Şiir, Sadece: 2016-06-05

11 Haziran 2016 Cumartesi

Küfe

Beş on gün oldu ki, mu'tâda inkıyâd ile ben
Sabahleyin çıkıvermiştim evden erkenden.
Bizim mahalle de İstanbul'un kenârı demek:
Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmiyerek!
Adım başında derin bir buhayre dalgalanır,
Sular karardı mı, artık gelen gelir dayanır.
Bir elde olmalı kandil, bir elde iskandil,
Selâmetin yolu insan için bu, başka değil!
Elimde bir koca değnek, onunla yoklayarak,
Önüm adaysa basıp, yok, denizse atlayarak,
Ayakta durmaya elbirliğiyle gayret eden,
Lisân-ı hâl ile amma rükûa niyyet eden-
O sâlhurde, harâb evlerin saçaklarına,
Sığınmış öyle giderken, hemen ayaklarına
Delîlimin koca bir şey takıldı... Baktım ki:
Genişçe bir küfe yatmakta, hem epey eski.
Bu bir hamal küfesiymiş... Aceb kimin? Derken;
On üç yaşında kadar bir çocuk gelip öteden,
Gerildi, tekmeyi indirdi öyle bir küfeye:
Tekermeker küfe bîtâb düştü tâ öteye.
- Benim babam senin altında öldü, sen hâlâ
Kurumla yat sokağın ortasında böyle daha!
O anda karşıki evden bir orta yaşlı kadın
Göründü:
- Oh benim oğlum, gel etme kırma sakın!
Ne istedin küfeden yavrum?Ağzı yok, dili yok,
Baban sekiz sene kullandı... Hem de derdi ki: "Çok
Uğurlu bir küfedir, kalmadım hemen yüksüz... "
Baban gidince demek kaldı âdetâ öksüz!
Onunla besliyeceksin ananla kardeşini.
Bebek misin daha öğrenmedin mi sen işini?"
Dedim ki ben de:
Ayol dinle annenin sözünü...
Fakat çocuk bana haykırdı ekşitip yüzünü:
- Sakallı, yok mu işin? Git, cehennem ol Şuradan!
Ne dırlanıp duruyorsun sabahleyin oradan?
Benim içim yanıyor: Dağ kadar babam gitti...
- Baban yerinde adamdan ne istedin şimdi?
Adamcağız sana, bak hâl dilince söylerken...
- Bırak hanım, o çocuktur, kusûra bakmam ben...
Adın nedir senin, oğlum?
- Hasan.
- Hasan, dinle.
Zararlı sen çıkacaksın bütün bu hiddetle.
Benim de yandı içim anlayınca derdinizi...
Fakat, baban sana ısmarlayıp da gitti sizi.
O, bunca yıl çalışıp alnının teriyle seni
Nasıl büyüttü? Bugün, sen de kendi kardeşini,
Yetim bırakmıyarak besleyip büyütmelisin.
- Küfeyle öyle mi?
- Hay hay! Neden bu söz lâkin?
Kuzum, ayıp mı çalışmak, günah mı yük taşımak?
Ayıp: Dilencilik, işlerken el, yürürken ayak.
- Ne doğru söyledi! Öp oğlum amcanın elini...
- Unuttun öyle mi? Bayramda komşunun gelini:
"Hasan, dayım yatı mekteplerinde zâbittir;
Senin de zihnin açık... Söylemiş olaydık bir...
Koyardı mektebe... Dur söyleyim" demişti hani?
Okutma sen de hamal yap bu yaşta şimdi beni!

Söz anladım uzun, hem de pek uzun sürecek;
Benimse vardı o gün birçok işlerim görecek;
Bıraktım onları, saptım yokuşlu bir yoldan,
Ne oldu şimdi aceb, kim bilir, zavallı Hasan?

Bizim çocuk yaramaz, evde dinlenip durmaz;
Geçende Fâtih'e çıktık ikindi üstü biraz.
Kömürcüler kapısından girince biz, develer
Kızın merâkını celbetti, dâima da eder:
O yamrı yumru beden, upuzun boyun, o bacak,
O arkasındaki püskül ki kuyruğu olacak!
Hakîkaten görecek şey değil mi ya? Derken,
Dönünce arkama, baktım: Beş on adım geriden,
Belinde enlice bir şal, başında âbâni,
Bir orta boylu, güler yüzlü pîr-i nûrânî;
Yanında koskocaman bir küfeyle bir çocucak,
Yavaş yavaş geliyorlar. Fakat tesâdüfe bak:
Çocuk, benim o sabah gördüğüm zavallı yetim...
Şu var ki, yavrucağın hâli eskisinden elim:
Cılız bacaklarının dizden altı çırçıplak...
Bir ince mintanın altında titriyor, donacak!
Ayakta kundura yok, başta var mı fes? Ne gezer!
Düğümlü alnının üstünde sâde bir çember.
Nefes değil o soluklar, kesik kesik feryad;
Nazar değil o bakışlar, dümû-i istimdad.
Bu bir ayaklı sefalet ki yalnayak, baş açık;
On üç yaşında buruşmuş cebin-i safi, yazık!
O anda mekteb-i rüşdiyyeden taburla çıkan
Bir elliden mütecaviz çocuk ki, muntazaman
Geçerken eylediler ihtiyarı vakfe-güzin...
Hasan'la karşılaşırken bu sahne oldu hazin;
Evet, bu yavruların hepsi, pür südud-i şebab,
Eder dururdu birer aşiyan-ı nura şitab.
Birazdan oynıyacak hepsi bunların, ne iyi!
Fakat Hasan, babasından kalan o pis küfeyi,
- Ki ezmek istedi görmekle reh-güzarında-
İlel'ebed çekecek dûş-i ıztırarında!
O, yük değil, kaderin bir cezası ma'sûma...
Yazık, günahı nedir, bilmeyen şu mahkuma!


Mehmet Akif Ersoy
Safahat

Terennüm

Gördüm, seni sevdim güzelim gonce-yi tersin;
Sevmek mi güzel, yoksa sevilmek mi ne dersin?
Ben ağlıyorum… sen de mi bitab-ı kedersin?
Sevmek mi güzel, yoksa sevilmek mi ne dersin?

Fark eyledim aşkınla bugün nur ü zalamı;
Sensin geceler manzaramın mah-ı tamamı.
Lutf et! Bana anlat bu muamma-yı garamı;
Sevmek mi güzel, yoksa sevilmek mi ne dersin?


Hüseyin Siret Özsever
Bağbozumu

Boğaziçi Notları

...

II

Akşamın rengi soldu gün gideli,
Batı maziye açtı bir dehliz;
Yaşlı bir levha şimdi mavi deniz
Abanoz gölgelerle çerçeveli.

Özlerdim pek şu köhne sayfiyeyi;
Orda oğluyla münzevi Ekrem;
Komşu gitmiş Sezai, bir görsem,
Onların hali belki benden iyi.

Bir gün elbet bu ayrılık bitecek.
Mevsimin son zamanı yaklaşıyor
Kargalar ufka bir çelenk taşıyor,
Bu bahar son baharım olsa gerek.


Hüseyin Siret Özsever

Senin İçin

Sesin işler gibi bir şûh kanat gamlarıma
Seni dinlerken olur kalbim uçan kuşlara eş
Gün batarken sanırım gölgeni bir başka güneş
Sarışınlık getirir gözlerin akşamlarıma.

Doğuyor ömrüme bir yirmi sekiz yaş güneşi
Bir kuş okşar gibi sen saçlarımı okşarken
Koklarım ellerini gülleri koklar gibi ben
Avucundan alırım kış günü bir yaz ateşi

Gönlüme avdet eder her unutulmuş nisan
Ne zaman gençliğini yolda hırâman görsem
Eskiden pembe dudaklarda dağılmış bûsem
Toplanır leblerime bir gece dalgın dursan

Seni zambak gibi gördükçe açık pencerede
Gül açar bahtımın evvelki hazanlık korusu
Genç eder ufkumu hülyâlarımın genç kokusu
Sorarım ak saçımın örttüğü yıllar nerede

Çehremi varsın o solgun seneler soldursun
Yeni yıldız gibi doğdukça güzel her akşam
Gençliğin böyle benimken kocamam hiç kocamam
Ruhum, ölsem bile ben, sen yaşayan ruhumsun


Cenap Şahabettin
Hayatı ve Seçme Şiirleri

10 Haziran 2016 Cuma

Dilek

Dilerim ki fani dünyada kimse

Ömrünü mihnetle telef etmesin.

Fakat kamil adam olmak isterse,

Elem çektiğine esef etmesin.



Rıza Tevfik Bölükbaşı
Serab-ı Ömrüm
1947

Uçun Kuşlar

Uçun kuşlar uçun, doğduğum yere
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır
Ormanlar koynunda bir serin dere
Dikenler içinde sarı gül vardır

O çay ağır akar, yorgun mu bilmem
Mehtabı hasta mı, solgun mu bilmem
Yaslı gelin gibi mahzun mu bilmem
Yüce dağ başında siyah tül vardır

Orda geçti benim güzel günlerim
O demleri anıp bugün inlerim
Destan-ı ömrümü okur dinlerim
İçimde oralı bir bülbül vardır

Uçun kuşlar uçun, burda vefa yok
Öyle akarsular, öyle hava yok
Feryadıma karşı aks-i sada yok
Bu yangın yerinde soğuk kül vardır

Hey Rıza kederin başından aşkın
Bitip tükenmiyor elem-i aşkın
Sende derya gibi daima taşkın
Daima çalkanır bir gönül vardır


Rıza Tevfik Bölükbaşı
Serab-ı Ömrüm

Yunus Emre'ye Armağan

Yüce dağlar ardından
Deniz aşıru geldim
Evliyalar yurdundan
Selam tapşuru geldim

Ulu bir şara vardım
Dosta armağanım var
Erenlerin bağından
Güller devşiru geldim

Boz bulanık bir çaydım
Aşk iline baş urdum
Çalkanıp safa buldum
Süzülüp duru geldim

Yunus'un toprağına
Vardım yüzüm sürmeye
Sildim gönül pasını
Yunuben aru geldim

Cuşa geldim çağlarım
Aşık oldum ağlarım
Canda çoşan esrarı
Döküp taşıru geldim

Rıza Tevfik Allah'tan
Ayrılma ol dergahtan
Ben kurtuldum günahtan
İğriydim, doğru geldim


Rıza Tevfik Bölükbaşı
Serab-ı Ömrüm
1914

9 Haziran 2016 Perşembe

Göz Aşinalığı

İsmini bilmezdim fakat tanırdım,
Ne yosma bir çiçek takışı vardı.
Kızıl saçlarını ateş sanırdım,
Güneş nuru gibi yakışı vardı.

Öyledir, gün, şafak söktüğü zaman,
- Göllere gölgeler çöktüğü zaman -.
Saçını çözüp de döktüğü zaman,
Dalga dalga düşüp akışı vardı.

Hüsnünde bir eda var ki asıydı,
Beni harab eden o edasıydı,
Sevdalı gönlümün aşinasıydı,
Yüzüme bir şirin bakışı vardı. 


Rıza Tevfik Bölükbaşı
Serab-ı Ömrüm


Not: Rıza Tevfik'in ağzından, "Aksaray'da bir evde oturuyorduk ki, cephesi caddeye nazırdı. Evimizin sağ tarafında bir dar sokak, başındaki evde de bir komşumuz sakindi. O komşumuzun genç, yetişmiş bir kızı vardı. Tuvaletiyle meşgul olurken pervasız davranırdı. Arada bir dönüp bana hışımla bakar ve derhal şirin bir eda ile tebessüm ederdi. Bu şiir, onun güzel tebessümünü ifade edebiliyor mu bilmem?" 

Bırak Beni Haykırayım

Ben en hakîr bir insanı kardeş sayan bir rûhum;
Bende esîr yaratmayan bir Tanrı'ya îman var;
Paçavralar altındaki yoksul beni yaralar;

Mazlumların intikamı olmak için doğmuşum.
Volkan söner, lâkin benim alevlerim eksilmez;
Bora geçer, lâkin benim köpüklerim kesilmez.

Bırak beni haykırayım, susarsam sen mâtem et;
Unutma ki şâirleri haykırmayan bir millet,
Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir;

Zaman ona kan damlayan dişlerini gösterir,
Bu zavallı sürü için ne merhamet, ne hukuk;
Yalnız bir sert bakışlı göz, yalnız ağır bir yumruk!...


Mehmet Emin Yurdakul
Türk Sazı

Benim Şiirlerim

- Sen kalbsizsin; hani senin gençliğinin hayatı?
- Aşklarım mı? Bir nefeste solabilen bu şeyler,
Bir yanardağ ateşiyle kömür gibi karardı;
Şimdi ise yerlerinde bir sıtmalı yel eser.

Evet, benim her şi’rimde yılan dişli diken var;
Sizler gidin bal verecek yeni açmış gül bulun.
Belki benim acı sesim kulakları tırmalar;
Sizler gidin, genç kızların türküsüyle şen olun.

Varın sizler, onlar ile korularda el ele
Gezin, gülün, bir çift bülbül aşkı ile yaşayın;
Yalnız kendi, yalnız kendi rûhunuzu okşayın.

Zavallı ben, elimdeki şu üç telli saz ile
Milletimin felâketli hayatını söyleyim;
Dertlilerin gözyaşını çevrem ile sileyim!..


Mehmet Emin Yurdakul
Türk Sazı

8 Haziran 2016 Çarşamba

Millet Şarkısı

Çiğnendi, yeter, varlığımız cebi ile kabre;
Doğrandı mübarek vatanın bağrı sebepsiz.
Birlikte bugün bulmalıyız derdine çare;
Can kardeşi, kan kardeşi, şan kardeşiyiz biz.
Millet yoludur, hak yoludur tutuğumuz yol;
Ey hak, yaşa, ey sevgili millet, yaşa... var ol!

Gel kardeşim, annen sana muhtaç; ona koşmak...
Koşmak ona, kurtarmak o bi-bahtı vazifen.
Karşında göğüs bağr açık, ölgün, yatıyor bak;
Onsuz yaşamaktansa beraber ölüş, ehven.
Her an o güzel sineyi hançerliyor eller;
İmdadına koşmazsak eğer malın mukarrer.

Zulmün topu var, güllesi var, kal'ası varsa,
Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır.
Göz yumma güneşten, ne kadar nuru kararsa,
Sönmez ebedi, her gecenin gündüzü vardır.
Millet yoludur, hak yoludur tuttuğumuz yol;
Ey hak, yaşa, ey sevgili millet, yaşa... var ol!

Vaktiyle baban kimseye minnet mi ederdi?
Yok, kalmadı haşa sana zillet pederinden.
Dünyada şereftir yaşatan milleti, ferdi;
Silkin, şu mezellet tozu uçsun üzerinden.
İnsanlığı pamal eden alçaklığı yık, ez;
Billah yaşamak yerde sürüklenmeğe değmez.

Haksızlığın envamı gördük... bu mu kanun?
En gamlı sefaletlere düştük... bu mu devlet?
Devletse de, kanunsa da, artık yeter olsun;
Artık yeter olsun bu deni zulm ü cehalet...
Millet yoludur hak yoludur tuttuğumuz yol;
Ey hak, yaşa, ey sevgili millet, yaşa... var ol!


Tevfik Fikret
Rübab-ı Şikeste
8 Temmuz 1908

Mazi...Ati

Mazi... O şimdi gölge iken, şimdi zi-hayat
Bir cism olan; o şimdi ölen, şimdi canlanan
Mevcut; evet o dalga, o girdab-ı hatırat
İnsan için nedir? Evet, insan ki doğmadan
Ölmekle uğraşır ve bu takdire katlanır,
Mazide bir taayyünü haiz midir?.. Hayır.
Ölmek, hayatı tazelemektir: Biz ölmesek,
Efkar ölür; hayat-ı beşer şahs-ı fikretin
Bir cümle-i tekamülü ... Her fikr-i müşterek,
Bir sadmedir; onunla kımıldar bu hey'etin
Zerrat-ı bi-nihayesi, zerrat-ı naimi;
Kevnin, hülasa, fikr-i beşerdir munazzimi.

Mazide kabil olsa taayyün, beka, sübut,
Ati nasıl hayal edilir? .. Bir zeki-şiken
Durgunluk ihtinak-ı melulüyle pür-süküt.
Ancak tenebbüt eyleyen, ancak pinekleyen,
Mensuh ü münhasif, mütenahnih, ateh-lika
Bir varlık... İşte, çehre-i mazi-i zi-bekaal

Mazi... o bir muallim, o bir pir, o bir peder,
Halin tutup sinirli elinden ağır, sabur,
Atiye doğru yedmeli... Ati, o pür-seher
Bir utk-ı muhtecib ki füyuzata mehd-i nur,
Etkir için sipihr-i teali bilinmeli;
Ati çıkınca ortaya, mazi silinmeli!


Tevfik Fikret
Rübab-ı Şikeste

Leyl-i Veda

Ooh, gel ... rüh-ı tabiat gibi mahmur ü hamuş,
Bu vefasız gecenin koynunda
Kalalım bir ebedi saniye dalgın, bihüş ...
Kim bilir, belki de son leyle-yi sevdamızdır;
Bunda her lahza biraz ömr-i saadet sayılır!

Ooh, bak dalgaların cezbe-yi safiyyetine;
Sanki bir hamle-yi sevdaya açık bir sine
O kadar rakid ü sakit, o kadar müstağrak,
O kadar uykuda her şey ki hemen korkulacak.

Ooh, gel gel, bu hafa-gaha beraber gidelim;
Orda sensiz geçecek günleri tazmin edelim.

Bir siyah kuş gibi amade-yi pervaz ü firar
Bu vefasız gecenin koynunda
Edelim gel, ebedi kalmak için bir ısrar...
Kim bilir belki de son lahza-yı sevdamızdır;
Hoş geçen her dem-i sevda ebediyyet sayılır!...


Tevfik Fikret
Rübab-ı Şikeste

7 Haziran 2016 Salı

Firkete

Söyle nazik, güzel demircik sen,
Acaba kaç nigah-ı dikkatle
Ne kadar itina-yı san'atle
Şekl-i zib aldın incecik telden?

Hayır, insan değil eden imal
O yapar belki bir nümune sana;
Sonra bi-kayd-ı intizam-ü kemal,
Seni ibzal edip durur makina.

Yine sen kesretinle nazende
Bir güzelsin ki o cüst ü şermende,
Yakışırsın kadınlığın eline;

Firkete, anlarım letafetini,
Nazarım kıskanır saadetini
Sen iliştikçe saçların teline!


Ali Ekrem Bolayır
Zılal-ı İlham

Dilenci Kız

Kış ortasıydı .. hava pek soğuktu, yerlerde
Bir arşını mütecavizdi galiba karlar;
Soğuktu, hatıra geldikçe ellerim sızlar
O kış, evet o şita-yı sefalet-averde

Sokakta dondu sanırdım kanım burudetten;
Soğuk soğuk ciğerimden geçerdi bad-ı vezan!
Yolumda her kimi görsem benim gibi nalan
Olurdu titreyerek serdi-yi tabiatten.

Bir akşam üstü... Bütün donmuş ortaklık, herkes
Telaş ile müteveccihti kendi hanesine,
Elinde bir yiyecek naklederdi ianesine.

Erişti guşuma pek ince, pek küçük bir ses:
O karlar üstüne düşmüştü bir zavallı melek,
Morarmış ağzı ile derdi: "Bir dilim ekmek!"


Süleyman Nesip
1896

Bağ-ı Rani

Gördüm tanıdım değildi pek hoş
Hoşlanmış idim fakat o kızdan
Layık mı ana değil demek hoş
Çıkmak ne reva bu söz ağızdan
Yadımda değildi yada geldi
Temin ederim ki pek güzeldi

Ahvalime hiç değildi agah
Hatta bana aşina değilken
Söylerdi lisan-ı hali her gah
Her haline vakıfım senin ben
Baktıkça alınır yüzünde bir hal
Tavsifini mümkün olmaz ikmal

Bir hal idi hüsnden güzel o
Tasvirde penev-i zekayı
Bir hüsn idi çehreye bedel o
Tenvirde zulnet-i bekayı
Söyler dururum içip peyapey
Herkül gibi bir Venüs ne hoş şey


Abdülhak Hamid Tarhan
Bunlar O'dur

6 Haziran 2016 Pazartesi

Perlaşez

Akıbet gitti mi güzel Tereze
Yolda gezmek muhal iken kardan?
Geçerek dehşetiyle bulvardan
Ne çabuk vasıl oldu Perlaşez'e!

Ah o bikes verem şehidesinin
Açılan vechi pek dokundu bana!
Girye-nak olduğun kılar ima
Hali çeşman-ı mevt-didesinin!

Daha na'şında can takarrürde:
Hissolunmakta kalbinin sıcağı;
Gül gibi pembe sade bir yanağı;
Ki o da an-be-an tagayyürde!

Benzi solmuş teneffüsü durmuş;
Zühre'nin bir nazire peykerine
Gökyüzünden lika-yı biferine
Sanki bir saye-i beyaz urmuş!

Dense layık vücuduna şeffaf,
Münkeşif haricinden esrarı.
İşte kalbinde zahir asan
Daha mahvolmamış ümid-i zifaf!

Bister-i aşka benziyor kucağı;
Ne kadar nerm ü nazenin o bedeni
Gözünün rengi belli hariçden,
Örtülüyken müebbeden kapağı!

Tek ü tenha içinde medfeninin
Yatıyor hod-be-hod tebah olmuş!
Döşeği bak nasıl siyah olmuş,
Yasemenden beyaz olan teninin!
...................


Abdülhak Hamid Tarhan
Belde

Feryad: 8

Mesken oldu bana şu sahralar
Gezerim su-be-su tek ü tenha,
Yerde gökte beğendiğim eşya
Yarimi her nazarda arzeyler.
Gece sath-ı semada suret-yab,
Belki de aksi-i hüsnüdür mehtab!


Abdülhak Hamid Tarhan
(1852-1937)
Sahra

Ah Nijad!..

Hasret beni çayır çayır yakarken
Bedenimde buzdan bir el yürüyor
Hayaline çılgın çılgın bakarken
Kapanası gözümü kan bürüyor.

Dağda kırda rast getirsem bir dere
Gözyaşlarım akıtarak çağlarım.
Yollardaki ufak ufak izlere
Senin sanır bakar bakar ağlarım.

Güneş güler, kuşlar uçar havada
Uyanırlar nazlı nazlı çiçekler. ..
Yalnız mısın o karanlık yuvada
Yok mu seni bir kayırır, bir bekler? ..

Can isterken hasret oduyla yansın
Varlık beni alil alil sürüyor.
Bu kaygıya yürek nasıl dayansın?
Bedenciğin topraklarda çürüyor?

Bu ayrılık bana yaman geldi pek,
Ruhum hasta, kırık kolum kanadım.
Ya gel bana, ya oraya beni çek,
Gözüm nuru oğulcuğum, Nijad'ım!


Recaizade Mahmut Ekrem
Nijad Ekrem