Sayfalar

8 Ekim 2016 Cumartesi

Antlaşma Töreni

Geldin
en sarp en engebeli acılara
yürüdün parmaklık kapıya
birbirine karıştı
gülümsemelerimiz
hoşgeldin sözlerimiz
gecede dönen iki yalım
havada haçlar
havada sarmallar
ölümsüz sekizin güzelim sarmalları
sonra güneşler yükseldi içimizde
geldi
yitik ve bilmediğimiz adalar
tanıyıp uzaktan seslendik onlara
insan yüzümüzün belirdiği
bu uzun yolculukta

Bir şeyler söyledin bana
işte yeni bir ses
göğüs kafesimin içinde
sesimle uyum arayan bir ses
vuruyor işte ikisi birlikte
karıştırıyor onunla
yoğunlaştırıyor onu

Bir şeyler söyledin bana
ama bir mırıltıyla
gözlerinin ilkyaza seslendiği
mutluluk sabahlarında tomurcuklanan
birlikte koşan
ve güzel kokular halinde
beline dolanan mırıltıyla
Konuşuyordun benimle
ve parmaklıkta duran elin
yeniden doğuyordu elimde
ilkin bir ılıklık
hafif bir basınç
avucun sonra
gerçek parmakların
parmaklarımın üzerinde
Konuşuyordun benimle
benim de yanıtlamam gerekiyordu seni
ama kim kiminle konuşuyordu
konuşmamızın kendi sesi vardı
sevginin
görünmeyen sesi
Konuşuyorduk
susuyorduk
doğrulasın diye gözlerimiz sözlerimizi
onları okşamalarla sarsınlar diye
eriyordu parmaklıklar
bir büyüyle havalanıyordu tavan
uzaktaydık uzaktaydık
kuşatılmış arenadan
ve adımlarımızın arkasında
güneşlerin kuyruk izleri
ve özgürlük sürgünleri
antlaşma ağacının dallarında


Abdüllatif Laabi
Çeviren: Özdemir İnce

Doğu Çağrısı

I. 

Bulmaya çalışıyorum yerini
kalbimdeki bu atışın
boğazımdaki sesin
arıyorum kaynağını
arıyorum merkezini
göğsümdeki bu depremin
bu iç kanama
bu ur
bu Doğu
eşeliyorum beynimi
atardamarlarımda izliyorum bu vuruşu
kovalıyorum çılgınlığımda bu kabarcığı
ciğerlerimde bu oksijen balonu
bu ele geçirilmez kaynak kabartılarımda
bu dolaşım bu akım
batıdan gelen bu kasırga
bu Doğu
ama bu bölünmeyen bedenim
ama bu akan kanım
üst üste mezbahaya dönüştürdüklerinden beri Ürdün'ü

Körfez'in kalelerini
Kudüs'ü


II.

Bütün gece kar yağdı üstüne Kudüs'ün
düşümde Kudüs kavranılmıyordu
ölümün örtüsünü çekmişti üstünü
Bir de başıboş asker örtüsün
yabanıldı Kudüs
adsız gizliyordu bedenindeki dövmelerini
Gizliyordu kubbelerini
bağış bağırlar
yalnızca göstermek için tırmıklanmış yamacını
can çekişiyordu düşümde Kudüs
akbabaları gözetleyen surların üstünde
ve oğullar ağlıyorlardı
boğazında bıçak
güzeldi Kudüs
kıvrılıyordu ölü yatağında
bilerek geriye hazırlanmış kefenini
kabul etmiyordu son aptes suyunu
kar yağmıştı üstüne bütün gece Kudüs'ün


III.

Gördüm Şam'ı Beyrut'u
yaslı
Kudüs'ün yası değildi ama bu
duvarlarını kaplayan Şam'ın Beyrut'un
yazıtlar söz ediyordu birinden
bilinmiyordu toprak ·
ve Kudüs döl yatağı
Şam Beyrut
maymunu andıran acıklı kızlar
ardında simgesel cenaze arabalarının
son firavunun
düşmüş altına vuruşların
aşırı yorgunluktan
ve bulunç ezincinden
kanıyordu Kudüs
birden bire sonra
uğruyordu saldırıya bir yalgınla
fışkırıyordu Ürdün'ün öte yanından
benzeri ama farklı

Kudüs'ün yerine geçiyordu Amman
o denli genişti ölülerin dolduruldukları çukur


IV.

Gece
yazgı gereği cinayetin
ayrıcalıklı yeri olması gerekiyormuş
gibi gece
yıkıntılar, kanlar
otuz bin yiğit ölü
otuz bin akan yıldız
Doğu'nun kırmızı parlayan şafağı
arabı bitiren arap
utancın binlerce portresinde doğranmış umut
parlak kırmızı armalar üstünde
ağılı hükümdarlık tahtlarının
yıkıntılar, kanlar
yerle bir edilen Zarka
alev alev tutuşan tarlalar
ayarları altın Neron-bücür-kral-çıkarcı 


V.

Ey Bağdat
haykırmıştık bununla birlikte
Babil'dir bu gerekiyor ortadan kaldırılması
gidiyorduk kurmaya yıkıntıları üstünde
kardeşlik kentini
işte yabanıl Batı'nın sürüleri
ve yabanıl Doğu'nun
çullandılar adillerin üstüne
egemen olsun diye para babaları
ve Atlantik ötesinin uşakları
yeteneklisiniz doğrusu duygusuzlukta
umursamazlıkta
biliyordunuz ama çekilen sonsuz acıyı
bu halkın çektiği o sonsuz acıyı
bununla birlikte biliyordunuz
yerine getirilmesi gerekli görevi
Şam ey Bağdat
bana yalan söylemiştiniz şimdi biliyorum
doluşuyorlar saraylara biliyorum
biliyorum şimdi
hangi iç karartıcı ahlaksızlık gizleniyor: yüreklerinde


Abdüllatif Laabi
Çeviren: Nuri Pakdil

Bahçedeki Güvercin

Güvercin bahçede işte uyandırılmış acılarım
Ezgisi tutulduğunda yurtsamaya
Hiçbir ölçünün sınırlayamadığı

Sesinle yardım mı etmek istiyorsun bana
Ruhunu kanını ateşleyip körüklediğin
Bırakacak mısın yabancıyı kaçmaya
Bahçedeki güvercin özgürsün sen
Geçebiliyorsun bir daldan öbürüne
Avlayacaklar mı sezdin mi bir korku
Gidiyorsun alıp başını
Konumu daha güzel yerlere doğru

Düşündün mü hiç beni güvercin eziliyorum
Buralarda
Benim toprağım değil buralar ne de
Bu ülke yurdum benim

Etimde ruhumda çelikleşen ilkeyi
Sürgünle yadsıyorum sanma güvercin
Sürgün
Cezaevi
Nedir ölüm sevi için
Onu geri veren bir ülkede

Ama ağlıyorum uzak konutlarını
Atalarımın dostlarımın ülkemin insanlarının
Ey bengi bir tatla en yüce sevinçlerle
Zaman zaman yakınlaşan konutlarımız
Koruyorlar onlar bende
Sonsuz bir ev sahibinin yerini
Kuruluyorlar belleğimde

Dokunuyorum parmaklarımla onlara
Gözlerimin önündeki bu konutlara
Ki duruyorlar sınırında bakışımın


Allal El Fassi
Çeviren: Nuri Pakdil

Gelecek

Birazdan bilmiyorum tam ne zaman
Görünecek bir adam kapınızda
inleyen yabanıl aç kalmış
acı bir çığlık silahı
elinde yeğni bir değnek

Er geç bir yaralı
yürüyecek güçlükle size kadar
dokunacak elinize omzunuza ya da
ve yardım isteyecek sizden
ve komut

Er geç-yineliyorum sana bunu
gelecek birisi çok uzaktan
isteyecek mutluluk payını
nedeni olduğunuz bir mutsuzluğun
gösterecek size

Sen ey
benzerlerinle
baltalayan toprak düzeltimini


Yusuf Septi
Çeviren: Nuri Pakdil

7 Ekim 2016 Cuma

Soyut Bahçe

Ağacı üstünde elma, şehvetidir kadının- 
Parıltılarla asılı, güneşten maskarası.
Ağaç, kesmiş soluğunu kadının; yeltenip
Yükselip üstüne dal dal, dilsizce dilli sesi
Çıkıverir gözlerine bir karartı perdesi.
Kadın tutsak ağaca ve yeşil parmaklarına.

Ve kendini ağaç sanar düşüncesinde kadın.
Rüzgar kucaklayıp örer taze damarlarını,
Kaldırır onu göklere, uçarı maviliğe,
Ellerinin ateşini boğup gün ışığında.
Hiç anısı yok kadının, korkusu, umudu yok
Ayaklarındaki ottan ve gölgelerden öte.


Hart Crane
Çeviren: T. S. Halman

Melville'in Mezarında

Sık sık dalgaların altında, bu burundan uzakta
Boğulmuş insanların kemikten zarlarını elçi
Gönderdiğini görürdü. Baktıkça, sayılar
Tozlu kıyıya çarpar ve gözden kaybolurdu.

Ve batıklar geçerdi çan sesleri duyulmayan,
Ölümün cömertliğiyle o dağınık kanıtlar
Geri gelirdi, külrengi hiyeroglifler,
Uğursuz uğultular deniz kabuklarından.

Sonra dingin akımında upuzun bir kangalın
Denizin çırpınışı durur, hışmı yatışırdı,
Sunaklara yönelirdi orada tuzdan ağarmış gözler
Ve sessiz yanıtlar kayardı gökteki yıldızlardan.

Başka gelgit göstermiyor pusula, kadrant
Ve sekstant... Kabaran mavi sularda
Ağıt denizciyi uyandırmayacak.
Bu destan yaratan ulu gölgeyi deniz koruyabilir ancak.


Hart Crane
Çeviren: Cevat Çapan
all ignorance to boggans into know


tüm bilisizlik kızakla kayar bilgiye
ve yorgun argın tırmanır bilisizliğe gene:
ama kış sonsuz değildir, hatta kar
erir; ve bahar bozarsa oyunu, peki sonra?

tüm tarih bir kış sporudur ya da üç:
ama beş olsaydı da gene derdim ki tüm
tarih çok küçüktür, hatta benim için;
benimle senin içinse daha da küçük.

Atıl (tiz sesli ortak mit) kendi mezarına
sadece ıskalayı tizliliğe tırmandırmak için
her madge ve mabel dick ve dave adına
-yarın bizim temelli adresimizdir

ve orada bizi zor bulurlar (bulurlarsa,
daha da uzaklara kaçarız: şimdiye


E. E. Cummings
Çeviren: Suphi Aytimur

6 Ekim 2016 Perşembe

Kır Yaratmak İçin

Bir yoncayla bir arı
Yaratır en güzel çayırı-
Bir yonca, bir arı
Bir de insanın hülyaları.
Olmasa da arı
Elverir insanın rüyaları.


Emily Dickinson
Çeviren: Talat Sait Halman

Kalabalık Bir Şehirden Geçmişim

Kalabalık bir şehirden geçmişim, belki ilerde işe yarar diye
görünüşlerini,
yapılarını, adetlerini geleneklerini aklıma yerleştirmeye çalışarak,
Ama şimdi bütün o şehirlerden sadece bir kadını hatırlıyorum,
orada rastladığım, beni sevişmek için yolumdan alıkoyan
bir kadın.
Gece gündüz ayrılmamıştık birbirimizden - ötekilerin hepsini
çoktan unuttum,
Bana istekle sarılan o kadını hatırlıyorum sadece,
Gene dolaşıyoruz birlikte, sevişiyoruz, ayrılıyoruz gene,
Gene tutuyor beni elimden, gitme diyor,
Onu yanı başımda görüyorum, dudakları sessiz, üzüntü içinde,
her yanı tirtir titriyor.


Walt Whitman
Çeviren: Memed Fuat

Pes Etmiş Bir Avrupalı İhtilalciye

Dayan be kardeşim, dayan be bacım!..
Devam ateşe!.. Hürlük uğruna bu, kıran kırana!..
Hürlük dediğin pes etmez öyle bir iki bozgunla; hürlük dediğin
pes etmez zaten
Halkın ilgisizliği, nankörlüğü ve döneklik edenler hep bir yana ...
Pes etmez öyle tekmeye, yumruğa, topa, tüfeğe, ceza kanunlarına ...
Bel bağladığımız, inandığımız şey o ... Var olagelmiş ... O oldum
olası ... O dört iklim dört köşe ...
Ne gel gel etmiş, ne gelirim demiş, oturmuş ışığa karşı öyle
huzur içinde, dosta düşmana karşı
Sabır taşı öyle beklemiş, beklemiş eşref saati.


Walt Whitman
Çeviren: Can Yücel

5 Ekim 2016 Çarşamba

Walt Whitman Bu

Walt Whitman bu, evrenler içinde evren, Manhattan'da görmüş
ilk gün ışığını.
Etli canlı, delikanlı, yemeğe, içkiye, kadına düşkün,
Sulu gözlülerden değil, kişiyi kendinden ayrı, aşağı görenlerden
değil,

Ne burnu havada, ne başı eğik ...

Sökün kapılardan kilitleri hep,
Sökün kapıları hep rezelerinden!

Birini hor tutmaya gör, beni de hor tutmuşundur,
Birine bir kötülük işlemeye, bir kötü söz söylemeye gör, bana
etmişsindir o kötülüğü, bana söylemişindir o sözü ...

Ben evrensel parolayı söyledim, "Geç!" dedim demokrasiye ...

Gözüme dizime dursun el sürersem herkeslerin el sürmediği
şeylere.


Walt Whitman
Çeviren: Can Yücel

Helena

Güzelliğin benim için Helena,
İznik kalyonlarıdır geçmişin,
Taşırlar mis gibi bir denizde
Bir gezegeni yavaşça, ezik, bitkin
o doğduğun sahillere.

Alışık dolaşmaya umutsuz denizlerde,
Ölümsüz yüzün, sümbül saçların
Çekti yurduma Naiade havaların,
O eski Yunan görkemine
Ve yüceliğine Romanın.

Görüyorum o alımlı pencerende
Seni bir heykel gibi dururken
Akik lamban elinde,
Sen, ey! O kutsal ülkelerden
Gelen, Psykhe, seni


Edgar Allan Poe
Çeviren: İlhan Berk

Heyecansız Gençlerle İlişki

Hayır, siz büyütemezsiniz ağaçlarını sevincimizin,
Cetvel ve pergel gösteriş verir size, hayat vermez,
isteklerimiz öyle büyük ki sığmaz hiçbir şeye.
Mutluluğumuz tam: Hesaplanabilir.
Kendi kendimizin karşısında sakınmamız nafile:
Biz hiç gelmeyiz ölçüye falan.

Unutun bizden kuşkulanmayı:
Siz kuşkulanırsınız ölmüş ve gömülmüş insanlardan!
Göklerde dallar boylarını bulsunlar bırakın:
Ağaç dediğin körpecik bir şey!
Çabalarımızın imgelerini boyayıp durmayın:
Çaba gösterin siz de!
Kalkmayın özgürlüklerimizi ölçmeye: Özgür olsun!
Vazgeçin bizden söz etmekten: Konuşun bizimle!


Volker Braun
Çeviren: A. Kadir - Afşar Timuçin

4 Ekim 2016 Salı

Vietnam Taşlamaları

General KY'nin Her Sabah Söylediği

Halktan başka
korkusu olmayan bir hükümet
çok yaşar, çok
hükümetten başka
korkusu olmadıkça halkın


General KY'nin Düşü

Ve sonunda bir yasa çıkardı hükümet
bütün insanlar mutludur
diye
Karşı koymalar
ölümle cezalandırıldı
Hemen ardından
gerçekten yalnızca
mutlu insanlar vardı


Saldırının Sınırlı Etkisi

Zorbalık yeterince büyükse
çokları susar
Zorbalık ama en büyükse
gene
yalnızca
çokları susar


Wolf Biermann
Çeviren: Yüksel Pazarkaya

Küçük Adres

Kalkmak istiyorum, çekip gitmek ve görmek,
ah, kuş, nehir ya da bir tren olsam,
gözlemlemek istiyorum dünyanın dönüşünü.
Nerde muayenehane sınırın ötesinde? Nerde
Bozkır kombinaları? Gecekondular? Grevler?
Buğdaylar denizde? Hayrıyla şerri
Uygarlığın? Niçin olmasın New York?
Bütün caddelerden geçmeliyim topluluklarla,
üç köşeli ampuller aramak metro dehlizinde,
gitmek, görmek, eskiden neler
toplamışsam saman kurusu gazetelerden
Sonra, yorgun ve sıkıntılı olunca
-belki doğrudur, alüminyum cepheler, kent salaşında pislik-
çıkarım asansörle bilmem kaçıncı kata, konuşurum
hava ayarlama tesisatıyla, bir içki alır ve kağıda geçerim
sınıfbilinçli Broadway şiirini.
Bavulumu hazırlar, atarım kanayan bir
yapay yüreği içine ve yol görünür, dosdoğru
ürün diye ağaçların biçildiği Sibirya'ya.
Oy, nasıl da bağırıyor elektrikli testereler, nasıl yükseliyor
talaşlar piramit boyunca, orman nasıl fışkırıyor, nasıl
kentler sökün ediyor! Ya ırmaklar!
Teknede olmak istiyorum, balıkların üstünden kaymak,
nasılsa avlanır onlar, ama aksaçlı
oğulları balıkçıların kuruyorlar su topları, kesiyorlar
ortaboy dağları bununla, barajlar yerleştiriyorlar
ve dağıtıyorlar suyu hakça. Onlarla
konuşuyorum gecelerce, kızartmaları çiğneyerek ve votka.
Ah, niçin ozanım ben, sürüyorum arabasını
yazı makinesinin küçücük kağıt tarlası üstünde, taksiye biniyor
ve suyla pişiriyorum?
Arden olsam, vinç, nehir ya da tren
çekip gitmek istiyorum, görmek ve
yine gelmek.


Sarah Kirsch
Çeviren: Yüksel Pazarkaya

Macar Rapsodisi 66

Tibor Dery için


Biletçi geldi giysisiyle
bir posta tatarının
Kalçasına dayalı kara deri çantada taşıyordu
Tuna'yı bu ağır
çift mektubu, mühürlenmiş
bir afyon tarlasıyla sanki
bir kan lekesiyle

Budapeşte ışıldadı zarfın arasından
fırtına öncesi gibi

Açmaya yoktu yetkim, ama
uzun uzun okudum Peşte üzerinde geceleri
dik yazısını şimşeklerin


Reiner Kunze
Çeviren: Yüksel Pazarkaya

3 Ekim 2016 Pazartesi

Ay Şiiri

Karanlık odadaki yüzün gibi
Yabancı ve dağınık
Asılı kalmış ay kara gökyüzüne

Pırıl pırıl görmüştüm onu kimi zaman
Çelikten yontulmuş gibiydi sanki, sert
Mavi ikindilere doğru kimi zaman
Solgundu ve yorgun
Kötü boyalarla boyanmış
Çocuk elinden çıkmış bir resim gibi.
Gene de tepeden tırnağa duygulu.


Günter Kunert
Çeviren: Adalet Cimcoz

Sabah Olurken

Boş
Bomboş tüm sokaklar
Sabahın bu erken saatinde
Vuruyor pencere camlarına
ilk pembe ışığı göğümüzün
Evler sıra sıra dizilmiş
Ardından külrengi taş duvarların
Geçiyorum önünden adım adım.

Çıkmışım koynundan, odandan,
Kapıdan, evden.

Bir gün ayrılmak dünyadan
Böylesine sıcakken daha kanım
Usulca soğuğa kaymak.

Gereğince yaşadığına inanarak.


Günter Kunert
Çeviren: Adalet Cimcoz

Otuzüçüncü Şarkı

Sırılsıklam ıslanmış, ıslak bavullardan kişiler seçiyordum.
Eğri bir düzlükte durduklarını görüyorum, rüzgara yaslanmış,
eğri yağmur altında, belirsiz, uçurumun kenarında.
Hayır, ikinci bir yüz değil. Havanın suçu
böyle solgun oluşları. Uyarıyorum onları, sesleniyorum örneğin,
yol eğri bayanlar baylar, uçurumun kenarındasınız. Onlar, doğal olarak,
soğukça gülüp, cesurca karşı bağırışa geçiyorlar:
Teşekkür ederiz, size de.
Gerçekten de birkaç düzine olup olmadıklarını soruyorum
kendi kendime,
yoksa tüm insan soyu muydu orada asılı duran,
tıpkı belirsiz bir müzik gemisindeki gibi, hurda
ve yalnız bir tek amaca yönelik, yani batışa?
Bilmiyorum. Gözümü kapatıp dinliyorum. Zor söylemesi,
bu insanların kimler olduğunu, her biri bir bavula,
açık sarı bir uğura, bir dinozora, bir defne çelengine sarılmış.
Güldüklerini duyuyor ve onlara anlaşılmaz sözler sesleniyorum.
Kafasında yaş gazeteler olan, tanınmayan kişinin
K. olduğunu sanıyorum, yolcunun işi peksimetçilik;
şu sakallının kim olduğundan haberim yok, boyalı bastonlu
adamın adı Salomon P.; durmadan hapşıran kadın
Marilyn Monroe olmalı;
beyaz elbiseli adamsa, şu elinde siyah yağlı kağıda sarılı
notlar olan, mutlaka Dante'dir.
Bu kişiler umut dolu, ürkütücü bir erk dolu!
Bardaktan boşanan yağmurun altında dinozorların ipinden
çekiyor, bavullarını açıp sonra gene kapatıyorlar,
ve koro halinde şarkı söylüyorlar: " 13 Mayıs dünyanın
sonudur,
artık daha fazla yaşayamayız, yaşayamayız daha fazla."
Kimin güldüğünü söylemek güç, bu çamaşırhanede kimin
beni saydığını ya da kimin saymadığını ve
uçurumun ne genişlikte ve ne derinlikte olduğunu söylemek.
Yavaşça nasıl battıklarını görüyorum kişilerin ve onlara
şunları sesleniyorum: Nasıl yavaş yavaş battığınızı
görüyorum.
Yanıt yok. Uzaktaki müzik gemilerinde, donuk ve cesur
orkestralar çalıyor. Çok üzülüyorum, hiç de hoşuma
gitmiyor,
öyle hepsinin ölmesi, ıpıslak, bu çiseleyen havada, yazık,
ağlayabilirim, ağlıyorum: "Ama kimse bilemedi", diye
ağlıyorum,
"hangi yılda olduğunu, ne hoş:"
Ya dinozorlar nerede kaldı? Ya bu ıpıslak bavullar,
binlerce ve binlerce, bomboş ve sahipsiz,
suyun üzerine nereden sürükleniyor? Yüzüyor ve ağlıyorum.
Her şey, diye ağlıyorum, istendiği gibi, her şey yalpalıyor,
her şey denetim altında, her şey yolunda, insanlar eğri
yağan yağmurun
altında boğuluyordur herhalde, yazık, neyse, ağlamak
için o da iyi,
belirsiz, söylemesi güç, neden, hem ağlıyor hem yüzüyorum


H. Magnus Enzensberger
Çeviren: Sezer Duru