Şiir, Sadece

28 Kasım 2016 Pazartesi

Deniz Mezarlığı

Üstünde güvercinler kayan şu rahat dam,
Kıpraşır durur, bir yanı mezar bir yanı çam;
Tam öğle üstünün orda yaktığı ateşler
Deniz, deniz hep yeniden yeniden başlar!
Tanrıların dinginliğine bakıp bakıp da
Ne ödüldür o, bir düşünce sonrası düşer payına.

İnce pırıltılar dupduru bir işçilikle
Ne elmaslar tüketir belirsiz köpükte,
O nasıl bir erinçtir belirir gibi olan!
Güneş bir uçurumun üstüne geldiği an,
Öncesiz bir nedenin katışıksız izidir,
Zaman parıl parıldar düş desen bilinçleşir.

Yalın Minerva tapınağı, tükenmez hazine,
Durgunluk kitlesi ve gizli damar göz önünde,
Çatıkkaş su, Göz ki sende uykular saklar
Alev bir örtü altında ne uykular,
Ey sessizlik!.. Ruhta yükselen yapı,
Ve binbir kiremiti altın, ey çatı!

Zaman tapınağı, tek iççekişin özetlediği:
Çıkıyor ve alışıyorum o dupduru yere ki
Her şey çevrili denize yönelen bakışımla;
Ve sanki son adağım bütün tanrılara,
Yolluyor hiç durmadan menevişler
Doruklara karşı şahane küçümseyişler.

Meyve nasıl eriyip gidiyorsa hazda,
Ve yokluğu bir tada dönüşüyorsa
Bir ağızda yitip giderken biçimi,
İlerdeki buğumu solumaktayım ben de
Ve uğultulu kıyılardaki değişmeleri
Gök şakıyıp durmadan eriyen ruha.

Güzel gök, gerçek gök, gör bende değişmeyi!
Ne kaldı onca gururumdan ve hünerliyse de
Gör aylaklığımdan geriye ne kaldı şimdi?
Kapıldım ışıl ışıl boşluk derinlerine,
Ölülerin evleri üstünden gölgem geçmede
Alıştırarak beni o ince, o tüy ilerleyişe.

Güneşin alevleri altında böyle ruhum
Ey güzelim adalet sana tutunuyorum
Senin o ışıktan amansız silahına!
Ruhum, getirmekteyim seni ilk durumuna,
Gör kendini! ama bil, dönüşsen de ışığa
Bir gölgesin donuksun işte yarı yarıya

Ey tek benimçin, bir bana, yalnız bende,
Duran şey saf olayla boşluğun arasında,
Şiirin kaynağında, yanıbaşında kalbin,
O kekre, o karanlık, o sarnıç çığlığıyla,
Çınlasın geleceğe ilişkin bir oyuk ruhta,
Bekliyorum yankısını iç yüceliğimin!

Bilir misin, yaprak ve dalların düzme tutsağı,
O cılız parmaklıkları yiyen girinti,
Yumulu gözlerimi kamaştıran gizler,
Hangi ten çekmekte tembel sınıra beni,
Hangi tutkudur o kemikli toprağa sürükler?
Bir kıvılcım o tende anar yitişlerimi.

Örtük, kutsal, tıkabasa maddesiz bir ateşle,
Bağrını ışığa vermiş şu toprak köşesine,
Bayılıyorum üstünde meşaleler yükselen
Bu yere ki altındadır, taştan, loş ağaçlardan,
Ne mermerler titreşir uyup da gölgelere;
Uyur vefalı deniz mezarlarımın üstünde!

Görkemli kancık it, bırak şu put sevdasını!
Ben nicedir otlatırken gizemli koyunları,
O beyaz sürüyü rahat mezarlarımın üstünde,
Burda yapayalnız, bir çoban gülümsemesiyle,
Savuşturur gitsin sakıngan güvercinleri
Sonu olmayan düşleri, meraklı melekleri!

Bu noktaya gelince Hersi tembelliktir.
Böcek bömböcek olur kuraklığı kemirir;
Her şey yanık, bozulmuş ve havaya karışmış
Ve bilmem hangi kaskatı bir öze dönüşmüş.
Hayat gepgeniş olmuş esrimiş de boşlukta,
İçimde bir saydamlık, acıda yumuşama.

Gizli ölüler toprakta, erince ulaşmışlardır,
Kendi gizleriyle ısınmış ve ayrışmışlardır.
Tepede öğle üstü, hiç kıpırtısız öğle
Düşüncesi kendinden, kendine uygun öyle ...
Baş nasıl şahaneyse taç öyle bahanesiz,
İşte sendeyim ben, ey değişme, ey giz!

Korkularına karşı elinde tek ben varım!
Pişmanlıklarım, kuşkularım, ayak bağlarım
Hepsi de senin o iri elmasının kusuru!..
Ama onların o ağrı mermer gecelerinde,
Ne olduğu bellisiz bir kavim bitki köklerinde
Nicedir usul usul senden yana doğruldu.

Kopkoyu bir yoklukta eriyip gitti,
İçti kırmızı kil beyaz niteliği,
Ve çiçeklere geçti yaşama yeteneği!
Nerde sözcükleri ölülerin, senli benli,
Kişisel yol yordam, tek tek kişiler nerde?
Kurt düşmüş gözyaşlarının doğduğu yere!

Uyarılmış kızların tiz çığlıkları,
Gözler, dişler ve nemli gözkapakları,
Görkemli memeler ateşle oynayıp duran,
Öptüren dudaklara doluvermiş kan,
Son kayralar ve onlara karşı çıkan eller,
Her şey toprağa girer ve oyun sürüp gider!

Ve siz, Koca Ruh, ne düş umarsınız ki
Dalganın ve ışığın şu yalancı renklerini
Burda tenin gözüne sunuşundan başka?
Sürer mi buhar olunca da düşünceniz duygunuz?
Varlığım gözenekli! her şey hava, kuşkusuz,
Sonunda can veriyor kutsal sabırsızlık da!

Enez ölümsüzlük kapkara ve yaldızlı
Takmış başına şimşir tarak defne dalını,
Ölümü ana kucağı kılan avutucu,
Güzel palavra ve dindarcana pusu!
Yoktur isteyecek, benimseyecek tek kişi,
O bomboş kafatasım, o sonsuz sırıtışı!

Derinlerdeki atalar, boşalmış kafalarla,
Kürek kürek toprağın ağırlığı altında,
Topraksınız, ayırt edemezsiniz ayak seslerini,
Gerçek kemirgenin, kuşku götürmez kurdun ise
İşi yok kapaktaşlarının altındaki sizlerle,
Hayatla beslenir o, asıl benimledir derdi!

Belki tiksinme kendimden, öz sevgi belki,
Görünmez dişleriyle bana öyle yakın ki!
Akla gelen her ad uygun düşmekte ona;
N'olsa görüp istiyor, düşlüyor, dokunuyor!
Ben uyurken hatta, gövdemden hoşlanıyor,
Temelden ilişkindir yaşamam o canlıya!

Zenon! Sen zalim Zenon! Elealı Zenon!
Attığın kanatlı ok beni deldi geçti,
Titreşen, uçan ok ya da uçmayan!
Sestir yaşatan ve oktur öldüren beni!
Ey güneş! Bir kaplumbağa gölgesisin,
Koşsa da kımıldamayan Akilleus, öylesin.

Yok, yok! Doğrulun aralıksız zaman içinde!
Vurun, bedenim, şu kaygı çerçevesine!
Bağrım, çekin içinize rüzgarın doğuşunu!
Yayılan bir serinlik denizden doğru
Ruhumu veriyor bana ... Ey tuz saltanatı!
Koşalım dalgalara yine fışkırsın canlı!

Evet! Koca deniz yaman taşkınlıklar denizi
Panter derisi ve delik deşik olmuş cüppe,
Güneşin binlerce binlerce freskiyle,
Bir uğultu içinde andıran sessizliği,
Mavi teniyle esrik, gerçek Şahmaran
Uzanıp kendi parıl parıl kuyruğunu sokan,

Rüzgar çıkıyor!.. Yaşamaya dadanmak gerekir!
Sonsuz meltem kitabımın sayfalarını çevirir,
Toz toz kayalardan fışkırıp durur sular!
Uçun, hadi uçun, göz kamaştıran sayfalar!
Yıkın dalgalar! renkli sularınızı akıtın!
Yelkenlerin yemliği şu rahat çatıyı yıkın!


Paul Valery
Çeviren: Cemal Süreya