Şiir, Sadece: 2019-12-01

6 Aralık 2019 Cuma

Awake! Young Men of England

Awake! Young Men of England 
 
Oh! give me the strength of the Lion, 
The wisdom of reynard the Fox 
And then I'll hurl troops at the Germans 
And give them the hardest of knocks. 
 
Oh! think of the War Lord's mailed fist, 
That is striking at England today: 
And think of the lives that our soldiers 
Are fearlessly throwing away. 
 
Awake! Oh you young men of England, 
For if, when your Country's in need, 
You do not enlist by the thousand, 
You truly are cowards indeed.
 
 
George Orwell
The Henley and South Oxfordshire Standard, 2 October 1914

4 Aralık 2019 Çarşamba

A Little Poem

A happy vicar I might have been 
Two hundred years ago 
To preach upon eternal doom 
And watch my walnuts grow;
 
But born, alas, in an evil time, 
I missed that pleasant haven, 
For the hair has grown on my upper lip 
And the clergy are all clean-shaven.
 
And later still the times were good, 
We were so easy to please, 
We rocked our troubled thoughts to sleep 
On the bosoms of the trees.
 
All ignorant we dared to own 
The joys we now dissemble; 
The greenfinch on the apple bough 
Could make my enemies tremble.
 
But girl’s bellies and apricots, 
Roach in a shaded stream, 
Horses, ducks in flight at dawn, 
All these are a dream.
 
It is forbidden to dream again; 
We maim our joys or hide them: 
Horses are made of chromium steel 
And little fat men shall ride them.
 
I am the worm who never turned, 
The eunuch without a harem; 
Between the priest and the commissar 
I walk like Eugene Aram;
 
And the commissar is telling my fortune 
While the radio plays,
But the priest has promised an Austin Seven, 
For Duggie always pays.
 
I dreamt I dwelt in marble halls, 
And woke to find it true; 
I wasn’t born for an age like this; 
Was Smith? Was Jones? Were you?
 
 
George Orwell
1936

2 Aralık 2019 Pazartesi

Bakır Atlı

Petersburg Öyküsü
Önsöz

Bu öyküde anlatılan olay gerçeğe dayanıyor.
 
Nehir taşması felaketinin ayrıntıları o zamanın dergilerinden alındı. Meraklısı, V.N. Berh’in hazırladığı habere bakabilir.

Giriş

Issız dalgaların vardığı kıyıda,
Bürülü yüce düşüncelere, o ayaktaydı.
Ve bakıyordu uzaklara. Önünde geniş
Akıyordu nehir. Sularda bir kayık
Mecalsiz süzülüyordu yalnız başına.
Yosunlu, balçık kıyılar boyu
Seyrek kulübeler kararıyordu,
Sefil Karelyalının sığınağı damlar;
Sisler içinde yiten güneşin tutuk
Işınlarının eremediği orman
Çepeçevre uğulduyordu.

Ve düşünüyordu o;
Buradan İsveçliyi edeceğiz tehdit,
Bir kent konuşlanacak burada
Kibirli komşunun düşmanlığına inat.
Burada yazgılamıştır açmaya bizi,
Doğa, Avrupa’ya doğru penceremizi
Ve sağlamca basmaya denizin eşiğine.
Buraya doğru yeni dalgaları aşacaklar
Bize konuk olacaklar bütün bayraklar,
Ve şölenler kuracağız enginler üzerinde.

Yüz yıl geçti ve genç kent,
Bezeği ve harikası yarıgece ülkelerinin,
Bataklık balçığı, orman karanlığı içinden
Gururla ve görkemle yükseldi;
Doğanın üvey oğlu Finli balıkçının
Acılar içinde bir zamanlar
Engin kıyılar boyunca yapayalnız,
Diplerin bilinmez sularına
Harap ağlarını attığı yerde şimdi
Yükseliyor sarayların ve kulelerin
Zarif kütleleri; şimdi gemiler
Dünyanın dört bir bucağından sürülerle
Zengin iskelelere doğru süzülüyor;
Granitten giysilere bürülü Neva;
Suların üzerine asıldı köprüler;
Koyu yeşil bağlarla bahçelerle
Adaları sarmalandı Neva’nın,
Ve yanında genç başkentin
Solgun kaldı yaşlı Moskova
Taştan giysileriyle bir dul gibi
Yeni çariçenin karşısında.

Seviyorum seni Petro’nun yaratısı,
Seviyorum senin ağır, ölçülü görüntünü,
Neva’nın egemen aşkını,
Kıyılarında granitlerini onun,
Parmaklıklarının dökme oyasını,
Senin düşlemli gecelerinin
Duru karanlığını, aysız ışıltısını,
Ben odama çekilmiş, şiirlerimi
Kandilsiz yazarken ve okurken,
Ve uykulu yüceleri aydınlanırken
Boş caddelerin, dökerken ışıklarını
Amirallik dairesinin kulesi,
Ve gece salmadan karanlığını
Altın ışıltılı gökkubbeye
Gündoğumu kovalarken gündoğumlarını
Sadece yarım saatler bırakıp geceye.
Seviyorum senin amansız kışının
Kıpırtısız havasını ve ayazlarını,
Geniş Neva boyunca kızakların koşusunu,
Kızların gülden aydın yüzlerini,
Ve pırıltını ve uğultunu ve balo söyleşilerini,
Bekâr meclisi saatleri boyunca
Hışırtısını köpüklü kadehlerin
Ve mavi yanışlı alevini punçun.
Marsovo Pole eğlencelerinin
Seviyorum savaşkan canlılığını,
Yaya ordusunun ve atlıların
Göz kamaştıran bir örnek alımlılığını,
Onların dalgalanan düzenli saflarında
Sancakların utkulu yalpalayışını,
Kurşun boydan boya delmiş çarpışmada
O bakır miğferlerin ışıltısını.
Seviyorum ordular başkenti,
Senin kalenin dumanını ve uğultusunu,
Yarıgecenin çariçesi
Oğul sunduğu sıra çar sarayına
Yahut düşmana karşı bir utkusunu
Kutlamaktayken yeniden Rusya,
Yahut parçalamış mavi buzunu,
Neva onu sürüklerken denizlere
Ve sevinirken baharı duyumsamayla.

Çalımlan, Petroların kenti ve sarsılmadan
Rusya gibi, dur ayakta,
Seninle varsın barış tutsun
Yenilmiş olan doğa belası da;
Düşmanlığını ve kadim tutsaklığını
Finlandiya’nın dalgaları varsın unutsun
Ve bozmasın nafile hıncıyla
Petronun ebedi uykusunu!

Dehşetli bir zaman yaşandı,
Anıları o zamanın taze henüz...
Sizin için dostlarım, o günlerin
Başlıyorum anlatmaya öyküsünü.
Ama hüzünlü olacak öyküm benim.
 
Birinci bölüm

Kederli Petrogard’ın ufkunda
Kasım soluyordu güz soğuğunu.
Düzgün setlerinin kenarlarına
Sıçrayıp uğultulu bir dalgayla,
Hasta gibi çırpınıyordu Neva
Rahatsız yatağında acılarla.
Artık geç olmuştu, hava karanlıktı;
Camda dövünüyordu yağmur kızgınlıkla,
Ve acı ıslıklarla esiyordu rüzgâr.
O sıra konukluktan henüz yeni
Dönmüştü evine genç Yevgeni...
Öykümüzde biz kahramanımızı
Bu adla çağıracağız. Tınısı hoş
Duyuluyor onun ve eski dost
Bu adla üstelik kalemim benim.
Lakabı onun bize gerekli değil,
Olabilir ki evvel zaman içinde
Kahramanımız bizim ışıldamıştır
Ve Karamzin’in kalemi ucunda
Yurtsal söylencelerle çınıldamıştır;
Ama şimdi o unutuldu çoktan
Toplumda ve dillerde. Kolomna’da
Yaşar ve bir yerlerde hizmettedir,
Soylulardan utanır ve üzülmez hiç
Artık yaşamda olmayan hısımlarına
Ve unutulmuş eski zamanlara.
Ve işte, evine dönen Yevgeni
Paltosundan sıyrıldı, soyundu yattı.
Ve epey zaman uyuyamadı
Çalkantısında türlü düşüncelerin.
Ya neler düşünmekteydi o? Neler
Düşünebilir, yoksuldu, güçlüklerle
Yaşamda nasıl sağlayabilirdi
Hem bağımsızlığını, hem onurunu,
Us ve varsıllık bağışlayabilirdi
Oysa ona Tanrı. Zira vardı
Yaşamları ağırlıksız çok daha
Nice aylak, o kadar aklı kısa,
Avare nice mutluluk erbabı!
Düşünüyordu, sadece iki yıldır çalıştığını;
Ve yine düşünüyordu, yatışmadığını
Havaların bir türlü; nehrin suları
Hep daha kabarmıştı; sanmıyordu o
Neva köprüleri açılmış olsun,
Ve demek sözlüsüne ulaşamayacaktı,
İki, üç gün Paraşasından ayrı kalacaktı.
Burada iç geçirdi yürek dolusu
Ve bir ozan gibi düşlere daldı:

"Evlenmek mi? Ben? Niçin olmasın?
Evlilik çetindir, kuşkusuz;
Ama olsun, gencim, güçlüyüm,
Hazırım çalışmaya gece gündüz;
Bir yolunu bulur önce kurarım
Kendime bir düzen ılık ve sade
Ve burada Paraşa’yı hoş tutarım.
Belki, olur a, yıl geçer
Bir yerceğiz edinirim, Paraşa’nın
Bırakırım ellerine yuvamızı
Ve yetişmesini yavrularımızın...
Ve koyuluruz yaşamaya, öyle ömrümüz
Boyunca el ele ikimiz yürürüz,
Ve defnederler bizi torunlarımız..."

Kapılmıştı düşlere. Ve hüzünlüydü
O gece; bir yandan diliyordu,
N’olurdu rüzgâr inlemese umutsuz öyle
Ve camları dövmese yağmur
Öyle öfkeyle.
Uykulu gözlerini
Kapadı en sonu. Ve işte
Seyreliyor karanlığı yağışlı gecenin
Ve benzi uçmuş bir gün ağarıyor şimdi...
Şimdi dehşetli gün!
Neva bütün gece
Atıldı denize doğru, tufana karşı,
Fırtınaların aşamadı şiddetli çılgınlığını
Ve kalmadı direnmeye gücü...
Sabahleyin nehir kıyıları boyunca
Halk yığıldı öbekler halinde,
Eğlendi serpintilerle, dalga dağlarıyla
Ve azgın suların köpükleriyle.
Ama körfezden bindiren rüzgârın baskısıyla
İtilmiş alabildiğine Neva
Geriye doğru devriliyordu köpüren gazabıyla
Ve adaları gömüyordu taşkınlar altına,
Fırtına daha da kasıp kavuruyordu,
Neva şişiniyordu ve uğulduyordu,
Bir kazandan halkalanmışça fokurduyor,
Ve ansızın, yabanıl hayvan gibi kuduruyor,
Saldırıyordu kente doğru. Taşkınlar önünde
Kaçıştı her şey, her şey çevrede
Birdenbire ıssızlandı, sular birdenbire
Yeraltının doldurdu mahzenlerini,
Kanallar döküldü kent bahçelerine,
Ve Triton gibi yüzeylendi Petropolis,
Beline kadar sulara gömülmüş.

Kuşatma! Saldırı! Gazaplı dalgalar,
Hırsız gibi pencerelerden ağmada. Sandallar
Bir koşu bindiriyor kıçtan camlara.
Pazar tezgâhları örtülü sularla,
Kulübe enkazları, kalaslar, damlar,
Stoklanmış ticaret malları,
Solgun yoksulluğun atıntıları,
Fırtınayla sökülmüş köprüler,
Sürüklenmiş sinliklerden tabutlar
Yüzüyor caddelerin üzerinde!
Halk
Görüyor tanrısal gazabı ve azabını bekliyor.
Çaresiz! Yok oluyor her şey: ekmek ve ev bark!
Nereden edinecek?
O korkulu yılda
Rahmetli çar Rusya’yı şanla
Yönetmekte henüz. Bir balkona çıkıp
Çar orada durdu kederli, bulanık,
Ve: "Tanrısal afete çarlar
Hüküm geçiremezler" dedi. Oturdu
Düşünceler içinde acılı gözlerle
Feci musibete bakıyordu.
Taşkın birikiyordu göller halinde
Ve göllere geniş nehirler halinde
Dökülüyordu caddeler. Saray
Acıklı bir ada gibi görünüyordu.
Çar konuştu - bir uçtan bir uca,
Yakın ve uzak caddeler boyu
Tehlikeli yola coşkun sular içinde
Atıldılar çarın generalleri,
Boğulmak üzere bekleşen, sularda evleri,
Ve korkuyla titreşen halkı kurtarmak için.

O zamanlar, Petro Meydanı’nda
Yükselen yeni bir yapının kenarında,
Üzerinde yüksek sahanlığın
Hazır pençesiyle, sanki canlı
Bekçi durmaktaydı iki aslan,
Mermer yırtıcının üzerine binili,
Şapkasız, çaprazlamış göğsüne ellerini,
Kımıltısız oturuyordu korkunç solgun
Yevgeni. Kendisi için değil korkmuş
Yoksul. Darmadağın, hiç duymuyordu
Doymaz dalga nasıl kabarmada
Çarpa çarpa tabanlarına onun,
Yağmur yüzünü nasıl kırbaçlamada,
Ve rüzgâr zaptolunmaz ulumalarla
Başından şapkasını nasıl uçurdu.
Onun umutsuz bakışları
Hep uzakta bir kıyıya doğru
Dikilmişti kımıltısız. Dağ başları
Gibi incinmiş diplerden öfke dolu
Ayaklanıyordu orada dalgalar ve kudurmayla
Kükrüyordu orada tufan, sürükleniyordu orada
Yıkıntılar... Orada, Tanrım, Tanrım!
Ah, ne çare! Yanıbaşcağızında dalgaların,
Orada körfezin hemen tam ağzında -
Boyasız tahta çit ve söğüt ağacı
Ve harap evceğiz; orada umudu tüm
Dul kadın ve kızı, onun Paraşası,
Onun hayalleri... Yoksa bir düş müydü
Bu gördüğü? Bir hiç miydi yoksa
Bütün hayatımız, boş bir düş gibi,
Alaya alması mı göğün yeryüzünü?

Ve Yevgeni, büyülenmiş gibi,
Sanki mermere çivilenmiş gibi,
Başaramıyor inmeyi! Çevresini kuşatmakta
Sular ve yok hiçbir şey sulardan başka!
Ve dönmüş sırtını ona,
Sarsılmayan yüksekliğinde,
Yücesinde başkaldıran Neva’nın
İleriye uzanmış eliyle duruyor
Bir put bronz atının üstünde.
 
İkinci bölüm

Ama sonra, doymuş yıkımlarına
Ve arsız huysuzluğundan yorgun,
Neva eğimlendi geriye doğru,
Kendi hırçınlığına olmuş hayran
Ve terkederek küçümsemeyle ortalarda
Bütün şikarını. Bir kıyacı aynı böyle,
Peşinde gözü dönmüş çetesiyle
Köyleri basar, keser, kırar,
Yıkar ve yağmalar; inleyişler, naralar,
Şiddet, sövgü, bağırış, ilenmeler!..
Ve çok oyalanmış da vurgunla,
İzlenmek korkusundan ve yorgun,
Haydutlar dönmektedir ivedi evlerine,
Ganimetlerini döke saça yol boyunca.

Sular çekildi ve köprüyolu
Açıldı ve Yevgenim benim
İvedi koşuyor, tutulmuş ruhu,
Umut, korku ve tasa içinde
Koşuyor yatışmaya duran nehre.
Ama dopdolu utku kutlamalarıyla,
Henüz kanıyordu hırçın dalgalar,
Ateş harlanıyordu altında sanki,
Üstlerini henüz köpükler kaplamakta,
Ve ağır solumaktaydı Neva
Cenk dönüşü dörtnal bir at gibi.

Yevgeni bakıyor: Görüyor bir sandal;
Koşuyor sandala, sanki yitik mal
Bulmuş, çağırıyor sandalcıyı.
Sandalcıysa kaygıların uzağında
Seve seve on kopek karşılığında
Geçiriyor onu acı dalgalardan.

Uzun zaman coşkun dalgalarla
Boğuştu güngörmüş kürekçi,
Saat boyu dalgaların safları arasında
Derinlere korkusuz yüzgeçleriyle
Yitebilirdi kayık ve sonunda
Erdi kıyıya.
Kutsuz Yevgeni
Bildik bir sokak boyunca koşuyor
Bildik yerlere doğru. Dolaşıyor,
Tanıyamıyor. Görünüm umutsuz!
Karşısında onun yığılmış her şey;
Her şeyi savurmuş, sürüklemiş sel;
Evceğizler eğrilmiş yanıbaşında,
Bazısı tüm yıkılmış, bazılarınıysa
Yersizletmiş dalgalar; her yanda,
Sanılır ki bir savaş alanında
Bedenler serilmekte. Yevgeni
Yel gibi, anımsamadan hiçbir şey,
Istıraptan bitkin düşünceye değin
Koşuyor henüz alınmamış bir haberle,
Elinde mühürlü bir mektup gibi,
Yazgının onu beklediği yere.

Ve işte koşuyor varoş boyunca artık
Ve işte körfez ve çok yakın ev...
O ne?..
Durdu Yevgeni.
Geriye yürüdü ve döndü yine.
Bakınıyor.. yürüyor.. bakınıyor.
İşte evlerinin bulunduğu yer;
İşte söğüt, şurada kapılar bulunuyordu.
Belli, götürmüş sel. Ya ev nerede?
Ve kör bir tasayla dopdolu,
Hep yürüyor, yürüyordu çevrede,
Us yoruyordu, sesli, kendi kendine,
Ve ansızın, alnına vurdu elini,
Bir kahkaha salıverdi.
Karanlık gece
İndi çırpınan kentin üzerine;
Ama insanlar uzun süre uyumadılar
Ve uzun süre aralarında yorumladılar
Biten günü.
Sabahın ışınları,
Ötesinden yorgun, solgun bulutların
Dolandı sessiz başkentin enginlerini
Ve bulamadı artık izlerini
Dünkü felaketin; erguvan rengi
Bir zar çoktan örtmüştü şerrin üzerini.
Her şey girdi alışkın düzenine.
Artık özgür caddeler boyunca
Yine o soğuk duyarsızlığıyla
Deviniyordu halk. Memur tayfası,
Terkedip gece sığınağını,
Görevine yürüyordu. Cesur madrabaz
Açıyordu umutsuzluğa bırakmadan kendini
Neva’nın yağmaladığı mahzenini,
Çıkarmak üzere fırsat bulur bulmaz
Acısını ağır zararının. Avlular boyunca
Sandallar seferler etti.
Kont Hvostov,
Göklerin o sevgili şairi başlamıştı bile
Şarkılamaya ölümsüz dizeleriyle
Şimdiden Neva kıyılarının bahtsızlığını.

Ama benim acınası, acınası Yevgenim...
Ne çare! Onun örselenen usu
Müthiş sarsıntıların karşısında
Dayanamadı. İsyankar uğultusu
Neva’nın ve rüzgârın parçalandı
Kulaklarında. Suskunca dolu
Ürkünç düşüncelerle, o yurtsuzlandı.
Bir düş derinlerini kemirmedeydi.
Haftalar geçti, aylar, Yevgeni
Evine artık hiç uğramıyordu.
Onun ıssız kalan köşesini,
Evin sahibi bekleyip süresini,
Yoksul bir şaire kiraladı.

Gelmiyordu Yevgeni varını yoğunu
Almaya. Oldu yabancısı az zamanda
Bu dünyanın. Gün boyu yaya dolanıyordu.
İskelede uyuyordu: Pencerelerden
Uzatılan bir lokmayla doyuyordu.
Aşınan giysileri hızla sırtında
Paralandı ve çürüdü. Taşlıyorlardı
Kötü yürekli çocuklar ardı sıra.
Çok zaman arabacıların kırbaçları
Buluyordu onu. Çünkü artık yolları
Seçemiyordu hiç; artık sanılır
Fark edemiyordu. Olmuştu sağır
Benliğinden bir tasanın uğultularıyla.
Ve böylece kutsuz çağını ardından
Sürüyordu, ne hayvan, ne insan,
Ne şu, ne bu, ne bir üyesi dünyanın,
Ne de ölü bir görüntüydü o...

Vaktin birinde uyuyordu
Neva iskelesi önünde. Artık yaz günleri
Güze dönmüştü. Soluk alıyordu
Bozuk bir rüzgâr. Somurtkan sallanıyordu
İskelede dalga, mırıltısında yakınmalarla
Ve dövüne dövüne çıplak basamaklarda,
Dilekçe takipçisi gibi bir türlü yüzüne
Bakmayan yargıçların kapıları önünde.
Uyandı, yoksul. Hava karanlıktı;
Yağmur damlamakta, rüzgâr bezgin
Uğuldamaktaydı,
Ve uzaklarda, derininde gecenin
Rüzgârla çağırışmaktaydı bir nöbetçi...
Yevgeni sıçradı; capcanlı anımsadı
Geçmiş dehşeti; hızla ayaklandı
Yerinden; yürüdü gezinmek üzre,
Ve birden durakladı, çevresinde
Usulca başladı gezdirmeye bakışlarını
Çehresinde yabanıl bir korkuyla...
Kımıltısız kendini buldu sütun taşları
Yanında bir yapının. Sahanlığında
Hazır pençesiyle, sanki canlı,
Nöbet bekliyordu aslanlar
Ve tam karşıda karaltılı yüceliğiyle
Bir duvarın çevrelediği kayadan kaidesinde
Put ileriye doğru uzanmış eliyle
Oturuyordu bronz bir atın üstünde.

Yevgeni, irkildi. Durulanıverdi
Ürkünç, derininde düşünceler. Taşkınların
Köpürdüğü, öfkeyle başkaldıran
Yırtıcı dalgaların çevresinde
Yığıldığı o yeri bir anda tanıdı,
Aslanları, o meydanı ve meydanda,
Karanlığın içinde bakırdan başıyla
Kımıltısız yükselip duranı,
Onu, işte o uğursuz iradesiyle
Denizin dibinde kent kurulanı...
Korkunç o, karanlığının alaca ağılında!
Nasıl bir düşünce toplanmış o alında!
Ne kadar gizli güç onda barınır!

Ya atın bedenindeki bu ne alaz!
Gururlu at, nereye atılıyorsun dörtnala,
Nerede indireceksin sen toynaklarını?
Ey kudretli hükümdarı alınyazısının!
Sen bir uçurumun tam üzerinde
Yücelerde demirden bir dizginle böyle
Şaha kaldırmamış mıydın Rusya’yı?
Putun kaidesini çepeçevre
Dolandı sefil divane
Ve çevirdi yabanıl gözlerini
Yarı dünya egemeninin çehresine.
Göğsü daraldı. Ve alnı
Soğuk parmaklığa dayandı,
Duman bürüdü bakışlarını,
Yüreğinin üstünde bir yalım koştu,
Sancıdı kanı. Yüzü buruştu
Mağrur yontunun karşısında
Ve parmaklarını sıkıp, kenetleyip dişlerini,
Sarmalanmış gibi acı bir kuvvetle,
"Ah, sen, mucizeler yapıcısı!" -
Diye fısıldadı, hınçlı titremede,
"Görürsün sen!..." Ve yel gibi birdenbire
Başladı kaçmaya. Öyle görünmüştü ki
Deliye, karanlıkta yavuz çarın yüzü
Ansızın ağır bir gazapla tutuşup
Usulca ona doğru dönmüştü sanki...

Ve deli bomboş meydan boyunca
Kaçıyor ve işitiyor ardınca,
Sanki bir kasırganın uğultusu
Ağır, çınıldayan dörtnal koşu
Üzerinde sarsılan kaldırımların.
Ve solgun ayın ışığıyla aydınlanmış,
İleriye uzanan eliyle yücelerde,
Ardından savruluyor Bakır Atlı
Çınıldayan dörtnal atının üzerinde;
Ve her nereye adımını attıysa,
Bütün bir gece boyu sefil deli,
Ardı sıra hep koşuyordu Bakır Atlı
Doludizgin, uğuldayan nal sesleriyle.

O günden sonra ne zaman
Yolu onun aynı meydana düşse
Yüzünde çizgileniyordu karmaşa
İfadesi. Yüreğinin üstüne
İvedi elini bastırıyordu,
Zaptediyor sanılır ıstırabını,
Aşınmış kasketini ezip büzüyordu,
Utangaç bakışlarını yerde sürüyordu
Ve dolanıyordu ötelerden.

Ufak bir ada
Görünüyor yalı sularında. Bazen
Ağıyla yanaşır ada kıyısına
Bir balıkçı gecikmiş avda,
Ve orada pişirir yoksul yemeğini,
Ya da bir memur pazar günü
Uğrar bazen sandal gezintisiyle
Issız adaya. Büyümemişti orada
Tek sap ot. Oraya taşkınlar oynaya sürükleye
Atmıştı yıkkın kulübeyi. Üzerinde suların
Kara fundalar gibi durmuştu.
Evceğizi geçen yıl baharın
Duba üzerinde götürdüler. Boştu
Ve tüm yıkılmış. Gördüler
Eşiğine yığılmış benim divanemi.
Ve hemen burada soğuk bedenini
Tanrı rızası için toprağa verdiler.


Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Çeviren Azer Yaran