Varsa Yoksa Ölüm
Ücralarda mezarlar ki
çıtıçıkmaz çene kemikleriyle
çıkıverince karşına,
daraldıkça daralan yüreğin
dalar eninde sonunda
gözgözü görmez bir tünele,
batmakta bir gemi sanki
boğulup için için
geçersin kendi kendinden
bambaşka bir sahile
Mevtalar ki
bata çıka balçıklara
yoğrulmuş ayaklarıyla
uyurlarken ihtiyari bir durakta
sayıklayarak topsağır kulaklarıyla
köpeksiz köylerin ürümesini,
çançiçeklerinin taçyapraklarıyla
dökülürler körkütük bir kuyuya
Göründüler işte gene
yelken açmış pare pare tabutlar
aparmışlar belikleri bölük bölük hatunlarla
melekler kadar beyaz hamurkarları
ve noterlere gelin gitmiş mahzun kızları
aparmış gidiyorlar akıntıya karşı
o eflatun amazondan yukarı,
yelkenleri ölümün ölgün rüzgarıyla fora
gidiyorlar ağır ağır tabutlar
Sis çanları içinden ecel
selamete çıkar sonunda yaya,
gümrükten geçer çabucak
ayaksız bir ayakkabı, gözsüz bir gözlük,
sonra bir yüzük olur, tektaşsız ve parmaksız
vurur kapıya,
canhıraş bir çığlık atar veya
ağızsız, dilsiz ve sessiz bir çığlık,
derken içi boş bir muşambadır mesela
hışır hışır sokakları dolaşır,
huşu içre bir huş ağacı tut ki
yağmayan bir yağmu altında kalmıştır
...
Ne var-ne yok ki ölüm aynı zamanda
tebdil gezer cihanı harıl harıl
lepiska saçlarından bir süpürge halinde
arayarak tarayarak dört iklim dört köşeyi,
bir takip ki ölesiye, ölülerin peşinde,
yel üfürür, su götürür,
yerde tek bir ekmek kırıntısı
tek bir kağıt parçası kalmaya dek
ölüm ortalığı silip süpürür
Pirinç karyolalarda yatar ölüm
ranzalarda da, yer ve kamp yataklarında da
uyku tulumlarında da, portatif somyalarda da
ve örtü-döşek yatıyor derken mübarek
nerden geliyorsa pis bir ses gelir
ve küf kokusu bir nefes
şişirince birden örtüleri, çarşafları, nevresimleri
döşekler yelken açar tekmil
namevcut bir limana...
İşte tam ordadır ölüm,
limanın girişinde dikilmiş yosundan bir kayaya
kuşanmış sırma kaftanlarını
ve morg sakallarını sıvazlaya sıvazlaya
batmış donanmasını bekler kaptanı derya
Can Yücel