Sayfalar

18 Haziran 2016 Cumartesi

Rubai

İhsan Şükrü 'ye


Bilmem kime yahut neye uyduk gittik
Gabi meye gabi neye uyduk gittik
Erbabı-ı zeka riyayı mezhep bildi
Bizler dil-i divane'ye uyduk gittik


*

İkbale geçen hayli taraftan öğülür
İdbare düşen de her taraftan söğülür
Ahir öğülen öğen söğen birlikte
Hep aynı değirmende karışmış döğülür


Yahya Kemal Beyatlı
Rubailer

Büyü Şiir

Pâris'de genç iken koyu Baudelaire - perest idim.
Balkon'la, Yolculuk'la, Güzellik'le mest idim.

Sinmişti şi'ri rûhuma ulvî keder gibi;
Absent'e damla damla sızan bir şeker gibi.

Hulyâsının yarattığı iklîm o başka yer!
Gür defnelerle çevrili, afyonlu bahçeler...

Her zevki bir harâm olan efsunlu cennetin
Koynunda vardı lezzeti bin türlü nîmetin.

Bir gün vedâ edip o diyârın hayâtına,
Döndüm bütün bütün vatanın kâinâtına

Lâkin o bahçelerde geçen devre'den beri
Kalbimde solmamıştır o şi'rin çiçekleri.


Yahya Kemal Beyatlı
Kendi Gök Kubbemiz

Hatırlatan

Hicran, gün ortasında öten bir horoz gibi,
Seslendi pek vakitsiz... İçim yandı ansızın.

Mazi yosunla örtülü bir göl ki yok gibi,
Mevsim serin ve bahçede yaprak yığın yığın.

Hicran gün ortasında neden böyle seslenir,
Birden hatırlatır unutan kalbe sevgiyi?

Keskin bir özleyişle hayal ettiren nedir.
Bir devre varsa insanın ömründe en iyi?

Ey sevgi anladım bu uzakta seda ile,
Ömrün yegâne lezzetidir hatıran bile.


Yahya Kemal Beyatlı
Kendi Gök Kubbemiz

Vuslat

Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar,
Ömrün bütün ikbalini vuslatta duyanlar,
Bir hazzı tükenmez gece sanmakla zamanı,
Görmezler ufuklarda, şafak söktüğü anı...
Gördükleri ru'ya ezeli bahçedir aşka;
Her mevsimi bir yaz ve esen ruzgarı başka.
Bülbülden o eğlencede feryad işitilmez;
Gül solmayı; mehtab, azalıp gitmeyi bilmez...
Gök kubbesi her lahza, bütün gözlere mavi...
Zenginler o cennette fakirlerle müsavi;
Sevdaları hülyalı havuzlarda serinler,
Sonsuz gibi, bir fiskiye ahengini dinler.

Bir ruh, o derin bahçede bir defa yaşarsa
Boynunda O'nun kolları, koynunda O varsa,
Dalmışsa O'nun saçlarının rayihasiyle,
Sevmekteki efsunu duyar her nefesiyle.
Yıldızları, boydan boya doğmuş gibi, varlık
Bir mucize halinde o gözlerdendir artık.
Kanmaz, en uzun buseye, öptükçe susuzdur
Zira, susatan zevk, o dudaklardakı tuzdur.
İnsan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan...
Bir sır gibidir azçok ilah olduğumuzdan.

Onlar ki bu güller tutuşan bahçededirler.
Bir gün nereden hangi tesadüfle gelirler?
Aşk, onları sevkettiği günlerde, kaderden
Rüzgar gibi bir sevk alır, oldukları yerden.
Geldikleri yol, ömrün ışıktan yoludur o!
Alemde bir akşam ne semavi koşudur o!
Dört atlı o gerdune, gelirken dolu dizgin,
Sevmiş iki ruh ufku görürler daha engin,
Simaları her lahza parıldar bu zaferle;
Gök, her tarafından, donanır meş'alelerle!
Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar,
Varlıkta bütün zevki o cennette duyanlar
Dünyayı unutmuş bulunurken o sularda,
- Zalim saat ihmal edilen vakti çalar da -
Bir an uyanırlarsa leziz uykulardan,
Baştanbaşa, heryer kesilir kapkara, zindan...
Bir faciadır böyle bir alemde uyanmak...
Günden güne, hicranla bunalmış gibi, yanmak...
Ey tali! Ölümden ne beterdir bu karanlık!
Ey aşk! O gönüller sana maloldular artık!
Ey vuslat! O aşıkları efsuna ramet!
Ey tatlı ve ulvi gece! Yıllarca devam et!


Yahya Kemal Beyatlı
Kendi Gök Kubbemiz

17 Haziran 2016 Cuma

Hüzün ve Hatıra

Gurbette duyduğum sonu gelmez hüzünleri,
Yaprakların döküldüğü hicranlı günleri,
Andım birer birer, acıdım kendi halime.
Aksetti bir dakika uzaktan hayâlime.
Tenha Emirgân’ın Çınaraltı’nda kahvesi,
Poyrazla söyleşir gibi yaprakların sesi.
Hem başka hem de hayli yakın karşı mabede,
Mermerle kaplı çeşmede, mevzun kitabede,
Baktım Yesâri hatlarının bir nefisine,
Daldım coşup giden denizin mûsikîsine.


Yahya Kemal Beyatlı
Kendi Gök Kubbemiz

Deniz Türküsü

Dolu rüzgârla çıkıp ufka giden yelkenli!
Gidişin seçtiğin akşam saatinden belli.
Ömrünün geçtiği sahilden uzaklaştıkça
Ve hayâlinde doğan âleme yaklaştıkça,
Dalga kıvrımları ardında büyür tenhâlık
Başka bir çerçevedir, git gide dünyâ artık.
Daldığın mihveri, gittikçe, sarar başka ziyâ;
Mâvidir her taraf, üstün gece, altın deryâ…

Yol da benzer hem uzun, hem de güzel bir masala
O saatler ki geçer başbaşa yıldızlarla.
Lâkin az sonra lezîz uyku bir encâma varır;
Hilkatin gördüğü rü’yâ biter, etrâf ağarır.
Som gümüşten sular üstünde, giderken ileri
Tâ uzaklarda şafak bir bir açar perdeleri…
Mûsıkîsiyle bir âlem kesilir çalkantı;
Ve nihâyet görünür gök ve deniz saltanatı.

Girdiğin aynada, geçmiş gibi dîğer küreye,
Sorma bir sâniye, şüpheyle, sakın: “Yol nereye?”
Ayılıp neş’eni yükseltici sarhoşluktan,
Yılma korkunç uçurum zannedilen boşluktan
Duy tabîatte biraz sen de ilâh olduğunu,
Rûh erer varlığının zevkine duymakla bunu.

Çıktığın yolda, bugün, yelken açık, yapyalnız,
Gözlerin arkaya çevrilmeyerek, pervâsız,
Yürü! Hür mâviliğin bittiği son hadde kadar!…

İnsan, âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar.


Yahya Kemal Beyatlı
Kendi Gök Kubbemiz

Rindlerin Ölümü

Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış;
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle,
Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şiraz’ı hayal ettiren âhengiyle.

Ölüm âsude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.


Yahya Kemal Beyatlı
Kendi Gök Kubbemiz

16 Haziran 2016 Perşembe

Akşam Musikisi

Kandilli`de eski bahçelerde,
Akşam kapanınca perde perde,
Bir hatıra zevki var kederde.

Artık ne gelen, ne beklenen var;
Tenha yolun ortasında rüzgar
Teşrin yapraklarıyla oynar.

Gittikçe derinleşir saatler,
Rikkatle, yavaş yavaş ve yer yer
Sessizlik daima ilerler.

Ürperme verir hayale sık sık,
Her bir kapıdan giren karanlık,
Çok belli ayak sesinden artık.

Gözlerden uzaklaşınca dünya
Bin bir geceden birinde guya
Başlar rü`ya içinde rü`ya. 


Yahya Kemal Beyatlı
Kendi Gök Kubbemiz

Koca Mustafapaşa

Koca Mustâpaşa! Ücrâ ve fakir İstanbul!
Ta fetihten beri mü’min, mütevekkil, yoksul,
Hüznü bir zevk edinenler yaşıyorlar burada.
Kaldım onlarla bütün gün bu güzel rû’yâda.
Öyle sinmiş bu vatan semtine milliyetimiz
Ki biziz hem görülen, hem duyulan, yalnız biz.
Mânevi çerçeve beş yüz senedir hep berrak;
Yaşayanlar değil Allah’a gidenlerden uzak.
Bir bahar yağmuru yağmış da açılmış havayı
Hisseden kimse hakikat sanıyor hulyâyı.
Âhiret öyle yakın seyredilen manzarada,
O kadar komşu ki dünyaya duvar yok arada,
Geçer insan bir adım atsa birinden birine,
Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine.

Serviliklerde sükûn, yolda sükûn, evde sükûn.
Bu taraf sanki bu halkıyla ezelden meskûn.
Bir afif aile sessizliği var evlerde;
Örtüyor fakrı asaletle çekilmiş perde.
Kaldırımsız, daracık, iğri sokak, doğru sokak...
Her geçildikçe basılmış ve düzelmiş toprak.
Kuru ekmekle, bayat peyniri lezzetle yiyen,
Çeşmeden her su içerken: “Şükür Allah’a” diyen
Yaşıyor sade maişetlerin en sâfında;
Rûh esen kuytu mezarlıkların etrafında.
Bu vatandaş biraz ahşapla, biraz kerpiçten
Yapabilmiş bu güzellikleri birkaç hiçten.
Türk’ün âsûde mizaciyle Bizans’ın kederi
Karışıp mağrifet iklimi edinmiş bu yeri.

Şu fetih vak’ası, yârab! Ne büyük mu’cizedir!
Her tecellîsini nakletmek uzundur bir bir;
Bir tecellisi fakat, ruhu saatlerce sarar;
Koca Mustâpaşa var, camii var, semti de var.
Elli yıl geçtiği günlerde büyük mu’cizeden,
Hak’dan ilham ile bir gün o güzel semte giden
Rum vezîr, eski manastırda ederken secde,
Kalbi çok dolduran îman ile gelmiş vecde,
Onu, tek Tanrısının mâbedi etmiş de hayâl,
Vakfedip her neye mâlikse, bütün mâl-ü menal,
Bir fetih câmii yapmak dilemiş İslam’a.
Sebep olmuş bu eser yâd edilir bir nâma.

Dört asırdır inerek câmie nûr üstüne nûr
Yerde bulmuş yaşayanlar da, ölenler de huzûr.
Ona hâlâ gidilirken geçilir bir yoldan,
Göze çarpar ölüm âyetleri sağdan soldan,
Sarmaşıklar, yazılar, taşlar ağaçlar karışık.
Hâfız Osman gibi hattatla gömülmüş bir ışık
Bu mezarlıkta siyah toprağı aydınlatıyor;
Belli, kabrinde, O, bir nûra sarılmış yatıyor.

Gece, şi’riyle sararken Koca Mustapaşa’yı
Seyredenler görür Allah’a yakın dünyâyı.
Yolda tek tük görünenler çekilir evlerine;
Gece sessizliği semtin yayılır her yerine.
Bir ziyaretçi derin zevk alarak manzaradan,
Unutur semtine yollanmayı artık buradan.
Gizli bir his bana, hâtif gibi, ihtar ediyor;
Çok yavaş, yalnız içinden duyulan sesle, diyor:
“Gitme! Kal! Sen bu taraf halkına dost insansın;
Onların meşrebi, iklimi ve ırkındansın.
Gece, her yerdeki efsunlu sükûnundan iyi,
Avutur gamlıyı, teskin eder endişeliyi;
Ne ledünni gecedir! Tâ ağaran vakte kadar,
Bir mücevher gibi Sümbül Sinan’ın rûhu yanar.
Ne saadet! Bu taraflarda, her ülfetten uzak,
Vatanın fâtihi cedlerle berâber yaşamak!...”

Geç vakit semtime döndüm Koca Mustapaşa’dan
Kalbim ayrılmadı bir an o güzel rü’yâ’dan.
Bu muammâyı uzun boylu düşündüm de yine,
Dikkatim hâdisenin vardı derinliklerine;
Bu geniş ülkede, binlerce lâtif illerde,
Nice yıl, cedlerimiz kökleşerek bir yerde,
Manevi varlığının resmini çizmiş havaya.
- Ki bugün karşılaşan benzetiyor rü’yaya. -

Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan.
Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;
Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük.
Sızlatır bâzı saatler dayanılmaz bir acı,
Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.
Rûh arar başka tesellî her esen rüzgârda.
Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda! 


Yahya Kemal Beyatlı
Kendi Gök Kubbemiz

Kar Musikileri

Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu. 
Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu. 

Bir kuytu manastırda duâlar gibi gamlı, 
Yüzlerce ağızdan koro hâlinde devamlı, 

Bir erganun âhengi yayılmakta derinden... 
Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden. 

Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta, 
Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta. 

Birdenbire mes'ûdum işitmek hevesiyle 
Gönlüm dolu İstanbul'un en özlü sesiyle. 

Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık, 
Uykumda bütün bir gece Körfez'deyim artık!


Yahya Kemal Beyatlı
Kendi Gök Kubbemiz
Varşova 1927

15 Haziran 2016 Çarşamba

Atik-Valde'den İnen Sokakta

Nihad Sami Banarlı'ya


İftardan önce gittim Atik-Valde semtine, 
Kaç defa geçtiğim bu sokaklar, bugün yine,
Sessizdiler. Fakat Ramazan maneviyyeti
Bir tatlı intizara çevirmiş sükuneti;
Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler,
Sessizce çarşıdan dönüyorlar birer birer;
Bakkalda bekleşen fıkara kızcağızları
Az çok yakında hissettiriyor top ve iftarı.
Meydanda kimse kalmadı artık bütün bütün;
Bir top gürültüsüyle bu sahilde bitti gün.
Top gürleyip oruç bozulan lahzadan beri,
Bir nurlu neşe kapladı kerpiçten evleri.
Ya Rab nasıl ferahlı bu alem, nasıl temiz!

Tenha sokakta kaldım oruçsuz ve neşesiz.
Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı
Hadsiz yaşattı ruhuma bir gurbet akşamı.
Bir tek düşünce oldu teselli bu derdime:
Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime:
"Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;
Mademki böyle duygularım kaldı,çok şükür."


Yahya Kemal Beyatlı
Kendi Gök Kubbemiz

Itri

Rıfkı Melûl Meriç'e


Büyük Itrî'ye eskiler derler,
Bizim öz mûsıkîmizin pîri;
O kadar halkı sevkedip yer yer, 
O şafak vaktinin cihangîri, 
Nice bayramların sabâh erken, 
Göğü, top sesleriyle gürlerken, 
Söylemiş saltanatlı Tekbîr'i. 

Tâ Budin'den Irâk'a, Mısr'a kadar, 
Fethedilmiş uzak diyarlardan, 
Vatan üstünde hür esen rüzgâr, 
Ses götürmüş bütün baharlardan.
O dehâ öyle toplamış ki bizi, 
Yedi yüz yıl süren hikâyemizi 
Dinlemiş ihtiyar çınarlardan. 

Mûsıkîsinde bir taraftan dîn, 
Bir taraftan bütün hayât akmış; 
Her taraftan, Boğaz, o şehrâyîn, 
Mâvi Tunca'yla gür Fırât akmış. 
Nice seslerle, gök ve yerlerimiz, 
Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz, 
Bize benzer o kâinât akmış. 

Çok zaman dinledim Nevâ-Kâr'ı, 
Bir terennüm ki hem geniş, hem şûh: 
Dağılırken "Nevâ"nın esrârı, 
Başlıyor şark ufuklarında vuzûh; 
Mest olup sözlerinde her heceden, 
Yola düşmüş, birer birer, geceden 
Yürüyor fecre elli milyon rûh. 

Kıskanıp gizlemiş kazâ ve kader 
Belki binden ziyâde bestesini, 
Bize mîrâsı kaldı yirmi eser. 
"Nât"ıdır en mehîbi, en derini. 
Vâkıâ ney, kudüm gelince dile, 
Hızlanan mevlevî semâıyle 
Yedi kat arşa çıkmış "Âyîn"i. 

O ki bir ihtişamlı dünyâya 
Ses ve tel kudretiyle hâkimdi; 
Âdetâ benziyor muammâya; 
Ulemâmız da bilmiyor kimdi? 
O eserler bugün defîne midir? 
Ebediyyette bir hazîne midir? 
Bir bilen var mı? Nerdeler şimdi? 

Öyle bir mûsıkîyi örten ölüm, 
Bir tesellî bırakmaz insanda. 
Muhtemel görmüyor henüz gönlüm; 
Çok saatler geçince hicranda, 
Düşülür bir hayâle, zevk alınır: 
Belki hâlâ o besteler çalınır, 
Gemiler geçmiyen bir ummanda.


Yahya Kemal Beyatlı
Kendi Gök Kubbemiz

Açık Deniz

Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum;
Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.
Kalbimde vardı "Byron'u bedbaht eden melâl
Gezdim o yaşta dağları, hulyâm içinde lâl...
Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını,
Duydum, akıncı cedlerimin ihtirâsını,
Her yaz, şimâle doğru asırlarca bir koşu...
Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu...
Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan,
Rü'yâma girdi her gece bir fâtihâne zan.
Hicretlerin bakıyyesi hicranlı duygular...
Mahzun hudutların ötesinden akan sular,
Gönlümde hep o zanla berâber çağıldadı,
Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı!
Bir gün dedim ki "istemem artık ne yer ne yâr!"
Çıktım sürekli gurbete, gezdim diyar diyar;
Gittim son diyâra ki serhaddedir yerin,
Hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin!

Garbin ucunda, son kıyıdan en gürültülü
Bir med zamânı, gökyüzü kurşunla örtülü,
Gördüm deniz dedikleri bin başlı ejderi;
Gördüm güzel vücûdunu zümrütliyen deri
Keskin bir ürperişle kımıldadı anbean;
Baktım ve anladım ki o ejderdi canlanan.
Sonsuz ufuktan âh o ne coşkun gelişti o!
Birden nasıl toparlanarak kükremişti o!
Yelken, vapur ne varsa kaçışmış limanlara,
Yalnız onundu koskoca meydan ve manzara!
Yalnız o kalmış ortada, âsi ve bağrı hûn,
Bin mağra ağzı açmış, ulurken uzun uzun...
Sezdim bir âşina gibi, heybetli hüznünü!

Rûhunla karşı karşıya kaldım o med günü,
Şekvânı dinledim, ezelî muztarip deniz!
Duydum ki rûhumuzla bu gurbette sendeniz,
Dindirmez anladım bunu hiç bir güzel kıyı;
Bir bitmeyen susuzluğa benzer bu ağrıyı.


Yahya Kemal Beyatlı
Kendi Gök Kubbemiz

14 Haziran 2016 Salı

Orman



Su değil, mesimin havası akan
Duyduğun yaprağın, dalın sesidir
Suda yıldızların parıltısıdır
Bu karanlıkta bazı bazı çakan...


Ahmet Haşim
Piyale

Mehtabta Leylekler

Kenâr-ı âba dizilmiş, sükûn ile bekler
Füsûn-ı mâha dalan pür-hayâl leylekler...
Havâda bir gölü tanzir eder semâ bu gece
Onun böcekleri gûyâ nücûmdur yekser...
Neden bu âb-ı semâvîde avlananlar yok
Bu haşr-ı nûr-ı hüveynâtı hangi kuşlar yer?
Eder bu hikmete gûyâ ki vakf-ı rûh u nazar
Füsûn-ı mâha dalan pür-hayâl leylekler.


Ahmet Haşim
Göl Saatleri

Tuhfe-i Takdis

Benim kadınlara ifrat-ı hürmetim vardır.
Bütün bu aleme mensup olan güzellikler
Benim gözümde kadınsız leyaldir yek-ser;
Kadın bu zulmeti nuruyla hırpalar, dağıtır.

Şefik bir kadının sine-i nezihinde
Yatarsa bir gececik hangi ıstırap uyumaz?
Onun gözünden uçan en küçük tebessüm-i raz
Hayal ü fikri yeşil bir cihan-ı ümmide

Seyahat ettirerek müsterih ü müstesna
Dakikalar yaşatır; bazı kimsesizliğine
Bulur zavallıların, bir temayüliyle deva.

Kadın bu annedir, ağuş-ı şefkatinde bizi
Daha çocukken eder tesliyet rahimane;
Ve susturan da odur en birinci nalemizi.


Celal Sahir Erozan
Beyaz Gölgeler

13 Haziran 2016 Pazartesi

Gece Başlarken

Ebrulu semaya hilkat elmas serper
Durgunca bir deniz sâhilleri öper
Söner ufuklarda sevdalı bir kamer;
Yıldız gibi uçar ateş böcekleri
Gecenin gözyaşı öper çiçekleri.

Bir mahmurluk sarar etrafı herkesi;
Kesilir hayatın uğuldayan sesi.
Üfler ışıkları zulmetin nefesi;
Kapanır semânın bî-hûş maî gözü
Leylin kucağında uyurken yeryüzü


İhsan Raif
Gözyaşları

Ne Güzel Şey

Yıldızlı semâlardaki haşmet ne güzel şey
Mehtâba dalıp yâr ile sohbet ne güzel şey
Dünyamızın üstünde bütün ruhlar uyurken
Yıldızların altında ibâdet ne güzel şey
Fânî ve adâvetlere mahşer bu cihanda
Bir bitmeyecek aşk u muhabbet ne güzel şey
Dünyâda senin âşıkın olmak ne saâdet
Allah ile - hâşâ! - bu rekâbet ne güzel şey
Lûtfen bana güldün, güzelim, mültefit oldum.
Îcâb-ı necâbet bu… necâbet, ne güzel şey
Ey hilkatin emsâli yok ibda’-ı kemâlî
Senden bana bir zerre inâyet ne güzel şey
Hüsnündeki mânâ-yı semâvî ne îlâhî
Aşkımdaki reng-i ebediyyet ne güzel şey


Faik Ali Ozansoy
1950

Medeniyyet

Avrupa bir akademi âzaları milletler;
Her biri bir nurlu deha, çünkü ayrı harsı var.
Avrupa bir darülfünun, hocaları milletler;
Her birinin ihtisası, bir örneksiz dersi var.

Bu nurlardan biri sönse medeniyyet loş kalır;
Derslerinden biri durur, bir kürsüsü boş kalır.
Medeniyyet, beynelmilel yazılacak bir kitap;
Her faslını bir milletin harsı teşkil edecek.

Medeniyyet bir konser ki birçok çalgı, saz rübap
Birleşmekle bir ahengi ancak tekmil edecek.

Bu kitabın bir mebhasi eksik olsa okunmaz;
Bir âleti yoksa, ahenk gönüllere dokunmaz....


Ziya Gökalp
Yeni Hayat