimseler kendini savunamıyor ki
bunu bildikçe de ben eski eşyalar satılan bir dükkânda oluyorum
dükkânın kapanmaya yakın saatlerinde
üstleri iğneli birtakım Japon heykelcikleri görüyorum ki
gözleri yeşimden yapılmış
vücutları eski hayvan kemiklerinden
onlara bakıyorum
onları anlıyorum ki, üstleri iğneli insancıklar halinde
ve nasıl yapılmışlarsa öyle
anlıyorum
biz buna savunmak diyoruz, bu iğnelere
oysa bir yaratılış biçimi olmalı ya da
bir kendine yetme biçimi...
(baylar! siz ki hiç yargılanmadan.. ayıp değil mi
beni bir gün alıp götürdüler
benim iyi yüzüme uydurulmuş yüzleriyle
yollar ki iri bir yağmurun altında
gözle görülebilir bir yağmurun altında öyleydi
nasıldı derseniz, ben buna bir şey diyemem
diyemem, çünkü insan düşünür de bir şey diyemez
dese de, kılı kırk yararcasına düşünmesini
bilmeyebilir, öyle değil mi
bunu ben böyle düşündüm
ben böyle düşündüm ki, karşımda
durmadan kırmızı yakaları olan birileri
durmadan bana sordular
sanki bir bir saydılar aklımdan neler geçirdiğimi
doğrusu pek anlamadım, anlamadım da
dedim ki onlara ben de, boşuna yargılıyorsunuz beni
öyle ya, çünkü siz olmasanız da, ya da sussanız
ben var ya, kendimi yargılarım, öyle değil mi?)
ben kendi yarattığım yoldan kendimi getirerek
eski bir Avusturya kasasının üstüne yumruğumu vuruyorum
ne zaman vuruyorum, dünyanın bütün borsaları titriyor
ben biraz iğreniyorum
ve biraz iğrendikçe ben bir saat kulesinin önünden geçiyorum zamansızlık
yürürlükte oluyor
gene de bir erguvan ağacı aklımda kalmış olabilir bu ara
kaldı ki, sözlüğe bile bakıyorum, onu kelimeleştiriyorum
cercis silignastrum
avukat bana bakıyor gözlüklerinin üstünden
sanki ne olsun gibi bana bakıyor
bir gümüş paranın transfer tutarı gibi
iki göz oluyor bakınca, kim bilir hangi bankada bozdurulmuş
avukatın gözleri
hey tanrım
hey tanrım, böyle bu dosyaları kim gönderiyor
kim
benim yargılamak için düşlerimi
ellerimi benim, çok seyrek olarak çıkarttığım düşlerimden
kim gönderiyor
ve her şey nasıl da durmuş olmalı ki, avukat kımıldanıyor biraz
elindeki kâğıt keseceğini dünyaya batırarak
ve elindeki bir
anahtar zincirini
biz işte onunla birlikte savunacağız beni
düşlerimi ve düşlerimden arta kalan ellerimi
biz ikimiz
böylece parmaklarımı masanın üstüne koyuyoruz biraz
şimdiden koyuyoruz ki onları, biz buna alışalım
öyle bir suç unsuru gibi, gerçekte
benim olmayan eşyalar gibi
biz buna alışalım.
gerçekten alışıyoruz da. ama kimseler kendini savunamıyor ki
bunu bildikçe de ben eski eşyalar satılan bir dükkânda oluyorum
dükkânın kapanmaya yakın saatlerinde
üstleri iğneli birtakım Japon heykelcikleri görüyorum ki
gözleri yeşimden yapılmış
vücutları eski hayvan kemiklerinden
onlara bakıyorum
onları anlıyorum ki, üstleri iğneli insancıklar halinde
ve nasıl yapılmışlarsa öyle
anlıyorum
biz buna savunmak diyoruz, bu iğnelere
oysa bir yaratılış biçimi olmalı ya da
bir kendine yetme biçimi...
(baylar! siz ki hiç yargılanmadan.. ayıp değil mi
beni bir gün alıp götürdüler
benim iyi yüzüme uydurulmuş yüzleriyle
yollar ki iri bir yağmurun altında
gözle görülebilir bir yağmurun altında öyleydi
nasıldı derseniz, ben buna bir şey diyemem
diyemem, çünkü insan düşünür de bir şey diyemez
dese de, kılı kırk yararcasına düşünmesini
bilmeyebilir, öyle değil mi
bunu ben böyle düşündüm
ben böyle düşündüm ki, karşımda
durmadan kırmızı yakaları olan birileri
durmadan bana sordular
sanki bir bir saydılar aklımdan neler geçirdiğimi
doğrusu pek anlamadım, anlamadım da
dedim ki onlara ben de, boşuna yargılıyorsunuz beni
öyle ya, çünkü siz olmasanız da, ya da sussanız
ben var ya, kendimi yargılarım, öyle değil mi?)
Edip Cansever
Çağrılmayan Yakup
Yerçekimli Karanfil
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder