üç kişi iniyor, üç kişi biniyor, ben artık bir pencere kenarına
oturuyorum
bir açık pencerenin kenarına ben
sessizce oturuyorum. bir kır fidanı büyük oluyor, onu öylece görmem
gerek
saydam bir kervan geçiyor üstünden, ki bunlar unuttuğum şeyler
olmalı benim
kervanın ben tutarındaki parçaları
hiçbiri ilgimi çekmiyor
sıcaktan ölmüş bazı kuşları aydınlık kurutuyor ve kayaları
aydınlık kurutuyor. sonunda bir ses olacak bunlar rüzgârda
ayrıntıları ben uğultusunda bir ses
ben bunu biliyorum
kayaların hep başka kayalarla ilintileri var. oysa kuşların
diyorum bir kuşlar düşüncesiyle ilintisi var da, onlar
sanki hiç uçmuyorlar, durmadan kopuyorlar
bir gizlilik biçiminden, dünyanın böyle ne olduğu biçiminden
kopuyorlar bir bir
kopsunlar, ben bunu anlıyorum
bunu tam anlıyorken cadı ağacı orda duruyor
boş bir kasabada çok yaşlı bir hancının
tuzlanmış dere balıklarını kutulara dizerkenki
elleri gibi, öyle bir yanılmazlıkla
duruyor da
her şey ki bir süre kendisi gibi duruyor, ben buna seviniyorum
çünkü yeryüzünün müthiş şekillerinden biriyim ben
üstümde gök olarak içimde bir de hayatın bulunduğu
yani gerekli bir olmanın yüküyüm sanki anladığıma göre
tam işte böyle bir ağırlıkla pencerenin önündeyim gibi
cadı ağacına bakıyorum sessizce
uzantıları ben kurulukta bir şey bu cadı ağacı
çünkü bazı şeyler çok büyümeye ve
hayatın içindeki gerçek köklerini bulmaya yönelirler de
örneğin bazı kış günleri vardır ki, dünyadan almadıkları bir aydınlıkla
bir ayazma içi gibi oldukları ya da
bir han odası
gibi oldukları zaman, alkolün
kurtarışlı ve boyutsuz çağrışımını taşırlar
ben burda büyümekten ve baş dönmesinden kendimi alamam
insanın en genç yerindeki ben
sonra pek kimse bilmez sanırım, günlük yaşamanın tanımadığımız
yerleri vardır
ben işte tıraş makinamın fişini taktıktan sonra
onu bir tahta masanın üstüne koyarım
koyarım da, masanın üstündeki o sabah cızırtısı var ya
sabahın ve günlük yaşamanın altındaki şeyleri eşeler
bir süre bakarım
çünkü sabahların bir mi, iki mi, sonsuz mu
beni bulması vardır ki, benimle olan her şeyi
bulması
işte bu yüzden denebilir ki, sabahlar yeni açılmış sinek kâğıtları
gibidir
insanı ve onun bütün devinimlerini
kendilerine yapıştırırlar
ve sabahlar yapışkandırlar, her neyse...
çünkü işte yolcular tartışıyorlar şimdi de. ben o açık pencerenin
kenarına oturuyorum
o açık pencerenin kenarında ben
öylece oturuyorum
yaşamaya yeni çıkmış sözlerindeyim onların
bir iğde fidanı gibi
yumuşak, tüylü ve anlamsız geleceğinde
sözlerinin
ilk atılım şapkalı bir adamın ellerinden geliyor
—cezanne’ın iskambil oynayan adamları vardır
gerçekte onlar bir tabutun gecesinde
görünmez bir ölüyü oynuyorlardır belkide
ve ölü
her neyse... —
sen ki her şeyi yeni anlamaya çıkmış gibi bakamazsın yüzüme
diyor ki aynı yolcu, ben bu sesten hiçbir şey anlayamam
öteki yanıtlıyor elbette
kalktığım zaman hiçbir şeyi yerli yerinde bulamadım
bunca yıl oturduğumuz evi hiç tanıyamadım da, karım dedi ki
bahçemizdeki bütün mürdümleri kargalar yemişler
anlatılmazlıkta olan bir şeyi
kargalar
artık biz şimdi ne yapalım
dedi ki yolcunun biri de: o bahçe öyle neyin içinde büyük
çiçekler neyin içinde büyük öyle
ve mürdümler
görüyorsunuz ki, her şey bir şeyin içinde, ne yapalım
mürdümleriniz yenince...
yolcu bir ötekileşme içinde bunları dedi
ve kendini öyle gördü, ben buna hiç şaşmadım
üstelik işe geç kalmaz mıyım bir de
diye ekledi mürdümleri kargalar tarafından yenen yolcu
dur bakalım bizim müdür ne diyecek
ben yalnızca şuna takıldım: mürdümle müdürün o gizli işbirliğine
dur bakalım
bir başka servise yollayacaktır beni belki de.
(baylar! umutsuz, düzensiz ve biletsiz böyle nereye?)
siz artık bunu unutmuş olmalısınız, dedi bir başka yolcu
az sonra masanızın başına bir güzel oturun
peynirli bir sandviç getirtin ve şekerli bir kahve
kalemlerinizi ince ince yontun mesela, ben size söyleyeyim
üç ton pamuğun navlunu gibi bir şeyler
dünya gibi bir yerde nasıl bir şey oluyor
bunu bir iyi düşünün de, müdür gelince
müdür gibi bir şeyler nasıl oluyor, öylece bakarsınız
iyice baktınız mı, siz artık bu bakma biçiminde
yeni bir şey oldunuz, bunu kendimden biliyorum.
(baylar! müdürsüz, zamansız ve bahçesiz böyle nereye?
ben hiç de insan gibi kalkmıyorum sabahları, haberiniz olsun
ve şu benzin kokusu yok mu, fena halde dokunuyor bana
hem inecekler insin, öyle değil mi
benim aklımda posta kartları dizili bir dükkân
ve pullar dizili
ve gazozlar, çikolatalar
bir dükkân duruyor, öyle değil mi
ben belki de bir gün sevineceğim, haberiniz olsun.)
üç kişi resmini çekiyor cadı ağacının
üç biyoloji uzmanı, biri de çakısıyla
bir parça koparıyor cadı ağacından
ben ne biçim bir şeyim ki, sancısız bir acı duyuyorum
tam o sıra
ve acı yayılıyor ben olan kollarıma
ayaklarıma da
benim sanki birtakım nesnelerle çok yakın ilintilerim var
ve çözülmedik şeylerin de insanıyım ben
insanın en gerçek yerindeki
ve anlatılmazlıktaki bir yerden anlatılmaya
akan bir şeyim.
(neden bu kadar çok duruyoruz burada, bir türlü anlamıyorum
inecekler insin, öyle değil mi
ve binenler yerlerine otursun, işte o kadar
hem nedir, bir camın üstündeki cam kırıkları gibi
o saydam varlığınızla
hepiniz durmadan yer değiştiriyorsunuz
şu da var ki, ben bunu anlamıyorum, o kadar.)
üç kişi konuşuyor kendi aralarında, üç biyoloji uzmanı
ben kendi yarattığım yolda duruyorum
öyle hep duruyorum
cadı ağaçları ne ölü değildirler, ne de hiç yaşamazlar
biz bunu anladıksa artık gidelim
ne kadar gitsek o kadar çok iyidir
son sözü köşedeki bir öğrenci söyledi
gören var mı, dedi, cadı ağacını
cadı ağacını yani
yok, değil mi
kuru gözler kuru şeyleri hiç göremezler
ve düş içinde yaşayanlar düş içindekileri.
oturuyorum
bir açık pencerenin kenarına ben
sessizce oturuyorum. bir kır fidanı büyük oluyor, onu öylece görmem
gerek
saydam bir kervan geçiyor üstünden, ki bunlar unuttuğum şeyler
olmalı benim
kervanın ben tutarındaki parçaları
hiçbiri ilgimi çekmiyor
sıcaktan ölmüş bazı kuşları aydınlık kurutuyor ve kayaları
aydınlık kurutuyor. sonunda bir ses olacak bunlar rüzgârda
ayrıntıları ben uğultusunda bir ses
ben bunu biliyorum
kayaların hep başka kayalarla ilintileri var. oysa kuşların
diyorum bir kuşlar düşüncesiyle ilintisi var da, onlar
sanki hiç uçmuyorlar, durmadan kopuyorlar
bir gizlilik biçiminden, dünyanın böyle ne olduğu biçiminden
kopuyorlar bir bir
kopsunlar, ben bunu anlıyorum
bunu tam anlıyorken cadı ağacı orda duruyor
boş bir kasabada çok yaşlı bir hancının
tuzlanmış dere balıklarını kutulara dizerkenki
elleri gibi, öyle bir yanılmazlıkla
duruyor da
her şey ki bir süre kendisi gibi duruyor, ben buna seviniyorum
çünkü yeryüzünün müthiş şekillerinden biriyim ben
üstümde gök olarak içimde bir de hayatın bulunduğu
yani gerekli bir olmanın yüküyüm sanki anladığıma göre
tam işte böyle bir ağırlıkla pencerenin önündeyim gibi
cadı ağacına bakıyorum sessizce
uzantıları ben kurulukta bir şey bu cadı ağacı
çünkü bazı şeyler çok büyümeye ve
hayatın içindeki gerçek köklerini bulmaya yönelirler de
örneğin bazı kış günleri vardır ki, dünyadan almadıkları bir aydınlıkla
bir ayazma içi gibi oldukları ya da
bir han odası
gibi oldukları zaman, alkolün
kurtarışlı ve boyutsuz çağrışımını taşırlar
ben burda büyümekten ve baş dönmesinden kendimi alamam
insanın en genç yerindeki ben
sonra pek kimse bilmez sanırım, günlük yaşamanın tanımadığımız
yerleri vardır
ben işte tıraş makinamın fişini taktıktan sonra
onu bir tahta masanın üstüne koyarım
koyarım da, masanın üstündeki o sabah cızırtısı var ya
sabahın ve günlük yaşamanın altındaki şeyleri eşeler
bir süre bakarım
çünkü sabahların bir mi, iki mi, sonsuz mu
beni bulması vardır ki, benimle olan her şeyi
bulması
işte bu yüzden denebilir ki, sabahlar yeni açılmış sinek kâğıtları
gibidir
insanı ve onun bütün devinimlerini
kendilerine yapıştırırlar
ve sabahlar yapışkandırlar, her neyse...
çünkü işte yolcular tartışıyorlar şimdi de. ben o açık pencerenin
kenarına oturuyorum
o açık pencerenin kenarında ben
öylece oturuyorum
yaşamaya yeni çıkmış sözlerindeyim onların
bir iğde fidanı gibi
yumuşak, tüylü ve anlamsız geleceğinde
sözlerinin
ilk atılım şapkalı bir adamın ellerinden geliyor
—cezanne’ın iskambil oynayan adamları vardır
gerçekte onlar bir tabutun gecesinde
görünmez bir ölüyü oynuyorlardır belkide
ve ölü
her neyse... —
sen ki her şeyi yeni anlamaya çıkmış gibi bakamazsın yüzüme
diyor ki aynı yolcu, ben bu sesten hiçbir şey anlayamam
öteki yanıtlıyor elbette
kalktığım zaman hiçbir şeyi yerli yerinde bulamadım
bunca yıl oturduğumuz evi hiç tanıyamadım da, karım dedi ki
bahçemizdeki bütün mürdümleri kargalar yemişler
anlatılmazlıkta olan bir şeyi
kargalar
artık biz şimdi ne yapalım
dedi ki yolcunun biri de: o bahçe öyle neyin içinde büyük
çiçekler neyin içinde büyük öyle
ve mürdümler
görüyorsunuz ki, her şey bir şeyin içinde, ne yapalım
mürdümleriniz yenince...
yolcu bir ötekileşme içinde bunları dedi
ve kendini öyle gördü, ben buna hiç şaşmadım
üstelik işe geç kalmaz mıyım bir de
diye ekledi mürdümleri kargalar tarafından yenen yolcu
dur bakalım bizim müdür ne diyecek
ben yalnızca şuna takıldım: mürdümle müdürün o gizli işbirliğine
dur bakalım
bir başka servise yollayacaktır beni belki de.
(baylar! umutsuz, düzensiz ve biletsiz böyle nereye?)
siz artık bunu unutmuş olmalısınız, dedi bir başka yolcu
az sonra masanızın başına bir güzel oturun
peynirli bir sandviç getirtin ve şekerli bir kahve
kalemlerinizi ince ince yontun mesela, ben size söyleyeyim
üç ton pamuğun navlunu gibi bir şeyler
dünya gibi bir yerde nasıl bir şey oluyor
bunu bir iyi düşünün de, müdür gelince
müdür gibi bir şeyler nasıl oluyor, öylece bakarsınız
iyice baktınız mı, siz artık bu bakma biçiminde
yeni bir şey oldunuz, bunu kendimden biliyorum.
(baylar! müdürsüz, zamansız ve bahçesiz böyle nereye?
ben hiç de insan gibi kalkmıyorum sabahları, haberiniz olsun
ve şu benzin kokusu yok mu, fena halde dokunuyor bana
hem inecekler insin, öyle değil mi
benim aklımda posta kartları dizili bir dükkân
ve pullar dizili
ve gazozlar, çikolatalar
bir dükkân duruyor, öyle değil mi
ben belki de bir gün sevineceğim, haberiniz olsun.)
üç kişi resmini çekiyor cadı ağacının
üç biyoloji uzmanı, biri de çakısıyla
bir parça koparıyor cadı ağacından
ben ne biçim bir şeyim ki, sancısız bir acı duyuyorum
tam o sıra
ve acı yayılıyor ben olan kollarıma
ayaklarıma da
benim sanki birtakım nesnelerle çok yakın ilintilerim var
ve çözülmedik şeylerin de insanıyım ben
insanın en gerçek yerindeki
ve anlatılmazlıktaki bir yerden anlatılmaya
akan bir şeyim.
(neden bu kadar çok duruyoruz burada, bir türlü anlamıyorum
inecekler insin, öyle değil mi
ve binenler yerlerine otursun, işte o kadar
hem nedir, bir camın üstündeki cam kırıkları gibi
o saydam varlığınızla
hepiniz durmadan yer değiştiriyorsunuz
şu da var ki, ben bunu anlamıyorum, o kadar.)
üç kişi konuşuyor kendi aralarında, üç biyoloji uzmanı
ben kendi yarattığım yolda duruyorum
öyle hep duruyorum
cadı ağaçları ne ölü değildirler, ne de hiç yaşamazlar
biz bunu anladıksa artık gidelim
ne kadar gitsek o kadar çok iyidir
son sözü köşedeki bir öğrenci söyledi
gören var mı, dedi, cadı ağacını
cadı ağacını yani
yok, değil mi
kuru gözler kuru şeyleri hiç göremezler
ve düş içinde yaşayanlar düş içindekileri.
Edip Cansever
Çağrılmayan Yakup
Yerçekimli Karanfil