Şiir, Sadece: Los rios del Canto
Los rios del Canto etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Los rios del Canto etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ocak 2014 Perşembe

İspanya Hapishanelerinde Öldürülmüş Miguel Hernández’e

Levanten’den gelmiştin bana. Keçi çobanı,
ve vermiştin bana buruşmuş saflığını,
eski sayfaların skolastiğini, Birader Luís’in kokusunu,
dağların üzerindeki terli gübrenin kokusunu,
ve senin maskendeki
dövülmüş yulafın kekre tahılını
ve senin gözlerinle ölçülen toprağın balını.

Taşıdın bülbülü ağzına.
Portakallarla lekelenmiş bir bülbülü, bozulmaz
şarkının bir telini, yapraksız bir gücü.
Ah, oğlum, ışığın içine daldı barut,
ve sen, bülbülle ve tüfekle, dolandın durdun
altında ayın ve kavga güneşinin.

Biliyorsun, oğlum, ne kadar çok şey yapamıyorum,
biliyorsun, ki sen benim için
bütün şiirin mavi aleviydin.
Bugün dayıyorum yüzümü toprağa
ve seni dinliyorum,
seni işitiyorum, kanı, müziği, ölen bal peteklerini.

Hiç görmedim senin ırkından daha parlak bir ırk,
bu kadar güçlü kökleri ya da böylesi asker elleri asla,
hiç görmedim kendi bayrağının kızılında yanan
kalbin kadar yaşayan bir şeyi.

Sonsuz delikanlı, yaşıyorsun, eskilerden komüncü,
filizlenen buğday ve ilkbaharla sırılsıklam,
doğal bir metal gibi karanlık ve buruşuk,
zırhını kaldıracak dakikayı bekleyen.

Sen öldükten beri yalnız değilim.
Seni arayanlarla beraberim.
Senin öcünü alacaklarla birlikteyim.
Onların arasından tanıyacaksın ayak seslerimi
Habil’i ezmek için İspanya’nın göğsüne indiklerinde
ve gömülmüş yüzleri
geri vermek için.

Seni öldürenler, bilmeliler ki, kanla ödeyecekler bunu.
Sana işkence edenler, bilmeliler ki, bir gün
beni görecekler karşılarında.
Kendi kitaplarına senin adını alan lanetliler,
köpeğin dölleri Dámasos, Gerardos,
celladın sessiz suç ortakları, bilmeliler ki
senin şehadetin silinmeyecek hiç ve senin ölümün
düşecek korkakların dolunaylarına.
Ve küflü defne yapraklarında olanlar
Amerikan toprağında, reddettiler
kan kaybeden şimşeğinin köpüklenen tacıyla
kaplayacağın yeri,
bırak ben sunayım onlara o değersiz unutuşu,
çünkü beni, evet beni yaralayabilirler ancak yokluğunla.

Miguel, Osuna’daki hapishaneden uzaklarda, uzağında
barbarlığın, zaferimize doğru sürüklüyor
Mao Ze Dung
yaralı şiirini senin.
Ve meşhur Prağ’da
inşa ediliyor övdüğün o güzel arıkovanı,
yeşil Macaristan süpürüyor silolarını
ve dans ediyor uykusundan uyanan ırmak boyunca.
Ve Varşova’dan yükseliyor kristal kılıcı
oluşturan ve gösteren çıplak sirenler.

Ve çok ötelerde büyüyor toprak,
senin şarkının görüştüğü toprak
ve ülkeni savunan çelik tehlikede değil artık,
Stalin’in ve oğullarının
dayanıklılığıyla büyümüş.
Şimdiden yaklaşıyor ışık
dinlendiğin yere.
İspanya’nın Miguel’i, taciz edilmiş
ülkenin yıldızı, seni unutmuyorum, oğlum,
senin unutmuyorum, oğlum!
Fakat öğrendim hayatı
senin ölümün aracılığıyla: gözlerim hüzünlenmedi,
ve kendimi ağlarken bulmadım
fakat amansız silahlar kuşandım.
Bekle onları! Bekle beni!


Pablo Neruda
"Los rios del canto", "Canto General"den

13 Eylül 2013 Cuma

Rafael Alberti’ye

Rafael Alberti’ye (Puerto de Santa Maria, İspanya)


Rafael, İspanya’ya gelmeden önce şiirin selamlamıştı
beni yolda, harfin bir gülü, tahtadan oyulmuş bir salkım,
ve bugüne kadar bende bir anı olarak kalmadı yalnızca
fakat hoş kokulu ışıktı, dünyanın kaynağıydı.

Barbarlıkla kurutulmuş ülkene ekledin
zamanın unuttuğu o çiyi,
ve İspanya uyandı seninle hayata,
tekrar taçlandı sabahın incisiyle.

Anımsamalısın beraberimde ne getirdiğimi:
uzlaşmaz asitlerle parçalanmış düşler,
sürgün sularda konaklama,
ormanda yanmış saraylar gibi
filizlenen köklerin geldiği yalnızlık.
Rafael, nasıl unutabilirim ki o zamanı?

Ülkene geldim düşer gibi
taştan bir aya ve her yerde rastladım
nadaslı tarlanın kartallarına, kuru dikenlere,
fakat senin sesin, ey denizci, bekliyordu orada
sunmak için bana bir hoşgeldini, ve kokusunu
şebboyun, deniz meyvelerinin balını.
Ve şiirin gemideydi, çıplak.

Güneyin çam ormanları, üzüm cinsleri
sundu senin yontulmuş elmasına reçinesini
ve dokunup geçtiğim zaman çok güzel bir ışığa,
çözüldü dünyaya getirdiğim karanlığın çoğu.

Işıkta yaratılmış bir mimar, çiçek yaprakları gibi,
dizelerinin sarhoş eden kokusu boyunca;
gördüm eski zamanların sularını, miras kalan kar,
ve herkesten daha çok şey borçluyum İspanya için sana.

Parmaklarınla dokundum peteğe ve çorak tarlaya,
kumsalları tanıdım, bir okyanus gibi
aşınmış insanlardan, ve şiirin
safirden giysisi
parçalandı o basamaklarda.

Biliyorsun yalnızca biraderin öğrendiğini. Ve bu saatte
sadece bunu öğretmedin bana,
kaderinle doğrultulu olarak
sadece sönmüş haşmetini değil aşiretimizin,
ve kan henüz bir kez daha geldiğinde İspanya’ya
benimmiş gibi savundum halkının ata yadigarını.

Şimdiden biliyorsun, bütün dünyanın bunların hepsini bildiğini.
Sadece seninle birlikte olmak istiyorum,
ve hayatının yarısı eksikken bugün,
bir ağaçtan daha çok hakkın bulunan ülken,
bugün, anayurdun felaketleri arasında, sadece
üzünç değil sevdiklerimiz arasında
fakat senin yokluğun da saklıyor
zeytinin kurtlar tarafından yutulan mirasını,
vermek istiyorum sana, ah verebilirsem, ağabey,
bir zamanlar bana verdiğin o yıldız berrağı sevinci.

Aramızda gerildi
şiir göksel bir deri gibi,
ve seninle koparacağım bir salkımı,
bu asmaları, bu gölgelerin kökünü.

Haset açarken insan kapılarını
açamıyordu ne senin kapını ne de benim.
Ne güzel
rüzgârın hiddeti
bırakırken giysisini orada
bırakıyordu ekmeği, şarabı ve ateşi bize,
bırak ulusun gazabın esnafları,
bırak ayakların altında kıvrılmış şey gibi inlesin,
ve kaldır kehribarla köpüklenen kadehini
şeffaflığın bütün törenleriyle.

Kimse unutur mu ki ilk olduğunu?
Bırak açsın yelkenini ve karşılaşacağı yüzün olacak.
Bizi hızla gömmek isteyen mi var?
Pekâlâ, fakat kaçışın borç senedi var elinde.

Gelmeliler, fakat kim sarsabilir hasadı
sonbaharın eliyle yukarı kaldırılan
şarabın titreyişiyle o renkli dünyaya.

Ver bana bu kadehi, birader ve işit: nemli ve dalgalı
Amerika’mla kuşatılmışım, ara sıra
kaybediyorum sessizliği, kaybediyorum gecesel tacı,
ve çevreliyor nefret beni, belki hiçbir şey, bir boşluğun
boşluğu, bir köpeğin
bir kurbağanın alacakaranlığı,
ve o zaman hissediyorum ne kadar ayırdığını bizleri ülkemin,
ve yolculuk yapmak istiyorum senin evine, biliyoruz ikimiz de
beni beklediğini sadece ikimizin birlikte geçirebileceği
hoş zamanların. Bir borcumuz yok kimseye.

Fakat sana bir borçları var onların, ve bir ülke borçlular sana: bekle.
Geri döneceksin. Geri döneceğiz birlikte. Seninle birlikte
bir gün dolaşacağız altınla sarhoş bu kumsallarda
senin limanlarına doğru giderken, o zamanlar hiç ulaşmadığım
Güney’in limanlarına.
Göstermelisin bana sardalyelerle
zeytinin kumsalları sıkıştırdığını,
ve yeşil gözlü boğalarla dolu yaylaların
sahibi Villalón (toprakta dinlendiğinden ötürü
ziyaret etmeyen başka bir arkadaş daha) ,
ve beyaz İspanyol şarabıyla dolu fıçılar,
góngoraik yüreklerinde topazın
solgun ateşle parladığı katedraller.

Rafael, onun dinlendiği yere gideceğiz,
kendinin elleriyle ve senin ellerinle
İspanya’yı hayatta tutanın.
Ölemeyen ölmüşün nöbetini tutuyorsun sen,
çünkü varlığın koruyor onu.

Orada buluyorsun Federico’yu, fakat çoklar, düşmüşler,
gömülmüşler, İspanya sıradağlarının arasında, haksızca
düşmüş olanlar, kanı dökülmüşler,
yitirilmiş mısır tohumları dağlarda,
yoldaşlarımız bizim, ve onların balçığında yaşıyoruz biz.

Yaşıyorsun çünkü sen her daim mucizelerin tanrısıydın.
Kimse senden daha fazla gayret göstermedi, kurtlar
yemek istiyordu seni, parçalamak istiyordu gücünü.
Her biri ölümünde kurtçuk olmak istiyordu.

Fakat yanıldılar. Belki senin şarkının
yapısıdır, o el değmemiş şeffaflık,
senin şefkatinin silahlanmış enerjisi,
direnç, dünyaya olan sevgini kurtaran
seçkin kalen senin.

Seni izleyeceğim denemek için Genil’in
suyunu, bana verdiğin o hükümranlığı,
yelken açmış gümüşte bakmak için
o hafifçe uyuyan resimlere
şarkının mavi hecelerinin yarattığı gibi.

Demirhanelere de girmemiz gerek: orada
bekliyor halkın metali şimdi yeniden doğmak için
bıçaklarda: şakıyarak geçtim yanından
yakınında gök kubbe gibi devinen o kızıl ağın.
Bıçaklar, ağ ve şarkı alıp götürecek acıları.
Yanmış elleriyle senin halkın,
çayırlıkların defneleri gibi, taşıyacak barutun arasından
senin sevginin kazada yaydığı şeyi.

Evet, sürgünlerimizden doğuyor çiçek, anayurdun
şekli, yıldırımlar altında halkın fethettiği,
ve sadece bir gün değil oluşturan
o kaybolmuş balı, düşlerin gerçeğini,
fakat şarkı olan her bir kökü
dünyayı dolduruyor yapraklarıyla.

Orada bulunuyorsun, ve bir şey yok kımıldayan
bıraktığın elmas ışıklı aydan:
yalnızlık, rüzgâr köşelerde,
her şey dokunuyor temiz bölgene,
ve o son ölüler, o hapse
düşenler, vurulan aslanlar,
ve gerilla savaşçıları, yüreğin
kaptanları, kan içinde kalmışlar
senin kendi kristal giysilerinde,
kendi yüreğinde senin, kökleriyle onların.

Uzun zaman geçti bu günlerin üzerinden
bölüştüğümüzden bu yana ışıklı bir yara bırakan acıları,
nallarıyla savaş atı
ezdi geçti köyü ve kırdı camları.
Bütün bunlar doğdu baruttan,
tohumu kaldırmak için bekliyor bütün bunlar seni,
ve bu doğumda yeniden sarmalamak için seni,
duman ve şefkat bu zor günlerden.

Gerilmiş derisi İspanya’nın ve orada yaşıyor
senin izin namlı kabzalı bir kılıç gibi,
ve unutuş yok hiç, seni silecek kış yok,
ışıklı birader, halkın dudaklarından gelen.
İşte böyle konuşuyorum seninle, belki bir söz unuttum,
anımsamadığın mektuplarına karşılık verdim nihayet,
Doğu’nun iklimi örterken beni
al bir koku gibi.
Senin altın alnın
bu mektupta rastlasın başka bir çağdan bir güne,
ve bir gündeki başka bir çağ gelecektir.
Hoşça kal diyorum sana
bugün, 1948, onaltı Aralık,
Amerika’da şarkı söylediğim bir yer.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"nın "Şarkının Irmakları" adlı bölümünden "Canto General", "Los rios del canto" 


Notlar:

Rafael Alberti: 1902-99 yılları arasında yaşamış, İspanya’nın en önemli şairlerinden biri. İç Savaş’tan itibaren Franco diktatörlüğü boyunca 24 yıl Arjantin’de sürgünde yaşadı. Eserleri Franco döneminde tümüyle yasaklanmıştı.

Góngoraik: 1561-1625 yılları arasında yaşamış İspanyol barok şair Luis de Góngora’ya özgü anlamında kullanılan bir sıfat. İspanyolca yazan bütün çağdaş şairler tarafından çok değer verilmiştir. Neruda, Evrensel Şarkı’da bulunan “Góngoraik Yumuşakçalar” adlı şiiriyle Luis de Góngora’yı övmek istemiştir.

Genil: İspanya’nın Andaluzya bölgesinde Córdoba ile Sevilla arasında Guadalquivir nehrine dökülen bir nehir.

4 Temmuz 2013 Perşembe

Silva’ya Mektup

Caracas’taki Miguel Otero Silva’ya Mektup (1948)



Nicolas Guillén verdi bana mektubunu, yazılmış
görünmeyen sözcüklerle onun ceketine, gözlerine onun.
Ne mutlusun, Miguel, ne mutluyuz bizler!
Taşlaşmış çıbanlardan bir dünyada
sadece bizler kalmışız, sonsuz mutlu.
Uçup geçişini gördüm kuzgunun, bir zararı dokunamaz bana.
İzliyorsun akrebi ve siliyorsun gitarını. Vahşi hayvanların
arasında yaşıyoruz bizler, şarkı söyleyerek, ve dokunduğumuz zaman
bir insana, şu ya da bu olduğunu sandığımız bir maddeye,
ve küflenmiş bir pasta gibi dağılırken o,
toparlıyorsun o zaman kurtarılacak ne varsa
Venezüella ata yadigarından, savunurken ben
hayatın kömür ateşini.
Ne sevinç, Miguel!
Soruyorsun bana nerede olduğumu. Söylemek isterim sana
- Hükümete sadece önemli olmayan ayrıntıları veriyorum -
ki tarlayla denizin, dalgalarla çamların,
kartallarla fırtına kuşlarının, köpüklü dalgalarla çayırlıkların
bir olduğu bu sahilindeyim yaban öncesi taşın.
Bütün gününü harcayarak ve yakından izledin mi
deniz kuşlarının nasıl uçtuğunu? Sanki
dünyanın mektuplarını taşıyorlar gitmeleri gereken yere.
Pelikanlar uçuşuyor rüzgârın tekneleri gibi,
diğer kuşlar uçuyorlar ok gibi ve getiriyorlar
ölmüş krallardan iletileri, And kıyılarında
turkuvaz kordonlarla gömülmüş prenslerden,
ve bilye yuvarlağı beyazlıktan yaratılmış martılar
unutuyorlar sürekli olarak iletilerini.
Ne kadar da mavi hayat, Miguel, doldurduğumuz zaman
bizler onu sevda ve kavgayla, ekmek ve şarap gibi sözcüklerle,
daha sataşamayacakları sözcüklerle,
çünkü çıktık sokaklara bizler tüfek ve şarkılarla.
Önümüzde yitip gittiler onlar, Miguel!
Bizi öldürmekten başka ne yapabilirler ki, ve bunu yapmaları bile
kötü bir şey olur onlar için, yapabilecekleri tek şey
karşımızdaki binada bir daire kiralayıp bizi gözetlemek olabilir
nasıl gülündüğünü ve ağlandığını öğrenmek için bizlerden.
Aşk şiirleri yazdığım zaman ve dolup taşarken her yer
bu şiirlerle ve ben ölürken cesaretsizlikten,
kararsız, terk edilmiş, kemirirken alfabeyi,
dediler ki: “Ne büyüksün, ey Theokrit! ”
Theokrit değilim ben: tutundum hayata,
karşılaştım hayatla çırılçıplak, öptüm onu bırakıncaya dek kendini,
ve gittim maden dehlizleri arasından
görmek için nasıl yaşadığını diğer insanların.
Ve ellerim kirle ve acılarla lekeli olarak gittiğim için
kaldırdım ellerimi, gösterdim onları altın zincirlere
ve dedim: “Suçlarınıza ortak olmuyorum ben”.
Öksürdüler, nefret ettiler benden, selam vermediler bana,
artık çağırmıyorlardı beni Theokrit diye, ve en sonunda
arkamdan konuşup gönderdiler polis ordusunu üzerime
hapsetmek için beni,
çünkü artık metafizik şeylerle uğraşmıyordum ben.
Fakat sevinci fethettim ben.
O zamandan beri erkenden kalkıp okuyorum deniz kuşlarının
uzaklardan kendileriyle birlikte getirdikleri mektupları,
ıslak gelen mektupları, yavaşça ve emin bir şekilde
peyderpey çevireceğim iletileri: bu garip uğraşta
bir mühendis gibi kesin ölçüm yapıyorum.
Ve ansızın gidiyorum pencereye. Şeffaflıktan bir
dikdörtgendir, berrak uzaklıktır
çayırlara ve kayalara, ve işte böyle çalışacağım
sevdiğim bu şeyler arasında: dalgalar, taşlar ve yabanarıları,
esrikleştiren, denizin taşıdığı bir mutlulukla.
Fakat kimse hoşlanmıyor sevinçli olmamızdan, biçmişler
sana iyi huylu adam rolünü: “Fakat abartmayın şimdi,
kendinize kaygı yaratmayın” diyorlar
ve beni de gözyaşlarının adamı olarak
bir böcek koleksiyonu için şişe geçirmek istiyorlar gibi,
boğsun diye beni gözyaşları ve onlar da mezarımın başında
konuşmalarını yapsınlar diye.
Anımsıyorum tuzlu güherçile bozkırlarında
bir günü, beş yüz adam
grevdeydi. Tarapacá’nın kor gibi
öğleden sonrasıydı. Ve yüzler yutmuşken
bütün kumu ve çölün kanayan, kuru güneşini,
fark ettim ben – nefret ettiğim plastik bardak gibi – o eski
melankolinin kalbime sökün ettiğini. Bu kriz zamanında
tuz çöllerinin avuntusuzluğunda, yenilebileceğimiz
zayıf anında bu kavganın,
söyledi madenlerden gelen soluk, küçük bir kız
cesur sesiyle kristalle çeliğin buluştuğu yeri,
senin bir şiirini, Amerika’da, anayurdumda bütün işçilerle köylülerin
kırışmış gözleri arasında dolaşan eski şiirlerinden birini senin.
Ve senin şarkının bir parçası ışıldadı ansızın
ağzımda bir eflatun çiçek gibi
ve döküldü kanımın içine, yeniden doldurdu
senin şarkından doğmuş, taşan bir sevinçle.
Ve sadece seni düşünmedim, fakat senin acılı
Venezüella’nı da düşündüm.
Bir kaç yıl önce bir öğrenci görmüştüm
bilekleri taşıyordu bir generalin yol açtığı yaraları, ve anlatmıştı
zincire vurulmuşların nasıl çalıştıklarını yollarda
ve yitip gidilen hapishanelerde. Böyle çünkü Amerika’mız:
yok eden ırmaklarla bir yayla ve kelebeklerden
takımyıldızları (bazı yerlerde zümrüt serttir elmalar gibi) ,
fakat kenarında gecenin ve ırmakların
her zaman kanayan bilekler vardır, daha önce
yakınındaydı petrolün, bugün yakınında güherçilenin,
Pisagua’da, kirli bir zorbanın ülkemin çiçeğini
ölsün diye gömdüğü ve kemiklerini satabileceği yerde.
Bu yüzden, bu yüzden işte söylüyorum şarkımı,
şerefi lekelenmiş ve yaralı Amerika’mızın kelebeği
tekrar titresin ve toplasın diye zümrütlerini
cellatların ve esnafların ellerinde kurumuş
korkutan kanı olmaksızın cezanın.
Anladım mutlu olduğunu, Orinoco yakınlarında,
şarkını söylerken avuntusuzca ya da evine şarap satın alırken,
kavgada ve sevinçte dururken yerinde,
bu çağın şairleri gibi omuzları geniş,
- beyaz giysiler ve gezinti ayakkabılarıyla.-
O zamandan beri hep yazmayı düşündüm sana,
Ve Guillén geldiğinde, senin hakkındaki anlatılar
düşerken giysisinden onun
ve yayılırken evimin etrafındaki kestane ağaçlarına,
söyledim kendi kendime: “Şimdi” diye,
ama gene de yazamadım sana.
Fakat bugün artık zamanıdır: penceremin önünden
uçan yalnız bir tane deniz kuşu değil, fakat binlercesidir,
ve kaybolup gidene dek dünyanın genişliklerine yayılan
kimsenin okumadığı mektupları okumak için kavrıyorum onları.
Ve okuduğumda yazdığın her bir sözcüğünü
ve yazdığım, düşlediğim, şakıdığım gibiydi onlar,
ve o zaman sana pencereden bizim olan dünyaya bakmak için
burada bitireceğim bu mektubu göndermeye karar verdim.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"nın "Şarkının Irmakları" adlı bölümünden
"Canto General", "Los rios del canto"



Çeviri notları:

Theokrit: Yaklaşık olarak İ.Ö. 324-265 yılları arasında yaşamış Yunan şairi. Çoban şiirlerinin yaratıcısı. Klasik antik çağın en önemli şairlerinden sayılmaktadır.

Guillén: Nicolas Guillén: 1902-89 yılları arasında yaşamış Kübalı şair. Şiirinin en önemli temeli Afrika zenci kültürüyle yoğrulmuştur.

Silvestre Revuelta’ya

Silvestre Revuelta’ya, Meksika’dan,
Ölüm Haberi Üzerine (Küçük Oratoryo)



Silvestre Revuelta gibi bir adam geri dönmüşse
son olarak toprağa,
yükselir bir mırıltı, bir dalga
seslerden ve inlemelerden atılarak hızla ileri ve
ilan ederken gidişini onun.
O küçük kökler diyor ki samanlara: “Öldü Silvestre! ”
ve mısır dalgalandırıyor onun adını bayırlıklarda
ve yakında bilir ekmek.
Bütün Amerika’nın ağaçları biliyor şimdiden,
bizim Arktik ülkemizin buz soğuğu çiçekleri bile.

Suyun damlaları götürüyor ileri,
Araukanya’nın evcilleştirilmez ırmakları
tanıyor şimdiden haberi.
Kar yığıntısından göle, gölden bitkiye,
bitkiden ateşe, ateşten dumana:
yanan, şarkı söyleyen, çiçeklenen, dans eden
ve yeni bir hayat bulan her şey,
kalıcı olan her şey, yükselmiş ve derinde
alıyor onu Amerika’mızda:
piyanolar ve kuşlar, düşler ve sesler, havada
bütün gökleri birleştiren o titreşen ağ,
sallanıyor ve gönderiyor mezar şarkısını öteye.
Öldü Silvestre, tırmandı içine Silvestre müziğinin yekununa,
çınlayan sessizliğine.

Toprağın oğlu, toprağın çocuğu, bugünden
tırmanıyorsun zamanın içine.
Bugünden itibaren müzikle dolu senin adın, uçacak yüksekte
anayurdun bir çan gibi çınlarken
hiç duyulmamış bir sesle, sen olan bir sesle,
birader.
Senin katedral yüreğin çevreliyor bizi bu anda
gök kubbe gibi,
ve senin muazzam, muhteşem şarkın, volkanik şefkatin,
dolduruyor yüceleri kor bir heykel gibi.
Niçin akıttın hayatı? Niçin
boşalttın kanını her bir kadehte? Niçin
aradın
kör bir melek gibi, çarparak o karanlık kapılara?
Ah, fakat senin adından çağıldıyor müzik,
ve senin müziğinden, bir pazardan gelir gibi,
çağıldıyor rayihalı defnelerden çelenkler
ve kokuyla ve simetriyle dolu elmalar.

Bu bayramsı ayrılış günü sensin ayrılan,
fakat işitmiyorum seni artık,
soylu alnın özleniyor ve sanki
büyük bir ağaç özleniyor insan evinin ortasında.

Fakat gördüğümüz ışık bugün başka ışıktır,
kıvrıldığımız sokak başka bir sokaktır,
dokunduğumuz elin bugün gücü vardır,
bütün bunlar emiyor dinlenişinin gücünü,
ve taşlardan yükselecek göğe saflığın
göstermek için bize umudun ışığını.

Dinlen yalnızca, birader, günlerin bitmekte,
uysal ve müthiş ruhuna doldurdun
ışığı onunla, gün ışığından daha da haşmetli,
ve bir ses, göğün sesi gibi mavi.
Biraderin ve arkadaşların istediler benden
bir kez daha söylememi adını Amerika’nın havasında,
pampadaki boğa bilsin diye, ve kar,
deniz yıksın geçsin diye ve rüzgâr konuşsun diye hakkında.

Şimdi Amerika’nın yıldızları anayurdundur senin
Ve bugünden itibaren evin kapısız Toprak’tır.



Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"nın "Şarkının Irmakları" adlı bölümünden
"Canto General", "Los rios del canto"