Şiir, Sadece

4 Aralık 2013 Çarşamba

Mineraller

Metallerin anası, yaktılar seni,
ısırdılar her yanını, işkence ettiler sana,
kemirmedik yer bırakmadılar vücudunda, sonraki günlerde
artık koruyamayınca seni putlar
çürüyesin diye bıraktılar seni.
Sarmaşıklar vahşi ormanın tepesine tırmanmakta
maun ağaçları okların içine doğru,
demir çiçeklenen çatıda toplanmakta,
yurdumun en büyük kartalının gökyüzünde
fırtına yaratan pençesi,
bilinmeyen su, kötü niyetli güneş,
zorba köpüğün dalgası,
faka bastıran köpekbalığı, Antartik sıradağlarının
yamaçları,
yılan-tanrıça tüylere bürünmüş,
incelmiş mavi zehirden,
kuşlardan ve karıncalardan devredildi
ataların sıtması,
bataklık, paslanan iğneleriyle
kelebekler, ağaçlar handiyse
maden filizi gibi,
neden savunmadı düşmanlığın
koroları defineyi?

Ey lekelenmiş,
sen, karanlık taşların anası,
kan içinde kirpiklerin!
Papazvâri güneşin takısına benzeyen
türkuvaz rengini arama, henüz
gelişmiş parıltıya dönüşmemiş tırtıl-aşamasında,
bakır uyudu keskin kükürt dehlizlerinde,
ve çelişki katmer katmer
dibe gömüldü, yıldızımızdan ağan derinliğe.

Taşkömürü aydınlattı kar'ın kusursuz
karşıtlığını kara yansısıyla;
sarı bir kuşışıltısı gömerken
kükürdün akımını buzkesen
sıradağların yanına,
dünyanın gizli, kımıltısız
fırtınasına hapsedildi
kara buz. Vanadyum inledi yağmurda
altın odasına girmek için,
Volfram biledi bıçakları ve bizmut
ördü yayılmış saçtellerini.

Yolunu yitirmiş ateşböcekleri
hâlâ kaynaşıyordu tepede,
kusturucu fosfordamlaları
uçurum çatlakları
ve demir yüklü dağdoruğunun üstünde.
Meteorun şarapbahçeleri bunlar,
Gökyakutun yeraltı-kubbeleri.
Yaylada uyuyan küçük asker
kalaydan bir giyit içinde.

Bakır, yeşil irinle dolu,
defnedilmez gecede inşa ediyor
bütün suçlarını,
ve yığılmış sessizlikte
harap mumyalar uyuyor.
Chibcha-yerlilerinin asaletiyle
erişiyor altın, bunaltan tapınaklardan
savaşçılara usulca,
dönüşüyor kızıl taçyapraklarına,
ince levhalar gibi çekiçlenmiş yüreklere,
topraksı fosfor ışıltısına,
masalsı dişlere.
O zaman bir mısırtohumunun,
bir larvanın uykusunu uyudum,
ve Queretaro'nun merdivenlerinden aşağı
senle birlikte indim.
Onlar bekledi
bekledi beni,
belli belirsiz ayışığındaki taşlar,
Opal'in balıkçı hazinesi,
bir kilisedeki ölü ağaç
ametist buzuna kesiverdi.

Sen, dilsel Kolombiya, nasıl da
bildin hiddetli altının fırtınasında
saklanmış çıplak ayaklı taşların,
nasıl da, sen, zümrüdün
ülkesi, kestirebildin ki
ölüm ve denizin takısı,
kendi titreyişindeki bu bıçak sırtı
göçeden hükümdarların gırtlağına,
boğazına erişecek?

Sen taşların ak pak kavrayışıydın,
tuşla büyümüş gül,
kaderin cilvesi, gömülmüş gözyaşları,
damarları uyuyan siren,
belladonna, karayılan.
(Yayarken hurma-ağacı
sütunlarını sağ zülüflerine,
gasp etti tuz
dağların ışıltısını,
yapraklardan süzülen yağmur damlaları
dönüştü kuvarsın en güzel giyitine
ve ladin ağaçlarını
dönüştürdü kömür caddelerine.)

Fırtınaya karşı tezayaktın tehlikeye doğru,
zümrüdün ışığına indim,
yakudun şarap-doruğuna çıktım,
ama sustum her zaman,
güherçilenin çölde yayılmış sütunları önünde.
Gördüm çalışkan yayla küllerinin kalayı
nasıl da açtı zehirli mercandallarını
havada
ta ki onlar yabanıl bir orman gibi
yayana dek gündönümünün ayını, gizli
bütün yollarda mısır-saltanatımızın ardından.


Pablo Neruda
"La lampara en la tierra"in "Canto General"den