Aramadı mı şu ya da öbür gün seni, şafağın dişleriyle
filizlenmiş bir gün, ölümün tıkırtısından doğmuş,
seçilmiş üzümlerden bir gün aramadı mı
zırhını, tenini, anakaranı,
yıkamak için ayaklarını, sağlığını, tamamlanmışlığını?
Sadece senin için doğmamış mıydı,
erkek ya da kadın, kendine yakışan
ilkbahar mavisi dolaşımıyla saat,
dünya çığlığının o muazzam sesi, geminin
sessizliği gecede, yaşayan her şey göz kapaklarıyla örtülmüş
ölmek için ve akıp gitmek için?
Soruyorum sana:
hiç kimse, sen, o sensin, senin duvarın, ve rüzgâr,
ırmağın sularında gördüğün gibi şarkıdan
cömert bir gülü ve berraklık getiriyor sana,
ya da sen insan tellerinin ilk titreyişiyle
saldırılmış o israf edilmiş ilkbaharda mısın,
askerler şakırken yaban kiraz ağaçlarının
gölgesinde sel olup şavkıyan ay ışığı altında,
o zaman görmedin mi senin için ayırtılmış gitarı,
ve seni öpmek isteyen o kör kalçayı?
Bilmiyorum, acı çekiyorum kim olduğunu bilmemekten,
geri almaktan ağzının hecesini,
en yüksek günleri tutup ve gömmek onları
ormanda, o kaba, ıslak yaprakların altında,
ve ara sıra, siklonun altında güvenlikte, sallanmış
o en korkmuş ağaçlarla, o derin
toprağın delik deşik eden memesi, felç olmuş
kuzey rüzgârının en son çivisiyle, devinimdeyim ben,
insan gözlerinin ötesinde, kaplanın pençesinin ötesinde,
benim kollarıma yetişeni kazmak,
dağıtmak için buz gibi günlerin ötesinde.
Seni arıyorum, o gri göğün oluşturduğu ve sonra
terk ettiği madalyalar arasında senin resmini,
kim olduğunu bilmiyorum, fakat çok şey borçluyum sana
ki toprak dolu benim acı hazinemle.
Hangi tuz, hangi coğrafya, hangi taş dikmiyor ki
kendi gizli bayrağını o korunmuş olanda?
Hangi düşen yaprak benim için uzun bir kitap değildi ki
gönderilmiş ve biri tarafından sevilmiş sözcüklerden?
Hangi kasvetli mobilyanın altında saklamadım ki ben
o en tatlı gömülmüş nefesi, kimseye ait olmayan
işareti ve heceleri arayan?
Sensin, sensin belki, erkek ya da kadın
ya da kimsenin göremediği şefkat.
Ya da belki ezmedin sen o karanlık
insansı gök kubbeyi, o titreyen yıldızı, belki
bilmiyordun yolunda giderken, ki seni arayan
adımlardan o alazlı gün, çağıldıyor o kör topraktan.
Fakat bulacağız kendi kendimizi silahsız ve yığılmış olarak,
toprağın en son dilsiz armağanları arasında.
filizlenmiş bir gün, ölümün tıkırtısından doğmuş,
seçilmiş üzümlerden bir gün aramadı mı
zırhını, tenini, anakaranı,
yıkamak için ayaklarını, sağlığını, tamamlanmışlığını?
Sadece senin için doğmamış mıydı,
erkek ya da kadın, kendine yakışan
ilkbahar mavisi dolaşımıyla saat,
dünya çığlığının o muazzam sesi, geminin
sessizliği gecede, yaşayan her şey göz kapaklarıyla örtülmüş
ölmek için ve akıp gitmek için?
Soruyorum sana:
hiç kimse, sen, o sensin, senin duvarın, ve rüzgâr,
ırmağın sularında gördüğün gibi şarkıdan
cömert bir gülü ve berraklık getiriyor sana,
ya da sen insan tellerinin ilk titreyişiyle
saldırılmış o israf edilmiş ilkbaharda mısın,
askerler şakırken yaban kiraz ağaçlarının
gölgesinde sel olup şavkıyan ay ışığı altında,
o zaman görmedin mi senin için ayırtılmış gitarı,
ve seni öpmek isteyen o kör kalçayı?
Bilmiyorum, acı çekiyorum kim olduğunu bilmemekten,
geri almaktan ağzının hecesini,
en yüksek günleri tutup ve gömmek onları
ormanda, o kaba, ıslak yaprakların altında,
ve ara sıra, siklonun altında güvenlikte, sallanmış
o en korkmuş ağaçlarla, o derin
toprağın delik deşik eden memesi, felç olmuş
kuzey rüzgârının en son çivisiyle, devinimdeyim ben,
insan gözlerinin ötesinde, kaplanın pençesinin ötesinde,
benim kollarıma yetişeni kazmak,
dağıtmak için buz gibi günlerin ötesinde.
Seni arıyorum, o gri göğün oluşturduğu ve sonra
terk ettiği madalyalar arasında senin resmini,
kim olduğunu bilmiyorum, fakat çok şey borçluyum sana
ki toprak dolu benim acı hazinemle.
Hangi tuz, hangi coğrafya, hangi taş dikmiyor ki
kendi gizli bayrağını o korunmuş olanda?
Hangi düşen yaprak benim için uzun bir kitap değildi ki
gönderilmiş ve biri tarafından sevilmiş sözcüklerden?
Hangi kasvetli mobilyanın altında saklamadım ki ben
o en tatlı gömülmüş nefesi, kimseye ait olmayan
işareti ve heceleri arayan?
Sensin, sensin belki, erkek ya da kadın
ya da kimsenin göremediği şefkat.
Ya da belki ezmedin sen o karanlık
insansı gök kubbeyi, o titreyen yıldızı, belki
bilmiyordun yolunda giderken, ki seni arayan
adımlardan o alazlı gün, çağıldıyor o kör topraktan.
Fakat bulacağız kendi kendimizi silahsız ve yığılmış olarak,
toprağın en son dilsiz armağanları arasında.
Pablo Neruda
"Yeryüzünde Üçüncü Konaklama"dan