Şiir, Sadece

13 Nisan 2017 Perşembe

Beyoğlu'ndan

Sevgili Anne, şu anda dışarı bakıp sayıyorum da
on tekne var - değil, bir düzine.

Bu aydınlıkta ya da onun yokluğunda, bana
gözün alabildiğine, Boğaziçi'ni,
Marmara boyunca Kadıköy'ü,
Haliç üzerinden Üsküdar'ı seyrettiren bu garip
gök boşluğunda, aşağı yukarı bir düzine
tekne -her birinde bir ışık, her biri aydınlıkta
sere serpe - suya takılı mücevher gibi,
ağır ve sessiz; belki de onlar gökyüzünün
taktığı elmaslar,
başka nice mücevherlerin Yeşilköy'den Ankara'ya
ve ta Doğu'nun dört bir yanına uçuştuğu yerde ışıl ışıl;
göremez oldum, yitirdim ufku
son birkaç dakikada - hiç belli olmuyor.
Daha önce görünüyordu - diyelim ki en azından bir saat önce
balkonumuz hizasındaki
minarenin kapısı açılmıştı da
mintan giymiş bir adam çıkmış, ellerini ağzının çevresine
koyup göğü inanılması zor denecek kadar
gür bir ezan sesiyle doldurmamış mıydı?
Müezzin batan güneşi haykırarak uğurladıktan sonra
görünmez olduğu yerde
halka halka ampuller var şimdi,
Türk olmayan - turkuaz firuze olmayan - dünya
lacivert artık. Her ışık
bir elmas, tıpatıp on iki tekne gibi;
bu balkon bile (onlara) elmas gibi görünüyor-
senin sevdiğin mücevherlerden,
Topkapı Sarayı'nda gördüklerimizden, Anne:
"Anka kuşunun gözyaşları" yazılı kehribar taneleri
yılanların renksiz beynine
işlenmiş büklüm büklüm bayraklar;
gece, ay ışığında bile, mührünün balmuınunu eritip
akan ve gök yakut olan mor yakut;
kölelerin dilleriyle yalaya yalaya biçim verdikleri
menevişli zümrütler ışıldıyor camekanda:
taşlar, elmaslar, pırıltılar! Biraz daha ötede
hunları umursamayıp alaya alan deniz ve gök, bir de artık.
görünmeyen yarımadalar. İstanbul'un
havası, taşı toprağı tarihi taklit eder- 
göğü değiştirir, denizi zincire vurur, yerin her rengini
boğarcasına süzer,
toz ve kül bırakır ancak: öğleyin ay ışığı.
Bugün öğleden sonra -üçüncü günümüz bu- felaketti.
Anne, sevgilim, burada her şey
felaket: kapatılmış, yenilenmekte,
taş taş üstüne, kırık dökük, içler acısı, yetersiz,
yeniden yapılmakta, yerle bir,
kullanılmıyor artık, içi dışına çıkmış, yıkıntı
içinde, perişan, biraz tamir görmüş, onarılmaz durumda
allak bullak, eskiden muazzammış ama,
yıktırılmış, şerha şerha, yangın yeri, kir pislik, soyulmuş
çalınmış, çapulcuların eline düşmüş, yara bere, görkemliymiş de
yağma edilmiş, depremde çökmüş, yitmiş, yanmış,
yarı kalmış Padişah ölünce,
kazısı yapılmamış doldurulmuş, yeri belli değil artık- 
tek kelime söylemeden
otele döndük, alacakaranlığa, manzaraya.
Ama geceleyin ışıldıyor bu küller, toz toprak kıvılcımlanıyor;

Sultanım zeberceti gibi sarı ve soluk,
sonra ansızın alı al, ay bir Yunan yangını olup
fışkırıyor. Baktıkça geçmişin var oluşunu duyuyorum:
ayın yükseldiği an;
bu kent, ölü yakan ateşte gömülüyor
ta eski Konstantinopolis'e, sonra Bizans'a,
S odada, arkamda
radyoyu açıyor, avaz avaz,
havayı yaman bir musiki dolduruyor, müezzinin sesi kadar gür"
Finlandiya" - Sevgili Anne,
hatırlar mısın, hani bir yıl kuzey korsanları
olmuştuk? Her Pazartesi günü, bizim Petersen Hanım, derse
Sibelius'un "Gümüş şarkılar Defteri"yle
başlardı ay: "Ey Göller Ülkesi,
masmavi akıp giden ırmaklar:" Elbette von Karajan
daha iyi yorumluyor bunları;
ne de olsa Viyanalı korsan. Ama gerçek ne?
Yazık ki bilmiyorum, Anne, ayırt edemiyorum gerçeği
sahtelikten: çocuklar
çember olmuşlar Sibelius'un çevresinde,
çığlık çığlığa, kara Finliler sansın kuzey korsanları olmuş onlara- 
bizdik o çocuklar, şarkılar söyledik,
acı çektik, oradaydık. Neredeydik?
Gerçek değil miydi yoksa, sırf bu gerçek olan - kendinden- 
hoşnut, coşturucu

buradaki ve şimdiki cümbüş, ay ve İstanbul?
Bütün o sabahların gümüşü gitmiş mi sen ve ben Büyük Göllerde
kuzey korsanlığı oynadığımızdan bu yana?
Üstüme üstüme geliyorlar, onların elindeyim artık.

Böylesine bir musiki beni çağırıyor kendi iç alemine,
minareden yükselen

her haykırış gibi bir buyruk. İnsanın üstüne gelince geçmiş,
nasıl bir yer bulmalı ona,

nasıl inanmalı şu andaki
ışıklarla durgun denizin oynayışına?
On iki teknem çekip gitti kara limandan, sonra Galata'dan
bir vapur yola çıktı usulca -
gece yarısı ikiye böldükleri köprüden -
Geçip kendini karanlığa atarken buldum aradığım cevabı
(Şarkılar defterinde, bana yardım
ettiğin gibi değil, yerinden yurdundan ayrılmış
üstatlardan yoksun olduğumuzdan değil: Vladimir ve Marcel var ya)
Başka bir dünya var-işte
bu dünyada; geçmiş, bugünün canevinde
ya da hiçbir yerde değil. İstanbul'da bunu buluyorum en çok:
hiçbir yerin kenti bu, varla yok arası,
bulunması zor hiç yer, tam Baudelaire'e göre
"hastane, kerhane, hapishane, araf, cehennem"
Sibeliüs'a benzer bir musikiyle, tartışmanın,
ötesinde bir incelik, göze görünüyor demek gerekmeksizin
Sesleri duyulmasa, gerçek İstanbul
kendini görkemle barındırıyor, baştan başa süprüntü.
"Kuzey korsanları olduğumuz yıl" burada Mavi Camide,
kazanılmayan, verilen bir ışığa,
bir sese, bir anıya dayanan loş bir ihtişam. Hiçbir şey kalmamış,
ama hiçbir şey ayrılıp gitmiyor: işte
Türk lokumundan Türk zevkine
kadar kendini gizleyen Kutsal Akıl budur.
"Finlandiya" bile sona eriyor, ama bitişi bir teselli
getiriyor insana, Anne,
son bir ferahlık: Finler Türkmüş!
Aynı dili paylaşan Moğol asıllılar-Ural ve Altay dilleri"
başlıca özellikleri
seslilerin uyuşumu, bitişkenlik
ve tutarlılık:" Şiir gibi geliyor kulağa,
şiirin ta kendisi gibi ne dersin?
hele hatırlayınca Sibelius'un doğum yerini,
Finlandiya'da Turku'da doğduğunu, S ışığı söndürüyor,
odamız elmas olmaktan çıkıyor artık;
Galata'dan kalkan vapur
Sarayburnu'nun yanından geçiyor. Sana sevgiler, Anne, bir tanem,
bunları Avrupa yakasından,
şu anda Beyoğlu'ndan yazıyorum. Richard.


Richard Howard
Çeviren: Talat Sait Halman